Sahife 10 Harpten on söne evvel, Riviera'da bir küçük pansiyonda bulunuyordum. Soframızda müthiş bir münakaşa baş- ladı. Hepimizi biribirimize katan mev- Suun esası oldukça garipti. Pansiyon küçük bir vilâydı. İçin. de yedi kişi oturuyorduk. Muhitimiz. de yirmi dört saat evvel bir skandal olmuştu. Öğle saatinde bir genç Fran- Miz, trenden inmiş, bizim otelde oda tutmuştu. Son derece zarif, güzel bir erkekti, Herkese karşı nazik davra mıyordu. Pagsiyonun ekserisi yaşlı olan müşterileri arasında onun ta70- Uiği, neşesi yeni bir hayat veriyordu. Geldiğinden iki saat sonra zengin bir Fransız fabrikatörünün #ki kızile hemen tanışıp ahbap olarak tenis oy- namağa başlamıştı. Bu çocukların an- nesi olan bayan Henriette nazik, has- sas bir kadındı. Evlâdlarının eğlenme- sini gülümsiyerek uzaktan takip edi. ui. Akşam Üstü delikanlı satranç oyu- nile hepimizi alâkadar etti, Hoş hoş hikâyeler anlattı, Henrietie'in kocası bermutad bir ahbabile domino oynar- ken o da kadınla terasta dolaştı, Ertesi sabah balık tutmağa çıktı. lar. Bu hususta da son derece usta ol- duğu anlaşıldı. Derken Fransız fabri- katörile politika mübahasesine giriş- tiler. Çok zevkli nükteler buluyor, et- rafı güldürüyordu. Yemekten sonra bir saat kadar ge- ne bayan Henrirtte'le bâhçede yalnız kaldı. Kızlarla tekrar tenis oynadı. Altıya doğru sokağa çıktığım zaman onu istasyonda gördüm. Yanıma gelerek, nazikâne veda edip, acele gitmesi lâzım geldiğini söyledi. Bir iki gün sonra gene gelecekmiş. yazı yazarken, açık pençeremden fer- yadlar, seslenmeler kulağıma çalındı. Gayri tabii bir hâdise olduğunu anla- dım. Endişeden ziyade merakla aşağı indim. telâş Otelin bütün müşterilerini içinde buldum. Bayan Henriette, kocası domino oy- narken, her akşam bir gezinti yapar- dı. Bu sefer de çıkmış; geri dönmemiş. Başına irb kaza geldiğinden korkulu- yordu. Şişman fabrikatör, kendinden umul- mıyan bir çeviklikle sağa sola koşu- yor: — Henriette! Henriette! - diye bağı- rıyordu. Bütün otel biribirine girmişti. Uya- nan İki kiz, odalarının penceresinde; Babaları onları sakinleştirmek için yukarı çıktı. Pansiyonun adamları sa- ğa sola dağılmış, madamı arıyorlardı. Birdenbire adamcağız, büyük bir fa- ciayı İfade eden bir halle aşağı ind. Âdeta çökmüştü, bitkindi, Elinde bir mektup tutuyordu. Boğuk bir sesle, otelin müdürüne: teyze çağırın... Karımı ude aramasınlar... Beni terkedip gitmiş! - dedi. > Obuhran arasında buruşturup attı. ğı mektup ellere geçti ve herkes bayan Henrietie'in genç Fransızla kaçtığını öğrendi. Otuz üç yaşına kadar iki çocuğile ve leke sürülmemiş namüusile yaşıyan bu kadının duha dün tanıştığı bir ada- ma takılarak gidişi herkesi hayretlere düşürmüştü. İşte münakaşa bunun üzerinde ce- Teyan ediyordu. Herkes kadınin aley- hinde bulunuyordu; yabancı bir erke. ğe Iki saat zarfında kapılmasını ahlâk- sazlık telâkki ediyorlardı. “ Sağdan soldan gelen bu hucumlar, sinirimi fena halde bozdu. Ben de ka- -dım müdafaaya kalkıştım. — Kocasını paravana ederek sahte. kârlık yapmaktansa apaşikâr hissiya- tanı ortaya vurmak, meydana çıkmak, elbette daha namuskâranedir! - diye söze giriştim. Kavga alevlendi. Ben kâdını müda- faa ettikçe onlar aleyhinde söylüyor; — onlar söyledikçe ben müdafaa edi. “yordum. Âdeta yüzyüze ba n üzereydi, dik ki, KAMIYACI AKŞAM BIR ROMAN HULÂSASI Bir kadının yirmi dört saati Stefan Zweig'in «Bir kadının yirmi dört saatir İsimli romanım” dan hulâsa edilmiştir. na bir mevki tutan ihtiyar bir İngiliş bayanı: — Gentlemen, pleasel - diye müna kesti. Müdahalesi üzerine biran süküt eğ. memizden istifade ederek bana dön- dü: — Anladığıma göre, sizce, bir kadın. gayri ihtiyarı bir maceraya atılabilir. Bir saat evvel kendince imkânsız san dığı bir hareketi istemiyerek yapar. — Evet efendim... Kanaatim bu. dur. — Öyleyse ahlâk kaidelerinin hiç biz kıymeti yok. Eğer aşk cinayetleri de cürüm telâkki edilmezse mahkemele- Tin işleri yarı yarıya hafiflerd. Görü- yorum ki bu işlere fazla müsama- hayle bakıyorsunuz. 'Nazikâne ve neşeli bir eda ile konu- şuşu sinirlerimi yatıştırdı. Ben de ay- ni ahenkle mukabele ettim. — Vallahi efendim, mahkemeleri fi- Jân bilemem. Ben, basit bir fani ola rak aşk hatalarını dalma mazur gö- rürüm ve daima müdafaa ederim. İn- sanlar hakkında hükümler yürütmek» tense hislerini tahlile anlamağı ter- cih ederim. İngiliz kadını açık gri renkteki göz- Jerile bir müddet bana baktı, Azıcık tereddüd etti. Sonra: — Eğer bayan Henriette'i yarın obürgün bu delikanlının kolunda ge- zergen görürseniz selâmlar mısını? » dedi. — Tabii, — Kendisile görüşür müsünüz? — Tabii — Evli olsaydınz, karınızı, kızlarını. zi böyle bir kadınla tanıştırır mıydı. nız? — Gayet tabil, Biran sustu, Uzun bir düşünceye daldığı belliydi. Hayretle beni süzü- yordu. Onun bu müdahalesi kavgayı dindirmişti. Saat da geçti. Biribirimizi selâmlıyarak odalarınıza çekildik. O günden İtibaren, ihtiyar kadın ba. na karşı daha mültefit davranmağa başladı. Benimle konuşmaktan zevk de duyduğu anlaşılıyordu. Gideceğimi kendisine haber verdi- ğim gün, teessürle; — Yazık! - dedi. « Sizinle bu husus- ta bazı münakaşalara girişmek ister. dim. Ve nihayet, dayanamıyarak, kendi- sini o akşam odasında ziyaret etmemi söyledi. Gece muayyen saatle kapısını vurduğum zaman mültefit bir eda ile beni karşıladı; bir koltuğa oturttu. Hissiyatile mücadele ettiği belliydi. Şundan bundan biraz konuştuktan sonra safhayı anlattığına hayret edeceksi- niz. Fakat yaşı ilerlemiş bir kadınım. Sözüme itimad edin ki, ömrümce kim. seye açamadığım bir sırrımı size söy. Miyeceğim. Bu anlatacağım şey, yet- miş yedi senelik hayatımın ancak yir. mi dört saatini doldurur. Kaç kere ken- dimi teselli için: «Bir kerelik bir cinnet ebedi hata olamaz!» dedimse de vic- danım daima beni kabahatlı buluyor, Bayan Henriette hakkındaki hükümle. rinizi işittikten sonra, belki teselli bu- dim. Kırk yaşımda iken kocam vefat etti. Büyük oğlum asker olmuştu. İkin. cisi de kollejde idi. Bu suretle ortada yapyalnız kaldım. Çok sevdiğim kocamı daima bana hatırlatan evimde oturamadım, Seya- hate çıktım. Dünya, gözüme bomboş ve mânasız geliyordu. Çocuklarımın bana ihtiyacı yoktu. Kendimi avun- durmak için Parise gittim. Memleket memleket dolaştım. Jİ , A Bilmem yeşil çuhalı masalara hiç dik. kat ettiniz mi? Ortada ruletin topu sarhoş bir adam gibi sendeleyip yuvar- lanırken, sağa sola yayılan paraları krupyenin (ratosu) gelberisi toplarken; hiç birşey değişmez; hep ayni manza- radır, Yalnız masanın etrafındaki el- lerin hâreketi her seferinde bambaş- kimi titrer. Her biri ayrı bir âlem, bir hayat yaşar. «Oyun insanın mihekkidir!» derler, Bence asıl insan hissiyatının ölçüsü ellerdir. Yüzler sakin durabilir. Göz- ler hissiyatı belli etmez. Sahipleri bun- lara hâkim olmağı öğrenmiştir. Fakat ellere kimse ehemmiyet vermediği için serbes hareket ediyorlar ve gizlenmek- sizin sırlarını meydan& vuruyorlar. İşle ben ellere dikkat etmeği âdet edindiğim için onlara bakarak insan- ları tedkik etmek zevkine kapılıyor. dum, Gene o akşam böyle tedkikat yaparken tam karşımda bir çatırdı işit. tim. Âdeta kemikler kırılıyormuş gibi... Hayretle baktım ve karşımda iki elin hayatımda görmediğim şekilde biribi- rine bağlanmış olduğunu, âdeta yek- diğerini yiyecek iki hayvan gibi biri- birlerine sarılmış olduklarını gördüm. Ceviz kırarcasına mafsallarının çatır- tası işitiliyordu. Bu eller nadir görünen gürelliktey- di. İnce, uzun, çok beyaz... Bütün ge- ce onlara baktım. Öyle buhranlar, öy- le asabi bir halleri vardı ki derhal an- ladım. Sahipleri olan adam bütün ben- liğini onlarda temerküz ettiriyordu. Top döndü. Numara söylenince, kur- şun yemiş iki hayvan gibi, eller masa- Din üstüne düşlü. Ömründe bu kadar konuşan ve hissiyatını belli eden el - Yavaş yavaş sağ el tekrar canlandı. Sola yaklaştı. Gene ortaya bir para ate ta. Gene birbirlerine sarıldılar, Tütriyarlardı. Canlı insanlar gibi, hissediyorlardı. Dayanamadım, Bu el- lerin sahibini görmek istedim. Başımı kaldırdım. Ve tekrar dehşet içinde kal dım, Çünkü yüzde de ellerin ifadesi vardı. O da çok güzeldi. Yalnız, heye- can içinde kıvranıyordu. Yirmi dört yaşlarında bir delikanlıy- dı bu. Nahif bir gençti. Canla başla o- yun oynıyan bir çocuk hali vardı. Buh- ran içinde yanan dudakları, beyaz diş- dan koştum. Dışarda bir sıranın Üzerine, boş bir tarba gibi kendini attı. Kolları yere sarkıyordu. O kadar cansız bir duru- şu vardı ki, uzaktan gören onu cesed sanabilirdi. Bu hali karşısında kani oldum ki, yalnız kalırsa bir müddet sonra intihar ediverecektir. Üstünde tabancası oldu. ğuna kani idim. Hiç bir insanda bu kadar bodbuhtlık ve bu kadar yeis gör- Şimdi vaziyetimi düşünün. Yirmi ilâ otuz adım ötede put gibi duran bu adam!.. Ne yapacağımı bilmiyor. dum... Bir taraftan imdadına yetiş- mek... Diğer taraftan da tanımadığım bir insanla konuşmak... Aldığım ter- biye iktizası, buna cesaret edemiyor- dum... Beş kere, on kere, kendimi ye- nerek ona doğru yürümek istedim. Fa- kat gırtlağımdan ses çıkmıyordu. Böyle, kararsız, beş aşağı, beş yuka- rı dolaşırken şiddetli bir yağmur yağ- mağa başladı. Delikanlı kımıldamadan yerinde duruyopdu. Baştan aşağı sırıl- sıklam oluyordu. Yağmurun yağdığını fark bile etmiyordu. Artık dayana- madım. Bir adım atarak kolundan ya- kaladım: — Gelin! - dedim. O, anlamadan, dalgın, yüzüme bak- tı, Ben, ıslak kolunu çekerek: — Gelin! - diye tekrarladım. İradesiz, sendeliyerek, ağır ağır kalk. tı. — Ne istiyorsunuz? - dedi, Bü sualine biç cevap bulamadım. Çünkü ne diyeceğimi ben de bilemiyor- dum. İstediğim: Onu bu yağmurun şiddetinden kurtarmak, inlihardan ko- rumaktı. Kolunu bırakmadan çektim. İlerde duran bir çiçekçi dükkânının saçağında siper aldık. Yanyana duru. yarduk. Artık orada daha fazla kalmakta mâna yoktu. Bu yabanci adamı bura- — Yerim yok. Bu akşam Nise gel- dim. Bize gidemeyiz. Bu son cilmlenin manâsını önce rİn- lıyamadım. Sonradan farkettim ki bu adam meğer beni geceleri sokaklarda, gazino etraflarında birkaç para ko. partmak için dolaşan kadınlardan bi- leri üzerine kıvrılmıştı. Çenesinin tit. | ri sanmış. Pek de haklıydı. Bu vaziyette, rediği on adımdan görünüyordu. Par- lak sarı saçları terli alnına yapışmış- tı. Kazandı, kaybetti. Nihayet beş pa- rası kalmadı. Ve sarhoş gibi, sendeli- yerek yerinden kalktı. Feci bir yürüyüşü vardı. Bu adamın ölüme gittiğini derhal hissettim. | bir ye lal. zi # | güne gidim. sek ağ her kim olsa bana dnir böyle düşünür. dü. Fakat bunu çok sonra anladım. Ne garip tesadüf ki, bu fikrini büsbü. tün sağlamlaştırıcı bir cümleyle cevap verdim: — Zarar yok... Bir otelde oda tuta» rız... Burada kalamazsınız... 3 Ağustos 1930 doğru dönerek garip bir istihza İle: — Hayır... Odaya ihtiyacım yok.. Artık hiç bir şeye ihtiyacım yok.. Zahmete girme... Benden birşey çeks- mezsin... Fena düştüm... Param yok! » dedi, Bu sözleri söylerken sesinde öyle kor kunç bir ahenk vardı ki, ıslak vücudün- de öyle bir bezginlik hissediliyordu ki, kendimi tahkir edilmiş saymağa yakıt bulmadım. Zira yalnız onu kur- tarmağı düşüntüyordum. Genç, canlı bir insanın ölüme sürüklenmesine mâ- ni olmağı herşeyden akdem sayıyor- dum. Kendisine yaklaşarak: — Para meselesini düşünmeyin... Gelin... Üzülmeyin... Ben herşeyin ça- resini bulurum! - dedim Yağmurun sltanda, başını bana doğru eğdi. Karanlıklar içinde yüzümü görmeğe çalıştığını hissettim. Bütün benliğini saran gevşeklikten ayılır gibi oluyordu. — Pekâlâ. Nasıl istersen... Herşey bana vız geliyor... Niçin gilmiyeyim?.. Şemsiyemi açtım. Yanıma sokulup koluma girdi. Bu lâübalilik hiç hoşu- ma gitmemişti. Hem de fena halde korkmuştum. Fakat mâni olmak cesâs retini kendimde bulamadım. Zira şim- di onu İtsem gene eski haline düşerek- ti. Bu ana kadar çalıştıklarım heba olacaktı. Yolda bir araba buldum. Bindik Böyle sırılsıklam bir adamı iyi bir ote- le götüremiyecektim — Herhangi bir otele bizi gölür! - diye seslendim. Bir müddet gittikten sonra arabacı bir binanın önünde durdu.. Evvelâ ben indim. Parasını verdim. Kapıyı çaldım. Sonra delikanlıya yüz frank uzatarak: — Şimdi bir oda tularsınız. Yarın sabah da Kise gidersiniz! - dedin. Hayretle yüzüme bakıyordu. — Oyun salonunda halinizi gördüm Başınza bir felâket gelmesinden kork. tum. Sizi takip ettim. Arkadaşça bir yardımı kabul edebilirsiniz. Hiç ayıp değildir. Haydi, alın... Kendisinden ummadığın bir enerji ile elimi itti: — Sen iyi bir kızsın... Fakat paranı böyle çarçur etme... Benim yardımla düzülecek vaziyetim kalmadı. Bu ge- ce uyumuşum, uyumamışım... Hepsi müsavi... Yarın nasıl olsa öleceğim... Kapının önünde bu şekilde uzun uzun münakaşa ediyorduk. Oteli eşikte duruyordu. Delikanlı bileğimi | demir parmaklarile yakalıyarak — Gel! - dedi, Öyle korktum, öyle fena oldum ki... Kendimi müdafaa etmek istiyordum. PFâkat put kesilmiştim. Karşı duramıs yordum. Otelciden de utanıyordum. Böylelikle kendimi binanın içinde bul- dum. Beni çektiği tarafa yürüdüm. Merdivenlerden çıktım. Üzerimize bir kapı kilidlendi. İşte bu suretle tanı- madığım bir otelde, tanımadığın bir erkekle başbaşa kalmıştım. Ertesi sabah ağır bir uykudan uyan- dım. Kendimi yabancı bir muhitte gö- rünce evvelâ şaşırdım. Etrafıma bakın dım ve yatağımda yabancı bir erkek yattığını görünce tarif edemiyeceğim bir dehşete düştüm. O kadar korkımu- şum ki, bafif bir baygınlık geçirdim. Sonra bütün hakikat aklıma geld. Bin itina ile, ses çıkartmadan hasır- lanmağa başladım. Yan gözle de ya- tan delikanlıya bakıyordum. O şimdi, yüzündeki gerginlik gitmiş, bir çocuk kurtardığımdan dolayı gurur duyu yordum. Bir çocuk doğurmak kadar ıztırap çekerek bu gence hayat verişimden memnundum. Pis, iğrenç otelde, ken» dimi Mesih kurtarıcılığında sandım. Tam çıkacaktım ki, genç gözlerini açtı. Etrafına bakındı, Aramızda faz- lâ bir yüzgözlük olmasın diye: — Ben gidiyorum... Sİz burada ka lın. - öğleyin gazinonun antresinde #i- 3i beklerim. Lâzim olan işlerinizi o zâ man yaparım! - dedim. Cevap vermesine vakıt bırakmadan