5 İ .. Ziya Yamaç'ın bir hikâyesi O Z U R | Gene bayram geldi. Otuz gün tutulmıyan bir oruçtan sonra şeker bayramına lâyık değiliz ama, orucu ihmal etmiyenlerin yüzü guyu hür- metine biz de kendimize bundan bir pay çıkarıyoruz. Çocukluktan kalma bir hissin tesirile olacak, şeker bayramı ge- linee sanki ağzımızda bir tatlılık duyuyoruz. Halbuki nedense, bil- hassa böyle günlerde insan ufak tefek şeyleri büyütüyor ve hayatın zehir olduğuna hükmediyor... Arife günü geç vakte kadar, taşrada bulunan ve pederden kal- ma evimi idare eden halamdan, sarı kâğıdın gelmesini bekledim. Gelmedi. Halbuki halam hiç te ihmalkâr bir kadın değildir. Aksi gibi bayram da ayın son haftasına tesadüf etti, Evimin kirasını, ha- lam bana, daima iki taksitte gön- derir. Hepsini birden harcamaya- yım diye... Zaten nekadar paraki* Koskoca evden ayda yirmibeş lira bir para geliyor. Bunun on lirasını - büyük bir cömertlikle - tek ba- şına yaşıyan, gelirsiz ve ihtiyar halama terkediyorum. Geriye ka- lan paranın yarısı ay ortalarında, artanı da ay sonlarında, gün şaş- madan elime geçiyor. Halam bilir ki aldığım maaş nekadar olursa olsun koşkocaman bir ay bâna ye- tişmez, «Bir baş bir traş» olduğum bal- de gecem, düşünceler içinde geçti. Bir tesellim vardı. Söylemesi &yıp ama çoluk çocuk sahibi olanları düşünerek kendimi &vutuyordum. Zaten biz böyleyiz. Şahsımız salâ- hı namına benzerlerimizin felâke- tini bile reva görürüz, Aksi gibi bayramın ilk gününü şeker gibi bir hava kaışıladı. Hiç olmazsa yağmur yağsaydı bir kab- veye girer, akşamı nasıl olsa geti- rirdim. Yemek hususunda endişem yoktu. Civardaki bakkal bilirdi ki, yeniden veresiye nimetine konü- bilmem için, borcumu ödemekte kusursuzdum. Hava güzel olunca insan yerin- de duramıyor ki, Evden çıktıktan sonra köşebaşında ne yapacağımı uzun uzun düşündüm. Sonra ce- bimdeki yirmibeş kuruşa göre bir bayram âlemi tasarladım ve derhal tatbikine koyuldym. Cihangirden Taksime çıktım, O- radan, sinema resimlerine ağız aça aça 'Tünele kadar yürüdüm. Ağzım- daki sigarayı atarken tüylerim di- ken dikenoldu. Bu son siguraydı. Allah «İkiz» i meydana çıkarandan razı olsun. Hemen ilk bayiden dört kuruşluk sigara ve bir kutu kibrit aldım. Tam onsekiz kuruş, otuzpa- ram kalmıştı. Bu da bizim plânın tatbiki için yeter, artardı bile. On- bininci defa olarak Yüksekkaldırı- mın basamaklarını saya saya Ka- raköye indikten sonra köprüye var- dım. Niyetim şu idi: Acıbademde bir hemşerim vardı. Her görüştü- gümüzde benl köşküne davet eder- di. Birkaç defa davetini kabul et- miştim. Bu adam her hajde İstik- balinden bir şeyler ümid ediyor- du ki zengin olduğu halde biricik kızını bana yamamağa uğraşıyor- du. Bu sözümden kız hakkında şüpheye düşmeyin sakın. Pekâlâ bir kızcağızdı. Fakat Çamlcanın suyundan mi havasından mı he- dendir sıska annesile tezad teşkil edilecek bir haldeydi. Yani benim tipim değildi... Gişeden, Kadıköytine bir gidiş bileti aldım, O gece orada kalaca- gımı hesaplıyarak bu işi yapmıştım. Karşıya geçince eski sıkıntımın biraz hafiflediğini hissettim, Ace- leye lüzum görmeden Acıbadem yolunu tuttum. Demiryolunun üze- rindeki köprüye vardığımda baya- ğı neşelenmiştim. Aklımdan şunlar geçiyordu: Bizim hemşerinin kızı zayıflamak için elinden geleni ya- pıyor; jimnastik, yürüyüş, bisiklet, dans... Eh diyordum, bayram mü. nasebetile ve zayıflamak gayesile etraf köşklerin kızlannı toplar bir danslı çay tertip ederse, yaşadık. Bu hayallerle coşarak gözüme çar- pan zavallı bir dilenciye cebimdeki on kuruğun yirmi parasını vermeği münasip gördüm. Arkamdan: Al lah gönlüne göre versin aslanım, derken ağzım kulaklarıma varıyor» du. Tabii verecek yahu! Gencim. Sözüm ona yakışıklıyım, istikbali bir tüccar tarafından bile parlak görülen bir delikanlıyım... | Sald Falk Abasıyanık'a | Acıbademe kantiir içinde var- dım. Karakol önüne gelince sola saptını ve üstümü İsim düzelte- rek köşkün parmaklığından bahçe- ye bir göz attım. İhtiyar bir hiz- metgi bir çam gölgesine yan gel- miş sigarasını tütürüyordu. Böyle telâşlı bir günde bu adamın İli rahate çekilmesi iyi bir alâmet değildi. Kendisine işaret ettım. Kim olduğumu, kimi aradığımı kısaca anlattım. Sözüm bitince ih tiyar gülümaiyerek : — Siz geçen yaz gelmiştiniz, bilirim, dedi. Hattâ dün küçük be- yanın size yazdığı tebrik kartını postaya ben götürdüm. Hepsi sizi özlemişlerdi. Fakat yarın tekrar zahmet edecekşiniz çünkü evdeki- ler Erenköyündeki akrabalarına gittiler, Tamam. Garı kâgıttan sonra ikinei inkisar. Adamla vedalaşma- ma imkân yoktu zira dilimin ucu: na lânet lâkırdıları birikmişti. Sı- caktan ve öfkeden patlıyacek bir balde tuttum Çamlıca yolunu. “ Deretepe dolaştıktan sonra aynı yoldan Kadıköyüne indim. Öğle çoktan geçmişti. Gişeye doğru iler- ledim. Tam oç sirada küçük büfe- den gelen bardak setleri susadığı- mı hatırlattı, Çamlıcada suyun ba- şında oturduğum zaman aklıma gelmiyen şeye bakın. Küfeden İç- meme imkân yoktu. Kırk para bir bardak su, «Bütçem» buna mü- sait değil ki. Seyyar bir sucu bul- mak ümidile Altiyola doğuru yü- rüdüm. Tam tramvay durağında bir tanesine rastladım. Bardağı yuvarladıktan sonra cebimdeki pa- ra kalabalığından yirmi paralığı seçerek sucuya uzattım. Herif yü- züme bile bakmıyarak: — Kırk para beyim, deği. — Yahu ne kırk parası deme- me kalmadı sucu kalabalık içinde «biz bunu tâ Çamlıcadan eşek gibi taşıyoruz, “v bark geçindiriyoruz» filân diye bağıra bağıra sayıp dök- miye başlayınca çaresiz kırk pa- rayı uzattık. Fakat yirmi parayi — Devamı 297inci sayfada — 293 —Servetifunun — 2333