Bu anlatacağım, olmuş bir hikâye- dir. Son zamanlarda, İstanbul şehrin- de cereyan etti; tanıdığım bir muhit. te heyecan uyandırdı... Öyle vakalar vardır ki, ancak muhayyel değil ha- kiki oldukları vakıt mühimdirler... Bu- nu da öyle telâkki ettiğiniz, kendini. si maceranın kahramanı Peyman'ın yerine koyduğunuz takdirde hikâyeyi müheyyic bulursunuz. ve» Peyman eski ve zengin bir ailenin konağında evlâdlık olarak büyümüş- tü. Orada hanimefendi kendisini bir nevi küçük hanım tarzında telâkki et- miş; diğer hizmetçilerden ayırd ederek İyi giydirmiş, iyi yedirmşi, iyi içirmiş, iyi odada yatırmış. Okumak, yazmak da öğretmiş. Bir bakıma devekuşu: Hanım de- Herşeyin iyisinden kötüsünü ayırd et mek kabiliyetini elde etmiş... Modanın bütün cereyanlarına vakıf... Kısa etek mi? Kısa etek... Siklamen renk mi?. Siklamen!.. Hanımları ve kibar misa- firleri dinliye seyrede herşeyi öğren- miş; bütün nazariyeler mükemmel... Ancak birşey eksik! Ufacık birşey! İki hece: Para... Ah, o da olsa, o zaman gösterecek Peyman kendine hanım. elendi dedirtmenin kabil olup olmadı. gın... Vaktile memleketinden belki kel, belki yarı aç gelen biçare, on ikl sene içinde İstanbuldaki konakta böyle ru- hi bir değişiklik geçirmişti işte... Yal. nız ruhan değil, şeklen de öyle ban. başkalaşmıştı. Yabancı misafir gelin- 06: — Küçük hanımefendi! - diye ona elini uzatırdı; yahud yerden temen- na ederdi. O derece şıktı, zarifti. Giydiği bas- mayı bile yakıştırırdı. İşte Peymanın en büyük zevki orta- hkta bu tesiri hasıl edebilmesiydi. Am- ma, evvelâ böyle yüksek tabaka inti- bam bırakmışken sonra: — A... Hizmetçi imiş! - diye gözden düşmek, istiskale uğramak sinirine do» kunuyordu. Hele bâzı terbiyesizler, ilk nazarda aldatılmış olmalarının intikamını al- mak ister gibi: — Haydi kızım, şunu süpür de ge- tir... - diye eline mantolarını verirler. di. ©, bir kaşını yukarı kaldırıp öbürü. Dü aşağı indirerek: — Söyliyeyim, süpürsünler! - derdi, Bu gibi hareketleri, konakta bir in- fin) uyandırdı, Hanımefendinin yanın. da onu artık müdafaa edemiyorlar. dı: — Yok hayır!... Vallahi birşeyler ol. du bu Peymana... Ne haddini bilmez şey... Başına gelecekler var galiba... Hakikaten de geldi gelecekler ba- gına... Pencereden ayrılmaz olmuştu... Ka- nâdlanan bir kuş gibi, bu kafeslerin arkasından uçmak, meçhul, hür ufuk. lara doğru kitmek... Mavi taftalar için. den geçmek ipekler arasından kay- mak; sâadetlere, saadetlere gitmek is. tiyordu... Kendini küçük görer bu mü- hitte artık hiç birşey benimsemiyor, beğenmiyordu. Gözleri subaylardaydı... Olamadı. Tüccarlardan meded umdu.. Şansı yok... Memurlar... Evi olan kadın arı- yorlar... Nihayet bir komisyoncu nam- zed vekilinin sözüne uydu... Kapı ar- kasından fiskoslar, mektuplaşmalar, ler, Kaçtı, gitti... Bacı nine, bu firarı hanımefendiye haber verip: — Çok nasihat ettim, efendisi... Din. letemedi! » dedi. — Niçin vaktile söylemezsin böyle şeyleri dadı?... Yoksa ben o hayasızı çoktandır kovardım... İsabet ki kendi- Mğinden gitmiş... Peyman hayatta türlü inkisarlarla karşılaştı. Komisyoncu onu yüzüstü bıraktı... Bir gün orman muhafızı ile evlenecekti... Fakat daha nişanlılık hayatında, az para ile dönen bir evin me 'deci şey olduğunu öğrendi... Aşk! Erkek! İzdivaç!... Hepsinden vaz geç- Mişti... Şimdi artık konağın rahatını, bolluğunu arıyordu... Yaptığma, etti. ğine pişman olmuştu... Bir Misirh prensesin yanına femme de chambre irdi... Lâkin ancak bir mevsimilk... geçmeden kadın Avfupa seyaha. tine çıkacak... Peymana ihtiyacı olmı- yacak... Hem çok haşin, Adetleri var... Yetiştiği konaktaki hanımefendi gü- zünde tütüyor amam, geri dönmenin imkânı yok... Ah şu talih... Bir insana gülüm- siyecek olursa, nasıl birdenbire bir şim- şek parıltısı İle karn bulutlar arasın- da parlayıverir... Peymanın en bedbaht, en ümidsiz bir gününde böyle bir ışıldama oldu. Ba- Bohçacı Zehra hanım: — Kızım... Şekerim... « diye onu bir köşeye çekti. - Sana bir kısmet bul dum... Ömrünün sonuna kadar dua edeceksin... Amma yalnız dua ile ol maz... Muhakkak bahşişimi isterim... Böyle lâfları senelerdenberi dinli. yordu. İtimadsızlıkla: — Hele olsun da .. - dedi. - İstedi. ğin âlâ bahşişi veririm... — Sen olmuş bil, — Neymiş bakayım? — Ne olduğunu görürsün!... Akra- bandan birini ziyaret edeceğini söyli- yerek prensesten izin al sen hele... Ya- rın gidelim... Peyman, Zehra hanımın tavsiyesini yerine getirdi. Ertesi sabah, süslenerek, püslene- rek, prensesin verdiği elbiseleri, iskar- pinleri ve şapkayı giyerek, eski hanım. efendiden müdevver eldivenleri ve ek divenlerle eş çantayı alarak, köşe ba- şında bekliyen Zehra hanıma iltihak etti. Kadın; — Göreceksin... - diyordu. - Ben faz- la anlatmıyayım... Hacet yok... Şim- di gidiyoruz zira... Ne servet, ne ihti- şam! Ailenin biricik evlâdıdır! Şehza- de gibi bir küçük bey... Şeker gibi de bir kayınvalide... Hakikaten yalan söylememiş... Köp- rüden vapura, Haydarpaşadan trene bindiler. Erenköyde indiler... Çek çek arabasile bir köşkün önüne gittiler... Yeni boyalı demir parmaklıklar... Mun. tazam bakılmış bir bahçede üç bahçı- yan çalışıyor... Ev de ona göre... Brostelâlı hizmetçiler orta yerde fhl- dır fıldır... Mobilyenin mükemmelliği. Peymanın kulağı dolgundu: — Ne servet!... Bu ev ayda bin beş yüz lira ile dönmez... - diye düşündü. Bizimkilerden, hattâ prensesten zen. diye kadar çok sıkıntı çektim... Artık Adaklar adıyordu. Nihayet, kısa boylu, mütevazi tavın hı bir hanımefendi belirdi: — Sefa geldiniz... Nasılsınız... Hoş beş... Ve sonra: — Ben seni beğendim, pek sevdim, bugünden itibaren kızımsın Peyman- tığım... Yalnız sana bir tavsiyem var.., «— Peki amma prenses böyle şeyler» den hoşlanmaz... Fakat, adam sen de... Madem ki, bu şartmış, yaparım...» Hanımefendi devamla: — Kızım bak, ben açık konuşmayı severim... Bizler eski kafalı insanlarız. Belediye nikâhı bizce ikinci gelir... Onu da inşallah sonra vaparız... Şimdilik bir hoca nikâhı kıydırınz... Ben senin Üzerine beş bin liralık bir mülk yazdı- rırım... Dört bin lira da nakid parayı bankaya yatırırım... — Aman efendim... cık kızarıyor. — Yok, yok... Ben insafh bir insa- nm... Gel, yavrucuğum, sana eyini gezdireyim... Acaba rüy;da mi yaşıyor?.. Bütün köşk halkı daha şimdiden: — Gelin hanım!... Gelin hanım!.., - diye etrafında pervane... Evi gezdiler... Hattâ yatak odala- rım bile... Küçük beyin mühteşem oda. sında çifte yatak... Karyolanın biri kı. rik amma, yanlışlıkla küçük bey ka- zaya uğratmış. Yaptıracaklarmış... Nihayet bütün bir hayat içinde bek- Jediği emel tahakkuk edecek mi?. «Acaba ben oğlunuzu beğenir mi- yim?» demek oesaretini gösteremiyor. Bunu pek düşünmüyordu... Böyle bi bir evin küçük hanımı olmak... Ona kâ- fi!.. Sadece mırıldanıyor; — Acaba küçük beyefendi beni beğe- necek mi? : Kadın: — Bu işte onun sözü olmaz... Behim- Ki olur... Hem evlâdim, senin beğenli. miyecek nen vâr?... Gül gibi, bölük ie Yalnız resi » diye Peyman- | Peymancığın kısmeti ... larını sarı yapacaksın... O esnada bahçede bir huşırtı.. Kum- lar üzerinde filiz gibi bir erkek yürü- methettiği kadar var... Masalardaki peri padişahının oğlunu andırıyor... «— Allahım... Üç hatım daha adı- yorum sana...» Kapı perdesinin gölgesinde duru- yor... Müstakbel kayınvalidesi ileri doğ- Yu birkaç adım attı. Oğlu ile yüzyüze Fakat delikanlının gözleri niçin öy- le acaip parhyor?... Elleri neden ta- kallüs etmiş?... Kadın haykırdı: — Eyvah... Gene geliyor... Koşun Kos... Ko... Ko...K...K,. Peyman bir feryad kopardı, Sağdan soldan koşuştular. Güzel delikanlı, an- nesinin boğazma sarılmış, sıkıyor, si- kıyordu. Ağtından köpükler akıyordu. Hizmetçiler: — Eyvah... Gene deliliği tuttu! «de. diler. - Bahçıvanları çağırın... Peyman, dehşet İçinde kendini 80- kağa attı. Zehra hanım da arkasın. dan... — Ah... Zavallıcık... Biz geçti, geçe- cek sanmıştık... Vallahi bu derece ol- duğunu bilseydim seni... Getirmezdim. Artık istemezsin, değil mi?.. — Aman gidelim... Korkuyorum... Evlenmek şöyle dursun bir daha bu semte ayağımı basmam... Sahiden de eli ayağı tiril tiril titri. yordu. — Peki gidelim kızım... Ah tecelli... 'Trende hiç birşey konuşmadılar, Vapurda da... İkisi de dalgındı, azap içindeydiler... Saadet kıyısına çıkacakları rada ümidleri boğulrkuştu. Ancak köprüye varmalarına yakın Peyman sordu: — Demek adamakıllı deli?... Saldı. ran cinsten... — Evet kızım... Annesi diyor ki, şa- yed evlenirse ihtimal açılır... Öyle bir ümidi olduğu için benden bikes, ak- rabasız, balim selim bir kız istedi... Se- ni öğüd verdim... Vaktile bu delikanlı sarı saçlı bir kız severek bu hale gel- miş... Fakat aksilik işte... Ayda yılda bir tutan nöbeti tam senin bulundu- ğun saate rasladı. Kırık karyolanın hayali, Peymanın gözleri önünde canlandı... — Aman Allahım... Benim talihim varmış... - dedi. Ve prensesin yanına döndü... Şim- di hastabakıcıdır, Fakat munis hasta, ların bakıcısı... (VANâ) Abone ücretleri Türkiye ga. e me 2100 kuruş 6 AYLIK . MS0 » 3 AYLIK - . 800 1 AYLIK 0 , Posta ittihadına dahil olmıyan memleketler: Seneliği 3800, mit: sip kurüştar. Adres tehdili için yirmi beş kuruşluk pul göndermek lâzımdır. Cema: ir 20 — Hzr 9$ B. İmsuk Güneş Öğle Drindi Akşum Yatsı E 741 940 459 853 1200 146 Va. 302 5011220 16,13 1920 21,07 İdarehane: Babıâli civarı Acımusluk sokak No. 13 Akşamın neşriyatı Meşhur Arsen Lüpen Serisi resimli 6 büyük cild her cildin fiatı 80 kuruş “Tevzi yeri: Akşam gazetesi Ankara caddesi Acımusluk sokak 13 numara Xüzde yirmi iskonto kuponu: Bu kuponu kesip «Akşam matba- aşı kitap servisine» getirir veya gönderirseniz . fiatleri üzerinden size yüzde 20 iskonto yapılacaktır. Tefrika No. 23 Leylâ: “Ömer geldi, bu gece de gidemem,, diyerek şakaklarını uğuşturmağa başladı — Ur şehrine kadar gitmeğe iözüm | yok. (Can) Yıkık kale civarında yar tap kalkıyormuş. Gelip geçen yoleu- lar onu her saman orada görüyorlar- mış. O, Yıkık kaledeki hatıramızı unutmamış. O tatlı günlerin hayali- le yaşıyormuş. Orası yarı yol demek- tir. -— Buradan oraya kaç saatle gi- ki daha çabuk varırsn! Fakat, şim- diden söyliyeyim ki, bu, son gidişin olmalıdır, Leylâ! bir daha ele geç memeğe ve bilhassa babanın eline düşmemeğe maş Leylâ arkadaşının una sarıldı: — Benim sadık, vefalı kardeşim!... Senin bu iyiliğini ölünceye kadar unut- mıyacağım. Bu gece kaçmağa muvaf- fak olursam, Can beyle birlikte aşağı Fırat boylarına iner ve bir şahtur fle karşı yakaya geçerek izimizi kaybede- riz. Bizi ebediyen bulamazlar, Leylânın gözleri ışıldıyordu. Kabi- lesinden uzaklaşmış, Can beye kavuş- muş gibi seviniyordu. — Haydi öyleyse, dedi, sen benim atımı hazırla! Arka bahçede beni bek- le... Yavaşça odamdan çıkar, bahçeye inerim. Hatice odadan çıkarken, Leylâ, ar- kadaşının kulağına eğildi: — Öyle bir at seç ki, sık sık kişne- mesin. — Merak etme, Leylâcığım! Hatice odadan çıkacağı sırada, di- şardan bir at sesi duyuldu: Ve arkasından nöbetçinin gevezelik: — Buyurunuz, Seyid! Buyurunur... Ortalık karardı. Her tarafta sizi arıyor. lar. Neredesiniz? Hatice bu sesi duyunca buz gibi do- Dup kalmıştı. Leylâ: — Ömer geldi... Bu gece de gide- mem. Diyerek şakaklarını uğuşturmağa başlamıştı. Dışardaki gürültü çok sürmeği.. Ömer atından iner inmes, Leylânın odasına girdi. — Ne kadar telâşlısın, Hatice? Göz. lerin dönmüş... Nen var? Kavga mı ettiniz yoksa iki arkadaş?... Hatice itidalmı muhafazaya çalışa. rak, cali bir gülüşle cevap verdi: — Hayır, kavga değil. Sizin sesinizi duyunca sevindik. Ömer, Leylânın yüzüne baktı: — Bu sözü zevcemin ağzından düy- muş olsaydım, kendisine dünyaları bağışlardım. Leylâ müstehzi bir tavırla; — İnsan, sahip olmadığı birşeyi baş- kasına ne hakla bâğışlıyabilir? Dün- yayı sana kim verdi ki, bana bağış- Uyacaksın? Hatice, Ömere yer gösterdi... Sedi- rin üstünü düzeltti. Leylâ bir kena- ra olurmuşiu. Leylâ, korkusundan, 0 gece Ömere « O güne kadar esirgediği tatlı bir tebes. — Neredeydin Iki gündür? dedi. Ba. bam seni aratıp duruyor. — Kayınpederimin beni aratacağın- dan eminim. Ya sen, sevgilim? Sen hiç merak etmedin mi? — Senin gibi cesur bir adam merak eğilir mi? — Ya dağlarda karşıma bir vahşi hayvan çıktıysa?... — Her müşkülü yendiğin gibi, onu da yenmişindir! Ömer göğsünü şişirterek geniş bir nefes aldı. — Baban uyumuş mu? — Bilmiyorum. Fakat, biz uyanıkız. — Gene Iki arkadaş başbaşa vermiş peler konuşuyordunuz? — İki genç kız başbaşa kalınca ne- ler konuşursa, biz de onları konuşu- yorduk. Ömer çenesini kaşıdı, — Hayır. İki genç kız değil... Biri evli, biri bekâr iki arkadaş. Öyle değil mi? LEYLÂ ie MECNUNİ İ | düymuş vi Yazan: İskender Fahreddin — emmi eti getirmedin. a — Ben av eti getirmeğe tövbe et- tim. A NM A Dp ed yi ği iki gün evvel getirdiğim kuşa acıyan sen değil miydin? Ben de o günden sonra kuş vurmamağa yemin ettim. j — Fakat, ber av eti yemeğe alhş- mış bir insanın. Bu tövbeni yakmda bozacağını sanıyorum. Beni aç bırak. mak istemezsin, değil mi? Ömer, kendisile ilk defa böyle ; ca konuşan karına yaklaşmak iste di: — Nikâhta keramet vardır, derler, Leylâ! İki günlük gaybubetimde seni bir hayli değişmiş gördüm. Artık onu unutacaksın... Yalnız beni kocanı dü- şüneceksin, değil mi? Leylâ kendini güçlükle tutuyordu. Haticenin saman, biras bakışlarından tahammül et!» demek istediğini sezi- yordu. Leylâ, kocanın: «Artik onu unu. tacaksıh! Yalnız beni düşüneceksin, değil mi?. tarzındaki yalvarışlarına cebri gülüşlerle mukabele ediyordu. Ömer sedirin Üzerine iyise uzanmış» tı. Belliydi ki, o gece Leylânın odasın. | da yatmak istiyordu. Leylânın o geceki kaçma plânları sus ya düşmüştü. Hatice: : — Benim uykum geldi, Leylâcığım! Müsaade edersen, gidip yatayım. Ya- rın gene görüşürüz. Dedi. Ömer: — İstirahat etseniz fena olmaz! Diye mırildandı. Hatice bu söz üzerle ne Leylânın odasında daha fazla kala madı, Ayrıldı. i Şimdi Ömerle Leylâ blı odada yal nız kalmışlardı. ... «O, kendine başka bir eş bulmuş...» Gece, Konuşuyorlardı: > — Demek iki gündür dağlarda do- laşıyordun, öyle mi? — Evet. Yurdumuzun düşmanları ni âramağa çıkmıştım. — Yurdumuza fenalık yapmak iste. yenler mi var? — Evet. Baban söylemedi mi mad Bizi içimizden vurmak İsteyenler var, — Kimmiş bunlar? — Uszük zaviyelerde yaşıyan gö cebe kabileler. Ömer, Can beyden de bahsetmek is tiyordu. | — Yollarda dolaşırken, eski Sümer topraklarına kadar uzanmışım. Ur dağları yamacından geçiyordum. Ora da kimi gördüm, biliyor musun? Leyli cevap vermedi. Düşünceliydi. Ömer sözüne devam etti; ? — Benin çocukluk arkadaşın, reisin oğlunu gördüm. Leylâ birdenbire gözlerini süzerek gülümsedi: — Cân beyi gördün demek?... — Evet. Bir ağacın dibinde yatıyor du. — Mutlaka (Yıkık Kale) civarında görmüşsündür? — Evet. Orada gördüm. Birlikte 8- | gındığımız Kalenin önünde... — Beni düşünüyordu... Tath günle. Timizin hatıralarile yaşıyordu, değil mi? Ömer mânalı bir gülüşle başını sal dadı: — Seni düşündüğünü bilmiyorum. Fakat, genç bir kızın dizine yatmış. ta. Ona türküler, maniler söylüyordu. Leylâ birdenbire sarası tutmuş has talar gibi titredi. .—— Ne diyorsun, Ömer? Can bey bir genç kızın dizine ini yatmış?! — Evet. Gördüğümü söylüyorum. Neden hiddetlendin? Erkekler kırk yıl bir kadının aşkile yaşıyamazlar ki. Ba husus, onun sevdiği kadın artık baş. kasının olmuştur. — Can, benim başkâsile evlendiğimi, ilmini İda iğ