4 A&ustos 1938 CtHVIHURtYET Tarihten yapraklar İktısadî hareketler Pazarlığın kaldırılması Naşidi seyrederken Onu beş on dakika kadar gördük. Her zamanki Naşiddi. En klâsik jestleri bile kahkaha ile güldürecek kadar yeni idi Yazan: FİKRET ADÎL Dedi ve bizi daha hürmetle seyretmeğe davet etti. Perde Garden bar artistlerinin(!) üzerine kapanıp bir daha açılınca, ağızlarımız da hayretten açıldı. Ben, kendi payıma, yirmi beş yaş gencleşmiş, ilk tiyatroya gittiğim, daha doğrusu götürüldüğüm günü yeniden idrak etmiş tim. Sahnede, «İstanbul hatırası» kartpostallardan fırlamış bir «harem kadını» duruyordu. Elinde nargilesi, hotozunun üzerinde, ay yıldızı eksikti. Üst tarafı tamamdı. Oynamağa başladı. Püskülle rini titretti, serçe parmaklanna takıh tülünü göğsüne kavuşturdu, omuzlannı oynattı, göbeğini... salladı, adım atışlar yaptı ve bir temenna ile, bine yakın seyircinin avuclanndan fırjıyan alkışları toplıyarak, eski zamanlara aid bir güzel hayal gibi kaybolup gitti, sihir bozuldu. Ve o zaman, biz de yorgunluğumuzu anlamağa başladık. Maamafih, dayan dık. Çünkü tekrar perde açılmıştı. Şimdi, karşımızda dört kadın zeybek vardı. Bunlardan dördüncücü, Garden barü lı «duo monden» in Macar kadını idi. Sohneyi doldursun, diye ilâve edilmiş olacak ki, zeybek başlar başlamaz, bu oyunu bilmediği derhal anlaşıldı. Macar kızı, bütün hareketlerini ötekilere uydurmağa çalışıyor, fakat daima geç kaldığı için, tuhaf oluyordu. Bu, hani insan şimşeği görür de, gök güriiltüsünü bir müddet sonra duyar, bir acayiblik hisseder, ona benziyordu. Maamafih bu acemilik halkın hoşuna gitti, alkışlandı, ve perde kapandı. Naşidi görmeğe gitmiştik. Meğer biz onu ararken ve numaraları seyrederken, o, sırasma intizaren locasının önünde bir sandalyeye oturmuş, bekliyormuş. Bu müddet esnasında pekâlâ kendisini görebilirdik. Sonradan farkma vardığımız için olmadı. Hiç olmazsa sahnede göre lim, diye ayaklarımıza inen kara sulara rağmen ısrar ettik. Bilmiyorum, saat kaç olmuştu, perde, bu sefer, bir nevi intizar odası misafir salonu yazıhane üzerine açıldı. Sahneye, yan taraftan da olsa, yakın olduğumuz halde, etrafımızda o ka dar görültü vardı ki, aktörlerin dudaklarmın kıpırdadığını görüyor, sözlerini işitmiyorduk. Bir aralık kısa bir sükut ol oldu. Jönprömiye rolünü yapan zatın sesini duyduk. Ben bu piyesi evvelce görmüş müydüm? Zannetmiyorum. Fakat sahnedeki mükâlemeleri herhalde duy muştum. Çünkü bunlar «tuluat» a mahsus tekerlemelerdi. Bu münasebetle düşündüm. Tuluat demek hiç de doğru olmuyor. «Mahfuzat» demek daha doğru. Çünkü, senelerdenberi hep ayni tekerlemeler, ayni mükâlemeler, ayni geviş.... Ve işin garibi, şu dakikada duyduğum sözleri, ben merhum meddah Sürurinin bir tekerlemesi olarak, bundan bilmem kaç sene evvel, dinlemiştim. Nihayet kulislerde bir hareket oldu. Bu hareket bir dalgd halinde halka sirayet etti ve sahnede Naşid göründü. Onu, beş on dakika kadar «gördük» Her zamanki Naşid, En klâsik jestleri bile her defasında ve klâsik olduğu için yeni Naşiddi, Bir buçuk saat içinde on beş dakika «verilmesine» rağmen ayni Naşid, her zaman kendi ve her zaman başka Naşid... Asfalt arsada daha fazla ayakta durmamıza beşerî tahammül imkânı kalmamıştı. Ağır ağır, ve oyunun sonunu bil diğimiz halde istemiyerek, çıkış kapısına yürüdük. Orada bizi bir başka sahne karşıladı. Sokakta, bir kaç «yedibelâ» gencle tiyatronun «Tarzan» ları kapış mışlar, dövüşüyorlar. Büfeci, pederane bir müdahale ile onları yatıştırmağa kalkışıyor, karşı taraftaki jandarma kara kolundan aşina bir bağlama sesi geliyordu. reNCERESINDEN Define hıilyaları ve hakikî defineler efine ararken aklını kaybeden ve o hulyada kendine kılavuzluk yapan adamın başını keserek yakasını kanuna kaptıran bedbahtın macerasını gazeteler yazdılar. Bir yandan gülünc, bir yandan hazin olan bu macera belâhet tarihinin arasıra tekerrür edegelen bir satırmdan ibarettir. Dün olduğu gibi bugün de çarçabuk zengin olmak hulyasile define peşinde gezenler vardır. Bunların bir kısmı sözde ilmî vesikalara istinad ederek, bir kısmı da rüyalara veya remülere aldanarak şurada burada evlerin temellerini kazarlar, sularm dibini araştıjırlar. Ağac köklerini eşelerler ve sonunda ya timarhaneye giderler, yahud sürünürler. Gerçi uzak tarihin define bulmuş adamlara tahsis ettiği bir kaç satır yok değildir ve meselâ Mısırda bir devlet kuran Tulun oğlunun iki define bularak kudretini çoğalttığı da rivayet olunur. Fakat bunlar piyangoda büyük ikramiye kazanmaktan da nadir tesadüfler olup hakikî definelerin anahtarı bil giye müstenid çalışmakta, alın terinde ve şahsî teşebbüstedir. Bunu, define a* rarken aklını kaybeden, cinaî hamleler yapan, mahpese giren bedbahtın hikâyesile birlikte dün gene gazetemizde çıkan tayyare fabrikasına aid bir yazınm özün^ den de istidlâl etmek mümkündür. Ben o fabrika sahibini pek yakından tanınm. Mütareke devresinin başlangıcmda mali. ye tahakkuk müfettişi idi. O devrin bir kısım İstanbul halkına getirdiği delilik; buhranlarından başındaki fesi alınıp çamura aülmak suretile zarar gördü, istifa" edip topu topu iki yüz lira sermaye ile sigara kâğıdı ticaretine başladı. Lâkin millî davanın hem kutsiyetine, hem müspet neticeye ereceğine iman beslediğin • den piyasaya çıkardığı kâğıdın admi «Türk zaferi» koydu. Bu ad, onun için bir define anahtarı oldu. Çünkü Anadoluda sigara kâğıdı satan bütün müesseseler, Türk olmıyan firmalara aid mallart bırakarak onun çıkardığı kâğıdı almağa başlamışlardı. Millî mücadele zaferle neticelendiği gün sabık maliye tahakkuk müfettişinin, o mütevazı sigara kâğıdı satıcısının elinde seksen dört bin lira vardı. İki yüz kâğıd liradan husule gelen bu sermayeyi beş on misline ve daha ziyadeye çıkarmak ise artık pek mümkündü. Çünkü cumhuriyet rejimi her namuslu ve teşebbüs sahibi yurddaşa tam bir hürriyet içinde çahşmak ve kazanmak hakkını, imkânmı vermiş bulunuyordu. Sâyin bedeli, Abdülhamid zamanında ve kapitülâsyonlar devrinde olduğu gibi, heder olmyacaktı, mutlaka alınacaktı. Eski maliye müfettişi bu hakikati de kavradı, Atatürk Türkiyesinde yaşamanm verdiği heyecanla birçok teşebbüslere girişti ve nihayet yurdumuzda ilk hususî tayyare fabrikasını kurmak şerefini kazandı. O, muhitten aldığı feyzin şükranını gene muhite ödemeği unutmadı, vefatından sonra servetinin hayırlı işlerde kullanılmasını resmî surette imkân altma aldı. Rüyaya, şu veya bu telâkkilere kapılarak duvar diblerinde, ağac altlarında, su diblerinde define arıyanların ve hatta çalışma sahasına atılmakta tereddüd gösterenlerin bu ve bu gibi örneklerden ibret almaları iktıza etmez mi?.. Define, hakikî define, insanların bey* ninde, kolunda ve irade kuvvetinde göraülüdür. Onu bir eser haline koyanlar, koyabilenlerdir ki herkesin takdirini kazanırlar ve örnek sayılırlar. Yazık parayı şu kovukta, bu kovukta anyanlara!. Fatih ve Molla Güranî Yazan: M. TURHAN TAN Kristof Kolomb'un Amerikayı bulduğu ve Macarların yüksek bir kahraman saydıkları Jan Hünyad'ın Türk kurşunlarile açılan yaralar yüzünden kara toprağa konulduğu günlerde Edirne muhteşem bir düğün görüyordu. Anadolu ve Rumeli taraflanndaki bütün valiler, kadılar, beyler, kumandanlar, şairler, ta cirler, hocalar, şeyhler bu düğüne da vetli idi. Henüz sünnet edilmemiş birer çocuk bulunmalanna rağmen bin Amasyada, biri Manisada valilik yapan şehzade Beyazıdla Mustafa, bu düğün sı rasında o dinî ameliyeyi geçireceklerdi. Edirne baştanbaşa şendi, gülüyordu. Çünkii kurulan düğün yalnız eğlence vadetmiyordu, şehre kazanc da getiri yordu. Osmanlı ülkesinin her tarafından kafile kafile kopup gelen misafirler, yapacakları alışverişlerle şehre hayli para bırakacaklardı. Bir vali veya bir kumandan en azından beş yüz kişilik bir maiyetle geliyordu. Tacirlerin de yanlarında kalabalık bir kütle bulunuyordu. Bu sebeble Edirnenin nüfusu bir anda iki misline çıkıvermişti. Nazh Mericin şehre yakm bir yerde yaratıp yaşattığı güzel ada, düğün âle mjnin merkezi idi. Tahayyül olunan neşeler işte bu merkezden muhite yayılacaktı ve muhitin gözü, kalbi, heyecanı oraya bağlı bulunacaktı. Düğün sahibi Fatih Sultan Mehmedin çadın oradaydı, misafirlerini orada ağırlıyacaktı. Yapılan program mucibince düğüne üjnlü hocaların yedirilip içirilmesile başlanaCjaktı. Memleketin bütün tanınmış âlimleri o gün şehirden adaya geçecek lerdi, padisahm yanında ilmî münakaşalar yaptıktan sonra birlikte yemek yiyeceklerdi, hediyelerini alıp geri döneceklerdi. Hoca diyip de geçmiyelim. O devrin âlimleri başlıbaşına birer âlemdi. Bun ların taylasanlı sarıklarını kabarta ka barta atlar, katırlar ve merkebler üzerinde bir gezişleri, ardları sıra da küme küme şakird gezdirişleri vardı ki seyrinc doyulmazdı. Gene bu hocalar zaman;mızdaki muharrirler gibi birbirlerini çekjemezlerdi, kıyasıya kıskanc yaşarlardı. Meselâ Toslu Ali adlı bir hoca vardı ki Zeyrek medresesinde yüzlerce talebeye eUrs verirdi. Bu adam, Hocazade adh bir müderrisle candan düşmandı. Fatih Sultan Mehmedin bir gün kendisile rakibine onar bin akçe ve fakat Hocazadeye fazla olarak bir de katır vermesi üzerine küplere binmisti, evini ve medreseyi bırakıp Tebrize kadar yürümüştü! Abdülkerim adlı baska bir müderris, talebesine dejs takrir etmeğe baslamadan önce Toslu Ali Efendi ile Hocazadenin kızıl cahil olduklarına dair uzun bir nutuk vermeği âdet edinmi'ti! bu gelenler muayyen bir yerde hayvanlarından iniyorlar, hazır bulunan kayıklara binip adaya geçiyorlardı. Halk, herbiri o devTİn din işlerinden siyaset entrikalarına kadar bütün gizli vc açık maslahatlarına parmak sokan bu söhretli âlimleri seyrederken heyecanl: bir alâka göstermiyordu, merak ve sa bırsızlık içinde Molla Güraniyi bekliyorlardı. Çünkü günün sadnazamından da büyiik şahsiyeti bu hoca idi. Herkes Molla Güraninin binbir menkıbesini bilirdi. O; ne vezir, ne emir tanırdı. En kudretli ve haysiyetli paşalan: «Bre Mahmud, bre Davud» diye adlarile çağırırdı. Fatih Sultan Mehmedi şehzadeliğinde döğe döğe okutan o idi. Bilgi itibarile bütün hocalardan yüksek olduğu için hiçbir müderrise, kadıya yapılmıyan bir muamele ile kadri yük seltilmisti: Hem gündelik, hem aylık, hem yıllık alırdı. Gündeliği iki yüz, aylığı yirmi bin, yıllığı elli bin akçe idi!.. Gene o, Bursada kadı iken Fatihin bir emirnamesini: «Saçma» diye yırtmış ve getiren çavuşun yüzüne atmıştı. lşte bu hususiyetlerinden ve bu gibi işlerinden dolayı halk, onun gelmesini bekliyordu. Neden sonra söhretli hoca gö ründü. Lâkin meslektaşları gibi at, yahud katır veya eşek üzerinde değil, araba içinde!... Bekliyenler, padisahm şahsına mahsus arabadan hocanın çıktığmı ve büyük bir vakarla kayığa bindiğini görünce merak ettiler, onunla gelen adamlarm etrafını sardılar, hararetle sordular ve öğrendiler: Molla Gürani, Edirne sokak larmın çamurlu olduğunu, bu sebeble adaya gelemiyeceğini söylemiş, padişah da o devirlerde koçu denilen arabasını göndermiş! Halk, hocanın araba ile gelişindeki sebebi araştırırken o da Fatihin çadırma girmişti, padişah tarafından yedi adım ileri gidilmek suretile karşılanmıştı ve eli öpülerek en şerefli yere oturtulmuştu. Artık düğün merasimi başlamış demekti, programın birinci maddesini teşkil eden ilmî münakaşalara girişilmişti. Zekâlarını günlerdenberi seferber etmiş olan hocalar mübahasede üstün çıkmak kaygusile olanca gayretlerini sarfediyorlardı, kılı kırk yararak söz söylü yorlardı. Tam iki saat süren bu çene yanşından sonra padişah, Molla Güranıye sordu: Yemek yiyelim mi? O, başile «muvafık» isareti verince uşaklar harekete geçirildi, büyük otağda bırkaç sofra kuruldu. Fatih Sultan Mehmedle Molla Gürani ayni sofrada yiyeceklerdi. Hoca, tacidar sakirdile her görüscede dile almavı itiyad edindıği öğüdü bu sofra basında da fısıldadı: Haramdan perhiz eyle!.. Padısah gülümsedi ve ilk sahandan mollanın bırkac lokma alması üzerine kulağına eğildi: Saraylarda httram lokma varsa işte siz de ondan yemiş oldunuz. Molla Güranı cevab verdi: Benım önüme halâli düsmüstür. Fatih, onun bir tarafa bakmasından istifade ederek sahanı çevirdi ve molla nın bir lokma almasını müteakıb güldü: Eh, dedi, artık haram yediğinize süphe kalmadı. Çünkü benim tarafimı size cevirmistim. Mollanın cevabı şu oldu: Yanılıyorsunuz. Benim önümde halâl, sizin önünüzde haram lokma kalmamıstı. Onun için sahanı çevirdiniz. Biraz sonra bütün hocalar sini sini şekerlemeler, helvalar ve kese kese altınîar yüklenerek evlerine dönüyorlardı, halkın da ağzında: «Molla Güraninin padişahı mat edip susturduğu» haberi dolaşıyor Pazarhğın kaldırılması hakkındaki kanunun hükümleri, eylul başından itibaren mer'iyet mevkiine girmiş ola cak. Böyle olmakla beraber kanunun tatbikı îktısad Vekâletinin göstereceği lüzuma ve İcra Vekilleri Heyetinin tasdikına muallâk bulunmaktadır. FilhakiÜç arkadaş Naşidi görmeğe gittik. ka, kanun hükümlerine nazaran, İktısad Kaç gündür, gazetelerde onun nereVekâleti bu kanunun hangi mıntakalarda tatbik edilmesi lâzım geldiği hak lerde oynadığını aramıştık. Nihayet bir kında. eylul başmdan itibaren İcra Ve tanıdık, cuma akşamı Beyazıdda Azak killeri Heyetine teklifte bulunacak ve sinemasınm yazlık kısmında oynıyacağıtasdikı müteakib kanun hükümleri o nı söyledi. Telefon ettik, saat dokuzda mmtaka için mer'i olacaktır. Şu hale başlanacağını öğrendik. Yola koyulduk. göre, kanun bütün memlekette, yavaş yavaş ve mıntaka mmtaka teşmil edi Fakat daha sinemanın bulunduğu yokuşun başından, oyun yerınin önünde gör .erek tatbik olunacaktır. İktısad Vekâletinin bu işle meşgul o düğümüz büyük bir kalabalık bizi kor an dairesi, İç Ticaret Umum müdürlü kutmuştu. Acaba yer mi kalmamıştı? ğü, iç piyasa için çok mühim olan bu Filhakika öyle idi. Kapıda bir polis durkanuna aid hazırlıklarla meşguldür. Ve muş, içeride yer olmadığını söyletiyor rilen haberlere göre, kanun hükümle du. Daha doğrusu söyletmek iştiyordu. rinin evvelâ Ankara, İstanb.ul ve İzmir Çünkü, bu işe memur ettiği adam, Ermede tatbikı derpiş edilmektedir. Bu üç şe ni şivesile: hir, Türkiyenin en büyük şehirleri olma Ayakta durmağa razı olursanız, sı itibarile kanunun buralarda tatbikı o yirmi kuruş! nisbette güç olsa gerektir. Çünkü ka Diye bağırıyordu. Belediye nizamnunun tatbikatını temin edecek en mülarının bu lâübali yaz akşamında yersiz him âmil, kontrolun sıkılığı olacaktır. Büyük şehirlerde ise bu kontrolu te bir şiddetle tatbikına imkân mı vardı? sis etmenin güçlüğü asikârdır. Fakat bu Ve biz, ta... uzaklardan Naşidi görmesehirlerin seçilmesinde, buralarda be ğ egelmiştik. Polisin işe göz yumuşundan ledive teşkilâtınm diğer şehirlere na belki de duymayışından istifade ede zaran daha mazbut olması âmil olmuş rek, ayakta durmağa razı olarak b.üetletur, zannederiz. rimizi aldık, lubiyat mahalline girdik. Ticarette pazarlığı kaldırmağı istih. Bu, nihayetinde şano ile artist localadaf eden kanunun ilk tatbik merkezi şu n, iğne atılsa yere düşmiyecek derecede üç şehir olacağma göre bütün memle kette işin muvaffak olmasının sım da dolu mustatil asfalt arsanın bir tarafında gene bu şehirlerde toplanmış olacaktır. birkaç ev tünemişti, bir tarafında da kale Mesele, tatbikatta hiçbir veçhile omuz gibi apartımanlar yükseliyordu. Aparsilkmesine meydan vermemeği temin tımanların arsaya bakan pencereleri, dir. Bunun için de icabmda çok şid balkonları, salkım salkım seyircilerle detli hareket etmek lüzumu hasıl ola dolmuş, tıyatroya loca ve paradi vazıfecağı muhakkaktır. sini görüyordu. Pazarlığın kaldırılması imkânı hasıl Şöyle kenardan, apartımanların taraolduğu gün memleketimizde iktısaden fından, ileriledik, karşımıza biri çıktı. •eni bir devir başlamış olacaktır. TicaBilet sordu. Gösterdik. Onar kuruş darette başlıca şart olan emniyetin, bütün şamil manasile bugünkü şerait içinde ha vermemiz icab ettiğini söyledi. Vermevcud olduğunu iddia edemeyiz. Top dık. Bir dakika da müsaade istedi. Yetancıd.an veya fabrikatordan başlıyarak ni bilet getirecek zannederek onu da ver.e bütün eller imtidadınca son el olan dik. Fakat bize sandalye bulduracak alıcıya kadar devam eden mütemadi mış. Ümidlendik, bir hayli bekledik. bir çekisme ve pazarlık silsilesi her hal Sandalyeler gelmedi. Bunu da hüsnünide iki tarafm birbirini kandırmak isteyetine vererek biraz daha sahneye doğru mesinden başka bir mana ifade edemez. Bu da pek tabiî emniyetsizliği doğuran sokulduk. Bulunduğumuz yer bir nevi geçid olduğu için, yanımızdan, iç fani bir âmildir. lâlı, bağırlan bütün manasile yanık deliPazarlığın kalkmasile alıcımn aldanması gıbı bir ihtımal hatıra gelırse de kanlı namzedleri fiyakah omuzlarla gebunun imkânsızlığı derhal görülecek çip duruyorlar, sağa sola, birbirlerine tır. Çünkü serbest piyasa, normal fiat «ulan» lı emirler veriyorlar, hiç biri öteseviyesmi tayın edecektir. Bu normal kini dinlemediği için, ortada kalabahkseviyenin dışma çıkanların tutunması tan ve gürültüden başka birşey yapmı na pek tabıî olarak ımkân yoktur. yorlarVen.... Lubiyat mahallile apartı F.G. İstanbul hapishane binası dün tetkik olundu Is ı tncı sa/u/ede] Bilâkıs, İstanbul meb'usu Salâh Cim" cozla mimarlardan bazı /evat, bİHanın san'at itibarile, bü} uk bir kıymet ıfade etmedıği kanaatınde buiunmuşlardır. Valı Muhıdaın Ustundağın her iki noktaı nazarı telif etmeğe çalıştıgı görülüyordu. Ustündağ. bir aralık mımar Sedad Çetintaşa bın^mn mımarı kım oldu" ğunu sormuş ve kendisinden bunun kat ıyetle malum olmadığı, mımar Acem Alı, Koca Sinan ve Mehmed Ağalardan bırınin eseri olmak .htımalı bulunduğu ce" vabını almıştır. Ustündağ, bunun üzetine, mimarının kim olduğunda iht;'âfa düşülen bir eserin, tarihî kıymetincie neden bu derece ısrar edildığini cğfenmek ıstemıştır. Mimar Sedad Çetintaş verdığı cevabda; bir çok büyük abidelerin mımanmn kat'î suretle tayin tdilemedığıni ve mese" lâ, Beyazıd camıinın mimarı hakkında bile ihtilâfa düşu'ldüğünü söyliyerek: Biz esere bakarak; hüktnümüzü vermek mecburiyetindeyİ7, demıştır. Vali Muhiddin Ustündağ, heyetin arzusu üzerine, hapisanenin birçok müştemılâtı " nı ve bu arada sıbyan koğuşunu, ağır cezalılar koğuşunu gezmiş, mahpusların hangi suçtan dolayı mevkuf olduklarını sorarak hatırlannı almışhr. Tetkikata, Sinan tarafından sonradan tadil edildığine hükmolunan Maliye arşiv dairesinde de devam edilmiştir. Bu bina, vaktile harab bir halde iken, Ha ~ pisaneler Umum Müdürü Efdaleddinin memuriyeti zamanında, tamir edilmiştir. Heyet; arşiv daıresini de gezmiş ve üst katta devrinin şaheserlerinden biri olan geniş tarihî salonu da bu arada gözden geçirmiştir. Tetkikat, saat 13 e kadar devam et ~ miştir. Heyetin, bu tetkikat neticesinde nasıl bir kanaate vardığı bugünlerde anlaşılacaktır. Maamafih, tahminlere göre, arşiv dairesile lbrahimpaşa sarayı bakiyesi haric de tutulsa hapisanenin yıkılacak aksamı üzerinde Adliye sarayına kâfi gelecek arazi mevcuddur. Faaliyete geçilmek üzere heyetin vereceği kat'î rapor beklen* mektedir. Halk bütün bu hikâveleri bilirdi, ho calann birbiri için ne düzenler kurduklarını ve ne dalavereler çevirdiklerini gülüp eslenmek maksadile arastınp bulurdu, dedikodu mevzuu yaoardı. Bugün de Meric kıyısına yıgılarak hocaların alayla ve ralımla gecişlerini seyre hazır lanmıstı. Ilkın Molla Hüsrev göründü. Bevaz bir katıra binmisti. Arkasında yüz kisilik yaya bir kafile vardı. Bunlar o nun birinci sınıf sakirdleri olup hocalarıni her vakit takib etmeği vazife edinmisierdi. Ardmdan adı îstanbuldaki bir vo kusa yadis;âr kalan Molla Zeyrek Mehmed «eldi. Onun da debdebesi yerindeydi. Fakat Molla Hüsrevinki kadar değildi. Daha sonra Hocazade Musli hiddin Mustafa, onun ardından Ha tiboğlu Taceddin boy gösterdi. Onları Kestelli Mustafa, Halebli Alâeddın, Ali Kuşçu, Şirvanlı $ükrullah ve îstanbul kadısı Hızır Bey takib etti. Bütün du. M. TURHAN TAN ( Lüleburgaz Biçki Yurdunda açılan sergi J Lüleburgaz (Hususî) Kazamız Bıçki Yurdunda bir müddetenberi devam eden imtihanlar bitmiş ve on iki gene kız diplomalarını almağa muvaffak olmuştur. Yurd bu münasebetle bir sergi tertib etmiştir. Valimizin de ziyaret ettiği bu sergide hesab işlerile erkek kostümleri bilhassa takdirler kazanmışlardar. Yukarıki resim sergiyi tertib eden mezun kızları bir arada göstermektedir. manlann arasmdaki çukurda bir feryad yükseldi: Ben gâvur muyum ki, böyle dövüyorsunuz! Ve peşinden bir sürü ana, avrad kü fürler... Arkadaşlarım kahkahayı bastılar. Sonra: Aşkolsun şu Naşide, hakikaten san'atkâr. Diye takdim ettiler. Neyi beğendiklerini ve neden güldüklerini sordum. Meğer, bu hâdiseyi, bazı Amerikan piyeslerinde olduğu gibi, oyuna halk arasından başlanmış tarzında almışlar ve haykıra nın şivesinden Ermeni olduğu anlaşıldığı halde «gâvurluğunu» inkâr etmek, ayni zamanda sanki «gâvura» dayak atmakta mesağ varmış gibi görünmek suretile bizzat Naşid olduğunu zannetmişler, bu «espri» sine hayran olmuşlar. Bu sefer gülmek sırası bana gelmişti. Arkadaslarım, biraz ev\el önümüzden geçen delikanlı namzedlerinin hep birden hâdise mahalline çullandığını, birini patakladîklarını görünce, bunun, tiyatroya bedava girmek istiyen biri olduğunu anladılar. Birer gazoz içtik. Gazozcu çocuk, buraların acemisi olduğumuzu farketmişti, bizden birer kuruş fazla aldı. Saat de dokuz buçuk olmuştu. Nihayet kalabahkla sahnenin arasma sıkış tığından mıdır, nedir, sesi pek pesten çıkan bir bandonun flon flonları duyuldu. Her nedense, böyle tiyatrolann bandolarmda, nazarlık gibi, muhakkak bir zenci mızıkacı bulunur, acaba burada da var mı, diye merakla baktım. Vardı. Perde, nazh ve mahcub bir gelin gibi kırıta kırıta kalktı. Elinde def, kos tümü kordelâlı, kordelâlı allar giymiş bir dilber koşa koşa sahneye geldi, Macar mı, Rus mu, Polonez mi olduğu belirsiz bir dansa başladı. Secde etti, gitti, bir İspanyol kostümü giyindi, parmakîarına çalpareler takarak döndü, ayni dansı yaptı. Bundan sonra, bir düetto oldu. Baritonumsu sesli erkeğin «yarabbim Alla hım» larından Ermeni olduğu, bıllık, bıllık, kırmızılar giyinmiş kadının da dilbazlığından eski bir aktris olduğu anlaşılıyordu. Bunlar, yerlerini bir Macar «duo monden» e terkettiler. Yanımda gözleri çukura kaçmış, elleri titriyen bir gene: M TURHAN TAN Fakir çocuklar için açılan kamp Fikret Adil Bursa Halkevi büyük bir düğün tertib ediyor Bursa (Hususî) Halkevi sosyal yardım komitesi, şehrimizde,n veya civar köylerden evlentnek isteyip de bu işin gerek resmî ve gerek hususî masraflarına gücü yetmiyenleri parasız olarak evlendirecektir. Bu masrafları Halkevi sosyal yardım komitesi verecek ve evlenecek çiftlere 11 eylul Bıırsanın Kurtuluş b a y ramı günü müşterek bir düğün yapacaktır. Evlenen çiftler için o gün Belediye salonunda memleket büyüklerinin de huzurile merasim yapılacak, o günün akşamı Çelikpalas bahçesinde evli çiftler şerefine bir gardenparti verecektir. Halkevinin bu kararı muhitte büyük bir alâka uyandırmıştır. Bunlar, Garden bardan geldiler. Eceabad (Hususî) Geçen sene Yalva köyünde kurulan ve muvaffaki yetle idare edilen Azadobası bu sene kaza merkezinde kuralmuştur. Bu sene o" baya elli zayıf ve fakir çocuk almmıştır. Bunlara günde dört defa yüksek kalorili yemek verilmekte, açık hava oyunları ile vakit geçirilmekte ve muallimlerin nezareti altında denize sokulmaktadır. Bütün çocukların kilolan gün geçtikçe şayam memnuniyet derecede artmaktadır. Gönderdiğim resim talebeleri yemek yerken göstermektedir.