ine kli bari. v. Pls ii. 2 “Bilmem. Ben de sade dimağa; hitap eden bu cins musikiden hiç anlamıyorum. Halbuki musikisini pek severim. Bilhassa Peregrini çaldığı vakit. Bana efen- dinin çaldığı hava ne gibi gelir,| size anlatayım. Dahi bir sada mi- Avrupa marının kurduğu bir sada abidesi. Yalnız riyazi bir.dahi böyle bir eser yaratabilir.,, “Acaba bu abidenin içi nasıldır dersiniz?,, Vehbi efendi biraz düşündü. Cevap verdiği zaman bir sada abidesini değil, Şark ve Garpta alelâde mukayese ederek anlatıyor gibiy- di. insanların meskenlerini “İçleri hep mantığa uydurula- rak yapılmış olacak. Her parçası bir maksat için yapılmış. On- larda o bizimkilerdeki (Oköşeler, bucaklar olmasa gerek. maksat düşünülmeden yapılan kö- şeler. Fakat ne kadar daha rana yakın ve sıcaktırlar!,, Kanarya yavaşça güldü. “Sizi sıktım mı?,, Nejat efendi salona dönmüştü, Rabia gözlerinde samimi bir minnetle teşekkür etti. Hakikat yüzü dinlenmiş, tavrı eski sükünu- nu'alaiiştz Vehbi Döde efendiye doğrü İlâştddi. “Hanımefendiye Alman musi. kisinin, sizin çaldığınız kısmından bir şey anlamadığımı söylüyor- dum. “Fikri musikiyi biz pek anla- mıyoruz.,, Bu mevzu, efendinin salâhiyet- le bahsedebileceği mevzu olduğu için kekelemeden söylüyordu. De- vam etti; | “Fakat bizi Garp musikisinden ayıran bu fikriliği değildir. Cünkü Garp musikisinde de fikri olanı çok azdır. Asıl farkımiz deruni tempomuz ve ahenk meselesidir.,, “Garp musikisinin melodi yok-| tur.,, Kanarya atılmıştı: “Size öyle gelir. Fakat muhtelif melodileri bir araya katıp yaptık- ları bu muğlâk ahenk bence me- deniyetlerinin en büyük, belki bir tek muvaffakiyeti. Bizdeki tek başına tekrar edilen, söylenen me- lodiler insana bir yalnızlık hissi verir. Alaturka şarkı söyliyen bir adam bana kendi içine hapsolmuş bir adam gibi gelir.,, Odasına giderken efendinin ha- tırına, Profesör Hopkinz'in (Mak- bet) den okuduğu, hayatr tarif! €den bir parçanm bir satırı geldi: “Bir divanenin kendi kendine| tekrar ettiği bir masal!,, vin Feleğin çarhı dönüyor. İnsan Tara kısmet dağıtıyor, talilerini| tespit ediyor. Fakat Selim paşanın bostan kuyusundaki su çeken tah-| (Nakil, tercüme ve iktibos akkal hakkı mahfuzdur.) ta dişli, köhne, gıcırtılı dolap de-! gil İstenildiği zaman durdurulan, istenildiği gibi yavaşlattırılan bir tahta çarh değil. Demirden, çelik- ten bir çarh. Yüzbinlerce beygir kuvvetiyle, durup dinlenmek bil- miyen, aman aralık vermiyen, kafa, yürek demeyip dişleriyle k?- mirip, ezip geçen çarh! Rabia kendini böyle bir kör kudretin elinde, böyle korkunç bir tali çarhının dişleri arasında his- sediyor. Kader, bir gönlünü bir kâfire vermiş. Kâfir de anası ölmüş, ortadan kaybol- muş. Belki bir daha dönmiyecek. Kim demiş feleğin çarhı kördür, sağırdır, kemirdiği gönül, ezdiği kafa bir tesadüf eseridir. Hayır, hayır. Her şeyde bir hikmet var. Peregrini'nin anasının ölümü, Ra- müslüman kızının biaya gökten gönderilen bir alâ- met. Töbe etmesi, istiğfar etmesi, gönlünün günahını çıkarıp atması için onu ikaz eden ilâhi alâmet. Rabiayı samedaniyet imtihan edi- yor. İmanının kudretini, salâbeti- ni deniyor. Rabia, hayatta her olan şeyi, görünmüiyen gizli bir kuvvete atfe- decek hilkatlerden biriydi. Ölçü- leri hiç bir zaman zahiri olamaz- dı. Onun yaşadığı dünya bir ruh dünyası! Beşerin gözle görülen, elle tutulan bütün eserleri, bütün işledikleri bir gölge, asıl arkada hayata hâkim olan menbaın göl- gesi. Bu, dimağındaki ilk ilk teşekküllerden vücuda kanaatiydi. izler, gelen (Devamı var) HABER — PER — Akşam; postası DKOKALI HK İSHAK F E ADİ mama > AZAN: e KADIN. Leylâ Beykozda küçük bir evin | önünde durmuştu. Pencereden genç bir kız, sevinçle haykırmağa başladı : — Ah. Anneceğim, sen misin ? Geçen kısmın hulâsası Leylâ, otuz beş yaşlarmda sehhar bir kadındır. Arnavutköyünde oturu- yor. Sabahleyin gözlerini acar açmaz gazeteye sarılıyor. Bütün gazeteler o gün, bir gece evvel Büyükderede hüviyeti meçhül bir kadın tarafından öldürülen Münir Sehap vakasmdan bahsediyorlar, Zabıtanın aradığı ka- dın, (Leylâ) dan başka biri değildir. Fakat, onu tanıyan yok. Şoför sadece onun eşkâlini tarif edebiliyor. İşte o kadar, Devamını aşağıda okuyunuz. Leylâ Beykoza niçin gitti ? Leylâ Beykozda vapurdan indi. İskele boyundan Yalıköyüne doğ- ru yürüdü.. Küçük bir yokuş çık- tı ve boyasız küçük bir evin önün- de durdu. Pencereden bir genç kızın başı göründü. Başı çatkılı, masum bakışlı on beş yaşlarında bir ev kızı. — Ah.. Annem... Diye haykıran genç kız telâşla kapıya koştu. — Babam on beş gündenberi seni sayıklayıp duruyor.. Tam vak- tinde geldin! Leylâ ciddi bir tavırla girdi: — Yatıyor mu..? — Evet. — Hâlâ dizleri tutmuyor mu? — Hayır. Doktor her gün geli- yor amma.. Babam eskisinden da- ha fenalaştı. Nevzat bey, Leylânın on altı yıl önce evlendiği kocalarından biriv- di. Leylâ birkaç yıldanberi on- dan ayrı yaşıyordu. Nevzat çok zengin bir yol mü- teahhidiydi. Leylâ onun servetini yemekle bitirememişti. içeriye Hâlâ yiyordu.. Ve Nevzat, Ley lânın aşkiyle yaşadıkça, ölünciye kadar da yiyecekti. Nevzat haya-! tında biricik kızı Nesrine Yalıbo- yunda yedi odalı bir evden başka bir şey vermemişti. Hanlar, ha- mamlar, sayısız dükkânlar birer | birer eriyordu. Leylânın sefahatine servet mi dayanırdı? Nevzat bey iki yıldanberi kö- türümdü.. Yataktan kalkamıyor- du. Ona Nesrinden başka bakar! kimse yoktu. Evde ihtiyar bir ana- lıkları da vardı. Nesrin anasını boynuna sarıl. dı: — Ne olur anneciğim, beş on gün burada kalsan.. Babam sen: görünce diriliyor.. Tatlı attlı ko- nuşuyor. Sen gidince tekrar eskisi gibi fenalaşıyor. Rüyasında hep seni sayıklıyor! Nefret ediyorsan, bari bana olsun merhamet et an- ne! Leylâ omuzunu silkerek yukarı» ya çıktı.. Nevzat bey karyolasının içinde kirpi gibi büzülmüş yatıyor du. Hastalıktan erimiş, küçülmüş, zayıflamıştı. gözlerini açtı: — Leylâ.. Sen misin? Ah, ben de şimdi seni rüyamda görüyor- dum. Ve sevinçle başını kaldırdı: — Hangi rüzgâr attı seni bugün buraya..? Leylâ karyolanın içine eğilerek! eski kocasının soluk yanağından öptü.. Başı ucunda duran bir kol- tuğa oturdu: — Birkaç gündenberi seni gör- mek istiyordum, Nevzat! Bir türlü vakit bulup da gelemedim. Otur- duğum evin vergi borçları birik- ININ Gürültüyü duyunca | İ miş. Maliye memurları erkıştırın duruyorlar. Yarına kadar mühlet verdiler, Saçlarını düzelterek önüne bak- “: ! o — Benim senden başka kimim ! var, Nevzat? Bu parayı bugün ba- na verirsen, ne kadar sevineceğita bilsen... Nevzat, Leylânın hazin ve tatlı sesini duyunca bütün elemlerini u- nutmuştu; — Sen merak etme yavrum! de- di, başın sıkılınca elbette bana ko- şacaksm.. Yabancılara derdini dö- kersen, kızarım doğrusu sana..! Leylânm yüzü gülmeğe * başla muştı. Nevzat bey elini yastığının al- tma götürdü: — Vergi borcunuz ne kadarmış bakayım..? — Birkaç yıldanberi almamış lar.. İki yüz lira diyorlar. — Pek de çokmuş a canım! Ma- amafih sen üzülme.. Al şunları. Nevzat titrek parmaklariyle iki yüz banknotu saydr.. Leylâya u- zattı, — Bundan başka harçlık iste « mez misin? — Vallahi artık senden para is temeğe utanıyorum. Şu sırtımda © ki mantoyu görüyorsun ya. ! . .İki. yıldır onu giyiyorum... Gülümsedi.. Gözlerini Nevzadın gözlerine dikerek, birkaç saniye böylece kıpırdamadan durdu. Nevzadın içine bir yığın ateş daha dökülmüş gibi, birden yata- ğın içinde doğrularak, tekrar elini yastığının altına götürdü; — Elli lira yetişir mi? A 4 DIZ İĞ SAİM Tefrika No.2 Dünkü kısmın hülasası Samiye, Nadide hanımefendinin ko- nağında mürebbiyedir. Bir gün mukave- lât muharriri Ali beyden bir mektup ge- Niyor. Mektup, Samiye Arif Nedret ad- resine yollanmıştır. Samiye de, onun ev- Ki olmadığını bilen konak halkı da şaşı- rıyorlar, Fakat Samiye evli olmadığı, i- şin içinde bir yanlışlık bulunduğu iddi- asındadır. Hemen küçük yazı masama koştum. Fakat bir- denbire aklıma bir şey geldi. Arif olsa da olursa da Ali Bey beni çağırıyordu.. Mühim bir iş için Samiye Ekrem Tok'u görmek istiyordu, Şu halde ona aCA- ğıma doğruca kalkıp ek daha kestirme olacaktı. Hattâ hemen o günü gitmeğe karar verdim. İzin alabilmek için Nadide hanımefendinin daire sine doğru yürüdüm. Oradan çıkmakta olan Pervin- le karşılaştım. Çok neseli, keyifli görünüyordu. leri gene üzerime takıldı. Sabahki mektubu hanıma söylemiş olduğunu ar- ladım. Birdenbire vaziyetin eğlenceli tarafını düşü- nerek gülmeğe başladım. Demek ki ben deli idim! Pervin benden iyice emindi. Müstehzi göz- Nadide harrmefendiden izni kolayca alabilim. Fakat bana karşı daima güleryüzlü ve lütufkâr olan bu iyi kalpli kadının yüzü değişmişti. Pervinin me- anlatması üzerine kimbilir hakkımda neler dü- gi Bütün çocukluğunu mektepte geçiren, muallimlerin hararetle tavsiye ettikleri bir gerç kız. Ah bu Mukavelât muharriri... Niçin bu yaptığı dik- katsizlikle hakkımda şüpheyi davet ediyor. Ak ne di- yeyim bilmem ki... Ali Beyin yaz'hanesine girdiğim vakit öğledön- sonra saat İki idi. Burası uzun ve insana hüzlin veren bir oda idi. Yerler tozlu, kirli kartonlarla kapianmış- tı. Siyah, kaba kâğıtlarla kaplı rableler oraya buraya atılmıştı. Yazıcıların üzerime dikilen küstah ve mü- tecessis gözleri karşısında fena halde sıkılıyerdüm. Bereket versin ki odanın öte tarafından döğre *€- vimli bir s€8 yükseldi: — Bir arzunuz mu var hanım! Bu oldukça yaşlı bir adamdı. Odanın en sonunda parmaklıkla ayrilmıs bir yeri işgal ediyordu. Ona doğru ilerliyerek: — Ali Beyi görebilir miyim diye sordum. — Ali Bey şimdi meşguldür. Sizi ancak vereceği. niz bir randevu ile kabul edebilir. — Fakat beni çağırdı. Mümkün olduğu kadar çabuk gelmemi söyledi. — Şu halde iş değişti. İsminizi lütfen söyleyiniz, — Samiye Ekrem Tok. Sanki hatırlamak istiyormuş gibi: “Samiye Ekrem Tok,, Samye Ekrem Tok,, diye tekrar etti, Sonra önündeki listeye bakarak araştırma fa baş- ladı. Hem araştırıyor hem de İsmimi mırıldanıy. Fakat araştırma nafile oldu. Başını kaldırarak yi sesle sordu: — Mektubu alalı çok oldu mu? — Hayır. Hattâ bu sabah Beyefendi. — Garip şey! dedi. Ayağa kalkarak: — Siz biraz oturunuz hanım. Ali Beyin odasın. da olup olmadığma bir bakayım. Ben gene düşüncelerime dalmıştım. Bir kaç da- kika sonra geldi. — Ali Bey sizi bekliyor Samiye Arif hanım de- di, Niçin bana Samiye Arif diye hitap ediyordu? Ni çin gözlerinde evvelce hiç görmediğim derin bir te- cessüs vardı.? Pervinin Samiye Arif Nedret diye müstehzi kahkahası kulaklarımda gene çınlamağa başladı. Büyük bir endişe ve rahatsızlığın beni sare“ dığını hissediyordum. Şimdi korkmağa başlamıştım. « Fakat niçin ve neden korkacaktım. ? Şunu da söyliyeyim ki Mukavelât mubarriri A» li Beyi hiç tanımıyordum. Onu görmekliğim bende hiçbir hatıra uyandırmadı. Onunla ilk defa olarak karşılaşıyordum. Altmış yaşlarında çok ciddi ve resmi tavırlı bir adamdı. Fakat çok sevimli idi. Nezaketle bana bir sandalye gösterdi. Dakikaları kıymetli, bir iş adamı tavrile derhal meseleye girişti; — Yazıhaneye acele gelmenizi rica etmemin s8 bebi sizin eski Mukavelât muharririniz Bilâl Beyle sürüncemede kalmış işlerinizi ve hesaplarınızı bir ân evvel halletmek ve, yoluna koymak içindir. — Nasıl Bili Beyle olan hesabım? diye tekrar ettim. — Evet otuz dört senedenberi buranın Mukave- lât muharriri Bilâl Beyle olan muamele ve hesapla. rınız... Zennederim ki kendisi sizin vâsinizdi, deği mi?, — Evet. — Birkaç ay evvel öldü. Tabii haberiniz verır, — Hayır, bilmiyörum. — En birinci arzum sizin sürüncemede kalmış İşlerinizi yoluna koymak ve bunlar: bir ân evvel İf. tirmektir hancmefendi. Şurasını da ilâve edeyim ki sizi hiç bir şeye mecbur tutmuyorum. İstikbalde işle» rinizi ve besaplarmızı bana vermek kendi arzühüsi bağlıdır, Fakat ben bugün bana devredilmiş ölar”Wj- tün bu hesap ve muameleleri bir ân evvel düzeltme ğe mecburum. Eğer kendiniz bu işlerle wi istemezseniz göstereceğinz bir vekille de y riz, (Devamı var)