İR zamanlar, komisyon- culuk yapardım. > #4 Önümde bir bahçe var. Bu bahçenin biraz ötesin- de deniz... Rıhtımsız bir deniz kenarı... Zeytinyağ fıçıları yüklü kayıklar; ceviz, fasulye, fındık, patates yüklü motorlar... Bahçenin içinde de ço- cuklar... Bazılarının arka- sında küfe, kiminin belinde ip, çoğunun ayakları çıp- lak, bir kısmının. ayakla- rında kendilerinin olmıyan yırtık fotinler.. Mevsim kı in O sene, şehirde fazla kış olmuyordu nedense... Bahçe dediğim yer de bir süprüntülüktü. Bahçe denince bizim ak- lımıza, ne gelir? Çiçekler, kuşlar, ağaçlar, çocuklar, yahut da çocuk gibi in- sanlar, değil mi? Burada ne çiçekler, ne kuşlar, ne de ağaçlar vardı. Yine de bu süprüntülük bir bahçe- ye benziyordu. Kuşsuz, ağaçsız, çiçeksiz bir bah- çe, yer yer yağmur suyu birikmiş çukurlarda tahta- dan, kâğıttan kayıklar; bir sürüde çocuk... Sonra yük hamalları... Kocaman bıyıklı kolbaşılarının, kıravatlı kâ- tiplerinin gizli gizli anala- rına söğen, okuması yaz- ması yok, sağlam ve gür- büz hamallar... Çocuklar, bahçenin ha- vuzları, yahut süprüntülü- gün su birikintileri yanın- da kumar oynuyorlardı. Hayat nikel kuruşların tır- tıllı ucunda parlıyor. Bir pis, küçük avuçtan yine bir öylesine aktarılan pa- rada gülen bir şey vardı : Hayat... Bir kuruşla mesut olmak... Kumarda kazanı- lan bir kuruş ötekini çeker, 12 Bir kuruşla dünyanın en mesudu oluveriyorlardı. Bah- çede çiçekler açılıyor, kuş- lar ötüyor, pis kokan deniz kenarı tâ uzak kumluklar, dan gelen bir iyod kokusu ile doluyordu. Nikel kuruş- larla kumar oynıyan mesut çocuklara, sattığı yetmiş çuval fasulyanın kazığı ile meyus bir komisyoncu çı- kışıyordu : — “Bi utanmaz Mısınız siz be! Utanmazlar bunlar amca, utanmazlar... Hem ne diye utansınlar? Nikel kuruş kırk paradır, Para, hayatın başladığı tarihtir. Bu tarih- ten itibaren kırk para Kırk tane bir şeydir. Bir cepten ötekine aktarıldığı zaman birisi saadetinden ne kadar kaybederse etsin, bu bizim için ehemmiyetsizdir, Öteki mesuda bakalım! Meyuslar, dertliler, süprüntülüğü süp- rüntülükten daha kötü gö- rürler. Sen onlara acı, on- lardan kork; komisyoncu amca! Berikiler ne iyi insanlar! Mesutlar; bu süp- rüntülüğün cennetini du- yanlar... Burası şimdengerü bahçedir. Gül, karanfil, me- nekşe toplanabilir, Sakalar burada öter. Belki papa- ganlar (egzotik) kuşlar, hurma, baubab ağaçları bile vardır, Onlar seninledir komisyoncu amca! Onlar kuruşun kiymetini bilen insanlardır, Çocuklar birdenbire çe- kilip giderlerdi. Bir tanesi küfesini sırtladığı gibi tek- rar bir yirmi beş kuruş kazanmak için yola çıkı- verirdi. Oyun arkadaşı, ken- di sırtı ile kazandığı yirmi beş kuruşa, eğlence ile kazandığı elliyi katacak, oraya; duvara, kocaman arsanın duvarına abdest bozacak, sonra belki küfe- sini kahveye bırakıp sine- maya gidecek. Belki de tahta gümrük kulübesinin kenarına bir ateş yakıp arkadaşının bir yirmiş beş kuruş daha kazanıp süprün- tülüğe dönmesini bekliyecek. Bu çocuklar utanmazlar amca|l Sen fasulyalarına, faturalarına, çeklerine dön- sen iyi edersin! Aklın bu işe ermez. Sen duyamazsın bu saadeti|.. “** Çocuklar önümdeki bah- çeye gelirlerdi. Pazarları ben penceremde bulunmaz; onların orada olup olma- dıklarını ne kadar merak ederdim. Pazartesiyi iple çektiğim olurdu. oHastâ değilsem saat on buçuğa doğru penceremin önünde- yimdir. Bu sıralarda sık sık has- talanırdım. O gün bahçede kimse- cikler gözükmüyordu. Kim- seler dedimse kumarcıları kasdediyordum. Yoksa ha- mallar, bastonuna dayan- mış Halden dönen ihtiyar Müslümanlar, kayıkla dönen şişman zengin Hıristiyanlar; delik bir zeytinyağ fıçısına, dilenirken ellerinde tuttuk- ları omaşrapayı dayamış güzel Çingene karıları, yır- tık bir patates çuvalına, çuvalların da etrafına göz- lerini dikmiş sıska kadın- lar. Süprüntülüğü lodos bir temiz yıkamıştı. Bir bayat balık kokusuna ka- rışmış yosun, pislik kokusu pencerenin açık camların: dan içeriye doluyordu. Peki, kumarcılar oneredeydiler? Biraz sonra gelirler elbette... Şimdilik çekmeceme döne- yim. Çekmecemde kuruşlar dolu... Bir sandık yumurta 7 e sattım. Parasını on kilo nikelle (o ödediler. Değiş tokuş ettik gibi bir şey... Vahşi kabilelerin yaptık- ları gibi bir şey... Yumur- taya nikel; nikele yumurta... ' Ortada para yok... Ben nikeli nideyim? Kumarcı- lardan en önce en küçüğü geldi. Bu bir nane şekerci- sidir. Beyaz patiskadan bir ceketi var. Pantalonu en yeni olanı odur. Pantalonu ile fotinları arasında bir karış bir açıklık var. Kim bilir? Kısa pantalon giymek hevesi vardır bu çocukta... Vardır amma, böyle bir muhitte bir nane şekerci- sinin kısa pantalon giyme- sil.. Sonra kumar oynaması da doğru değil ama... Biraz sonra hakikaten “kısa pan- talonlu bir seyirci g.ubu geldi. Bunlar mektepten çıkmışlardı. Bu: bahçeye onlar da her gün gelirdi. namaz, o seyrederlerdi. Kendileri hiç oynamazlardı. Parası biten biri ile ortak giderlerdi. Hepsinden sonra da, kimsede din, iman, av- rat bırakmıyan, kocaman, simsiyah bir mahlük geldi. Bu, müthiş hilebazdı. Dük- kânın önünden bir adam onlara çıkıştı. O simsiyah kâhkülleri taşmış, o ensesi. irileşmiş, hatları daha hiç ustura görmemiş, kuzguni yumuşak bir tüyle kapalı olan da ona bağırdı. —- Sana ne oluyor? Po- lise git şikâyetin varsa; her gün kafamızı... durma! Adam : — hk Diyor ve dükkânın içine çekiliyor, Kuruşlarımı sayıyorum : 1476 kuruş... Pencereden aşağıya fırlatıyorum. Ev- velâ bir şaşkınlık, sonra bir kargaşalık oluyor. İşleri bitince, pencerede- ki delirmiş adama bakıyor- lar. Ben, dükkânımı bir daha açmamak üzere ka- ekimi On kilo nikele satın aldığım mesut bir dellikle sokaklarda dola- şıyorum, - sünikükindikmninisikepierinili” | | |