246 UYANIŞ Hikâye Zehir! Yazan : TEVFİK ÜNSİ Önünde güttüğü keçilere benzerdi: siyah parlak saçlar, koyu gözleri, cinmısırları gibi küçük ve mun- tazam dişleri vardı. Küçük çıngıraklar kadar şen, ka- yıtsızdı. Ne o keçilerine bakar, ne de keçileri ona... Fakat aralarında gizli bir anlaşma vardı. Çenesi hiç durmazdı. Keçileri daima yer, o daima söylerdi. Tür- küleri uydurma olduğu için bitip tükenme bilmezdi. Köpegi olmadığı için yegâne arkadaşı elindeki yontula yontula, kâh sivrilip kurnazlaşan, kâh yuvarlaklaşıp ahmaklaşan kalın sopasıydı. Bu onun hem dertortağı, hem silâhı, hem kalemi, hem ... velhasıl her şeyiydi. Sapına abanıp ince dereyi, ayaklarını suya sürte- rek, geçti. Bu tarafta bekliyecekti. Karşı taraf çıplak, çakıllı, tırmalıyıcıydı; daha hoşuna gidebilirdi. Fakat gölgeli, insanın omuzuna konan kuşların öttüğü öbür taraf bir kadının ber halde daha hoşuna giderdi. Dere kıyıda akmıyor, ayna gibi duruyor. İçinde iki başı gösteriyordu. Ufak bir fısıltı yok ki su ürpersin. Yukarda oturan çobanla sevgilisi çölde bir ağaç göl- gesine sığınmış iki yabancı gibi; birbirlerini ancak su- da seyretmeğe cesaret edebiliyorlar. Keçi çobanı suda kendini seyreden kızı bakışlariyle okşuyor. Birden su karıştı: genç kızın kucağındaki erikler- den birkaçı suya yuvarlanmıştı. Çoban rüyasını da- ğıtmak istemedi, öne iğilmiş başa, eteğinin kıvrımla- riyle oynıyan kızın yüzüne baktı. İğde renkli gözlere, beyaz göğse inen ve çiçekli basmanın üstünde omuz- lara yayılan gür saçlara baktı.. baktı... Köyden istasyona gelinciye kadar ağaçlar, kırlar, hepsi etrafında yok gibiydi; çünkü hepsi her gün gör- düğü şeylerdi. Fakat şehri haber veren ilk seyrek ev- ler gittikçe büyüyen şekilleriyle gözünü tırmalamıya başlamıştı. Artık etrafını çeviren her şeye dikkat edi- yordu. İçinde mektebe yeni başlıyan bir çocuk heye- canı, mesleğine âşık bir raportör merakı vardı. Her şeyi öğrenmek istiyordu. Büyük caddeye çıkınca yerinde durakaldı. Korna seslerini, tramvay çanlarını kulakları toplıyamadı, ayı- ramadı. Bütün bunlar büyük ve müphem bir uğultu halinde beyninde düğümlendi. Sonra bu bir yığın ka- nşık iplik demeti yavaş yavaş açıldı, çözüldü ve düz- leşti. Sesler yavaş yavaş vazihleşti. Şekilleri önce donuk karaltılar halinde gören gözleri sonraları ayar- lanan bir dürbün gibi, seçmeğe başladı. Başında ha- kikat olan hayallerin, bir saadet yağmurunun verdiği sersemliğe benzer ağırlığı vardı. Bu büyük şehirlerin ilk şamarıydı Sinema salonunda sandalyeye iğreti oturmuş ürkek No. 2064—379 ürkek etrafına bakıyor. Oraya nasıl gelmişti? Onu içeri çeken kuvvet evvelden işittiği oöğünmelerden ve çağıran zillerden ziyade diğerlerinin içeri doluşuydu. Etrafını çevirenlerin en küçüğü bile onun görümünce büyüktü, Sebebini bilmedi varlıklara karşı duyduğu saygı ve hayranlığa benzer bir duyguydu bu. Birer birer 7.8 gözlerindeki olgunluğa, sözlerindeki bolluğa b Beyaz e ilk resimlerle beraber ruhta ilk ihtilâller kendini gösterdi. Her resim senelerin haya- linde kurduğu süslü sarayları birer birer yıkmıya baş- ladı. Hayret, taktir ve şaşkınlık gittikçe artıyordu. Birbirini takip eden bir şelâle merdiveni gibi ardarda geliyor, gittikçe artıyor ve en sonunda bir kaynak akıntısı olup genişliyordu. Sukutuhayaller bir kartopu gibi yuvarlana yuvarlana gittikçe büyüyor, soğuyor, beyni donduruyor. Tren son evlerden süzülürken çoban rüyasından süzülür gibiydi. Gece rüyasında avcuna bir altın ko- nulan çocuk sabah kalkınca nasıl eline bakarsa o da öyle içine bakıyordu. Büyük şehirler hulyalarından daha tatlı... Elektrikli arabaların gürültüsü kuşların cıyıltısından, yolların çıplaklığı köyün yeşilliğinden. perdedeki kadının gözyaşı Fatmanın gülüşünden daha güzeldi. Köy dünya ise, şehir cennetti. Şehir ateşti, köy soğuk bir kül, şehir kaynaşan insanların balıysa köy mu- muydu. Şehir herşey, herşeydi, köyse bir selâm bile değil. Şehir.. Şehir.. Kalabalık, gürültülü. İnsan yapısı, insan elinin dizdiği kalıp kalıp harflerin birleşmesiyle meydana çıkan bir kelime; kimsenin anlıyamadığı bir mana... Şehir... Kalabalık, ışık, para bütün bunlar zehir olup onun kalbine akmıştı. Köyden dalga uçları kadar dinç, köpükler kadar temiz ve şen ayrılan çoban köyüne dağların iğri hat- ları kadar yorgun döndü. Etrafına dağılmış siyah keçileri gözüne kurtlar gibi görünüyordu. Kalın sopasıyla hepsini dağıttı. Şimdi biraz rahattı. Değneğinin ucuyla dal parça- larını itiyor, onların akıntı önünde çabalamasına ba- kıyordu. Kendi de bu çöp parçalan gibiydi; içindeki akıntıya karşı durmaya çalışıyordu. Büyük şehirler onu çekiyor, sürükliyordu. Kılıcı kırılan bir kavgacı gibi kendini bırakıverdi. Fikrinde son mukavemetin kırılışı son nefesler kadar yavaş ve hazin oldu, O şe- hirlere gidecek, ie a. Işığı giden bir per- vanenin zavallı arzu Uzaktan Kökmen gördü. Büyük, yalnız ıhlamurun altında oturmuş türkü söyiüyordu: — Mes'udum mes'udum serçeler kadar.. Ses coşkun derelerin gülüşü kadar tare, denize beş on ırmağın arzusu kadar temiz, bütün tatlılığıyle uzayıp gidiyor. Güzel kız başını yukarı kaldırıp ağaca yapraklar arasından süzülen güneş damlaları altında gözlerini kıpıştırarak oturuyor. Keçi çobanı bir dakika durdu, Ayrılışınm verebi- leceği acıyı düşündü. Gözünün önüne kanatları geril- miş yaralı bir kuş geldi. Uzun kirpiklerin ucunda top- lanacak yaşları ve altındaki bâlrengi islak gözleri gördü. Ona en az acı vererek içindeki akıntıyı nasıl anlatmalıydı, nasıl? Fakat bu hiç güç olmadı. Fatma çabuk anladı.