Naciye, yumuşak divanın üzerine göyle gelişigüzel uzandı, Her yemek- ten sonra yaptığı gibi, bir sigara yak- fı. Elindeki kırmızı kaplı kitabı açtı. İlk sahifede şu cümleler gözüne ilişti: «Kocanızdan şüpheleniyor musunuz? O halde onu şu tarzda kontrol ediniz.» Naciye imsedi, Vakıa kocasın- dan hiç bir şüphesi yoktu, Şimdiye kadar Orhanla aralarında bir kis- kançlık kavgası geçmiş değildi. Lâkin nedense okuduğu satırlar kendisini epey meraklandırmıştı. | Genç kadın sigarasının dumanını tavana doğru üfliyerek kitabı okuma- ğa devam etti. Bilhassa şu satırlar pek ziyade dikkatini çekmişti; «Kocanızın, sizin de tanıdığınız kâa- dınlardan birini pek ziyade beğenip beğenmediğini, hattâ onunla giz'i bir Alâkası olup olmadığını mu anlamak &stiyorsunuz? Bu gayet basit bir şey- dir. Kocanızın yanında o kadından bahsediniz. Eğer kocanız hakikaten © kadını pek ziyade beğeniyorsa, ya- but onunla gizli bir alâkası varsa, ne yapacaktır, bilir misiniz? Güzel olsa bile, şüphelendiğiniz ka- dını, size karşı beğenmiyormuş gibi davranacaktır. Meselâ bu kadının ağ- xi, burnu gayet biçimli olsa, kocanız &izde bir şüphe uyandırmamak için, mutlaka: — Aman canım... Onun ağzında, burnunda ne güzellik var?... Doğru- su ben bu çeşid güzelliklerden bir şey anlamıyorum... diyecektir. Meselâ bu kadının konuşuşu pek güzel değil mi Kocanız, gene sizin şüphenizi uyandırmamak maksadile mutlaka: — Canım, bu kadının konuşmasını medheder dururlar... Halbuki onun gayet âdi bir konuşuşu var... Diye ke- öp atacaktır. Erkekler hiçbir zaman samimt in- sanlar değildirler, Bir erkek daima hislerini saklar. Hele saman altından su yürüten erkekler, karılarına karşı, beğendikleri, hattâ aralarında gizli bir macera olan kadınları hiç beğen- miyormuş gibi görünürler; Naciye, kitabın burasına gelince, satırlardan gözünü ayırdı. Düşünme- ğe başladı, Bir an içinde bu okuduğu şeylerin son derece doğru olduğuna inanmıştı. Aklına, Fatmanın başın- dan geçen hâdise geldi, Fatmanın bir arkadaşı vardı: Leman... Fatmanm kocası Ahmed, biraz çapkın bir erkek- #8, Leman da son derece güzel bir ka- dındı, Fatma, kocasile Leman arasın- da gizli bir macera geçip geçmediğin- den şüphe ediyor, arasıra Ahmedin ağzını arıyordu. Lâkin Ahmed, ken- disinin yanında ne zaman Lemanın bahsi açılırsa, daima onu hiç beğen- mediğini söylerdi. Meselâ Lemanın gözleri çok güreldi. Fakat Ahmed ka- rısının yanında daima: — Aman Lemanın gözleri için güzel diyorlar... O gözlerin neresi güzel ki? Koyun gözleri gibi... derdi. Lemanın dudakları kıpkırmızı ve etli idi. Lâkin Ahmed, her zaman Fat- manin şüphesini uyandırmamak için: — Lemanın dudaklarında hiçbir güzellik yok... Koca koca dudaklar... Eh... Biraz kırmızı işte... Fakat ne ka-| hn!... Dudak değil sanki, iki doma- Lemanın uzun, biçimli bir vücudü vardı, Fakat Fatmanın karşısında Ahmed dalma: — Lemanın vücudü mü güzel? Gü- Yeyim bari... derdi, vücud değil, fasık. ye sırığı mübarek... Lâkin bir gün Fatma, Ahmedin Le | İ mana şöyle ilânı aşk ettiğini kendi | kulaklarile işitti: — Leman!... Gözlerin bir yaz gece- | sinde parlıyan iki yıldız gibi ışıltıh... İ Dudakların İnsanı çileden çıkartacak | derecede güzel... Hele o Yunan hey- | keilerini kıskandıracak kadar güzel, usun servi buyun yok mu? Şimdi Naciye, Fatmanın başına ge- enleri düşündükçe, kitapta okuduğu €©mümlelerin çok doğru olduğunu tas- 4ik ediyordu. Birdenbire aklına kocası Orhan gel- &. Acaba şimdiye kadar Orhana kü- Tükörüne mi inanmıştı? Acaba onun da gizli kapaklı bir takım işleri yok mu 4di? Orhanın tanıdığı birçok gene ve güzel kadınlar vardı. Bunlardan birile Gnun arasında gizi bir vabıta olmadı- ğini kim temin edebilirdi; Bir dakika gi i Pakize aklına geldi. Orhan bu son de- rece güzel, genç, şık kadını tanırdı. Sonra Pakize biraz da hoppa idi. Hak-. kında birçok dedikodular dönüp dola- şıyordu, Orhanla Pakize arasında gizli bir şeyler geçip geçmediğini anlamak ga- yet basitti. Kocasının yanımda Pâki- zeden bahsedecekti, Eğer kocası, son derece güzel kadını, beğenmiyor gibi görünürse, mutlaka Pakize ile arasın- da bir şey olacaktı, Şimdi düşündük- çe bu mesele Naciyeyi biraz dahş sa rıyordu. Kocası Orhan gelince mü- hakkak onun ağzını adamakıllı arıya- caktı, Genç kadın bayağı heyecan içinde idi. Bir sigara daha yaktı. Kendi ken- dine: — Hele hele, diyordu, Pakizeyi be- ğenmiyormuş gibi görünsün... Hele Pakizeyi çirkin bulduğunu söylesin... Ben o zaman ona göstereceğim “ve mutlaka Orhanla Pakizenin arasın- da bir şeyler olduğuna inanacağım. Naciye, kolundaki küçük mineli sa- ate baktı, Nerede ise Orhan gelecekti. Tam bu sırada kapı çalındı. Hizmet» çi kapıyı açmak için koşmuştu. Dışa- rıdan Orhanın sesi geliyordu. Naciye tekrar kendi kendine; — Hele Pakizeyi beğenmiyormuş gi- bi görünsün... Ben ona gösteririm... diyordu. Orhan odaya girdi. Naciye ona he- yecanını belli etmeden konuşuyordu. Bir aralık Orhana hiç hissettirmeden Pakizenin lâfını açtı. Kocasına sordu: — Kuzum Orhan... Pekize güzel kadındır, değil mi? Naciye, heyecan içinde kocasının cevabını bekliyordu. Orhan: — Eevet, dedi, son derece güzel ka» dın doğrusu... Naciye doğruldu: — Meselâ yüzünün nereleri gü- 12... Hiç çirkin tarafı yok mu? — Her tarafı güzel... Gözleri mese- la... Son derece mânalı... Gâyet zeki bakışları var. Ağzı, dudakları, dişleri, burnu, saçarı çok güzel... Sonra boyu, | bosu, yürüyüşü her şeyi kusursuz â0ğ-| rusu... Sinema artisti gibi kadın... Naciye, birdenbire kocasından bu hiç ümid etmediği sözler karşısında şaşırmıştı, Orhan kendi karşısında Pakizeyi bu derece beğendiğini söyle- sin ha?... İşte Naciye buna dayana- mazdı, Buna tahammül edemezdi. Genç kadın: — Alçak, alçak!... Benim yüzüme karşi başka bir kadının güzelliğini bu derece göklere çıkarıyorsun ha... Se- ni utanmaz seni... Pakizenin gözleri- ni, bakışlarını, ağzını, burnunu, du- daklarını, dişlerini, boyunu bosunu bu derece ballandıra ballandıra an- ÇAPA MARKA Hububat unları İk «Bir zamandanberi devamlı Radrğler.. sinir bubranlarile soluyor ve uykusuz geçen her gece beni kuvvetten düşürdük- ge, büsbütün mecalsiz kalarak yaşama- mun zevkini kaybediyorum. Bugün, DESCHİENS ŞURUBUmu de- vamlı ve muntazam kullanmak sayesinde rengim yerine geldi iştiham avdet etti, kaybettiğimden fala kuvvet buldum» Bayan M. G, Saint - Maurice, DESCHİENS ŞURUBU bir ilâç değil, kanın öz maddesi olan HEMOGLOBİN'in ta kendisidir. Vücudü yorup çalıştırmak» men, onun bülün eksiklerini kendisi ta- mamlar ve sihhatin kaynağı olan kani ihya eder. Bu sayede zayıf, kansız, düş- kün, dermansız ve haslalıktan kalkanla- ra, yavrularını emzirerek solan annelere, DESCHİENS şurubu kurvet, hayat Ye saadet bahşeder. Siz de elbet mes'ud ol- mak istersiniz. DESCHİENS şurubu her mühim ecza- nede bulunur. BU GECEKİ Nöbetçi eczaneler Beyoğlu ciheti: Tünelbaşında Mat- koviç, Bostanbaşında İtimad, İstiklâl caddesinde Kemal - Rebul, Pangaltı- da Halüskârgasi caddesinde Halk, Karaköyde Hüseyin Hüsnü, Sarıyer: Osman. İstanbmi tarafı: Fatih: Hamdi, Ka- râgümrük; Arif, Eminönü: Bahçeka- pıda Salih Necati, Bakırköy: HU, Aksaray: Ziya Nuri, Fener: Balatla Hüsameddin, Kumkapı: Lâlelide Hay- © Yorgi, Samatya: Erofilos Çula, Alemdar; Divanyolun- da Esad, Şehremini: Ahmed Hamdi. Kadıköy: Pazaryolunda Namık, Mo- dada Nejad Sezer, Üsküdar: İmra- hor, Heybeliada: Halk, Büyükada: Şi- masi Rize. hisarındaki eczaneler her gece açıktır. Çocuğunuza Dadı Bulmak için «Akşamın KÜÇÜK İLÂNLARI En süratlı ve en ucuz vasıtadır. latırsın ha... Mutlaka seninle onun arasında gizli bir şeyler var... Mutla- ka buna eminim... Hikmet Feridun Es SIHHAT VE KUVVET KAYNAĞIDIR Mütercimi Mebrure SAMİ Tefrika No. 17 Kâhya, birer birer, köyün her çifçi- | sine uğrayordu; onlara geldiği vakıt, ana da, mahsul yığılı avlusunda, kapısının önünde, ayakta duruyordu. Mal sahibinin bu yeni adamı, uzun boylu, üstübaşı tertemiz, gü- müşi ipekliler giymiş, ayağında de- riden kunduraları olan, uzun Jâfın kısası, tepesinden tırnağına kadar, tam bir eşehirliş idi, Yumuşacık ol- duğu görünüşünden belli geniş el lerini sık sık, kazıtılmış bıyıksız du- dağına sürüyor ve her kımıldanışın- da ağır lâvanta kukuları saçıyordu. Ana, o yaklaşınca geri çekildi ve: — Bu evin çifçisi nerede? diye ba- Eırınca, cevap vermedi, sustu. İhti- yar söylesin diye bekledi. Nine de, düdük gibi sesi ile: — Oğlum şehirde çalısıyor... Top- raklarımızı biz ekip biçiyoruz, dedi, Ana, Emmioğlunu oçağırtmağa, çocuğunu yolladı ve yabancıya sade âdet olduğu üzere, «safa geldins de- mek ve çay ikram etmek için yaklaş- tı. Amma adamın, onun yüzünü ve çıplak ayaklarını nasi ateş dolu bakışlarla süzdüğünü farketmekten de geri kalmadı. Emmioğlu gelip te, kâhyaya veri- lecekler, kendi paylarına kalacak mahsulü ölçeklemeğe (başlayınca, ana, komşularının ne doğru bir adam olduğunu bilmenin verdiği | huzur içinde, bir kenara çekliği, hiç bir şe- ye karışmadı. Yalnız, kendi zahire- sinin azaldığını, yarılandığını gör- dükçe, bütün öteki köylülerin de duyduğu bir yürek sızısı ile, onca emekler verecek elde edilen mahsu- lün, böyle yabanın iki dirhem bir çekirdek adamı uğruna, elden gidi vermesine, içi yarıyordu. Öteki çifçiler de, tıpkı ana gibi, mahsullerini, içleri gide gide veriyor- lardı amma, ağızlarını açıp bir şey söyliyecek olsalar başlarına gelecek belâyı bildikleri için, tarla sahibinin payından başka, üslesine kâhyaya da ya bir iki semiz tavuk, bir ölçek pirinç, yumurta hediye ediyor, hattâ bazan da avucuna azıcık bir para bile sıkıştırıyorlardı. Paylaşma işi bittikten sonra da, kâhyanın şerefi- ne ziyafet çekiliyor, ve bu ziyafete her evden bir türlü yemek hazırla- nıp veriliyordu. Bu erkeksiz, tek bâ- şına çalışma yılında bile, kadıncağız âdetlerin dışına çıkamadı, ve ta- vuklardan birini Xesip, hafif ateşte, bir buğulama yapıp yumuşacık, gü- zelce pişirdi. 'Tencereyi indirdiği za- man tavuğun biçimi hiç bazulma- mıştı? Derisi bile delinmemişti amma, © kadar gevrecik pişmişti ki, Şöyle «değneklerles dokunulur do- kunmulmaz dağılacaktı. Tavuğun, kimbilir ne güzel tadı olduğunu düşünmek, saatler saati pişerken, onun o mis gibi kokusunu duymak, hiç te çocukların harci bir iş değildi. Bunun için de, bir türlü mutfaktan, analarının bâcağının arasından çikamıyorlardı, küçük oğ- lan içini çeke çeke; — Ah şu tavuk bizim için pişseydi ne olurdu!... Bari bir yol, biz de ta- vuk yesek anne! diyordu. Yorgunluktan büsbütün hırçınlaş- mış olan ana da: — Haddimize mi düşmüş bizim?!... Tavuk etini sade zenginler yer... di- ye cevap veriyordu. Amma böyle dediği halde de, bir ara buldu, az evvel, başında erkeklerin oturup, yi- yip içtikleri, üzeri artık yemeklerle dolu ziyafet sofrasına sokuldu; tavu- ğundan kalmış bir kemik parçasını aldı, üstünde daha azıcık et ve deri sallanıyordu. Hemen usulca, yalasın diye, bunu oğluna verdi: — Gayreb et, çabuk büyümeğe bak ta, onlarla beraber sende bu sofraya otur, yemek ye! dedi. Çocuk, saf gözlerle oanacığına baktı; — Amma bakalım babam izin ve- tir mi? diye sordu. Ana da acı acı: — Dönmezse baban, onun yerini “en alacaksın, bunu unutma! dedi. Yıl ilerleyip gidiyordu; güz sonla” rna gelinmişti. Çocuklar, yatağın içinde, yanlarında, başka birinin da» ka uyumuş olduğunu pek hatırla. miyorlardı bile, Artık ihtiyar nine de, ağrılarından sızılarından başalıp öyle eskisi gibi, sık sık oğlunu sor- muyordu; buz gibi rüzgârlar esmeğe başlayalı canı çekilmiş kemikleri si- zim sınm ağrıyor, bütün gün, anca şöyle güneş görür kapalıca bir köşe- Câğız aramakla uğraşıp duruyordu. Birteviye, değişen rüzgârlardan, bir de her yıl ona sıcaklığı biraz dahâ azalmış gibi gelen güneşten, yana yakıla şikâyet ediyordu. Küçük oğlan, artık kendisine va- zile edindiği ufak tefek işleri, sırah sırasınca görüyordu. Yapılacak da- ha mühim işi olmayınca da camusu dağa götürüyor, hayvan otlar durur- ken, koca gün, ya sırtüstü yatıyor, yada kâh bir mezarın üzerinden ât- uyarak kâh bu ölüm kabartılarına oturarak, otların arasından Ççırlak- lar tutup; bunları ince sazlarla ör- düğü küçücük kafeslere hapsediyor- du. Akşamları eve döndüğü zaman, bu kafesleri kapının üstüne asardı, çırlaklar öttükçe de minimini ile, küçük kız kardeşi pek sevinir, eğle- nirlerdi. Amma gitgide kış yaklaştıkça, dağ tepelerinin yabani otları kızar. dı; aralarında biten çiçekler olgun- laştı, içleri tohum doldu, ve dağın kestirme yollarında sonbahar çiçek- leri al al yıldızlarla sarı kasımpatları, açmağa başladı. Artık kış yakacağı- nı bir kenara koymak için, otları biçmenin tam zamanı gelmişti. Bu işe çocuk ta her gün anasile beraber gidiyordu. Kadıncağız Msa tarpanı ile kuru otları kesiyor, demetliyor, yavrucak da otlarla ip örüp, bunları bağlıyordu. Dağ sırtlarında yer yer, mavi benecikler gözüküyordu, Or- Jar gibi, kurumuş, kızarmış otlar toplayan daha, başkaları da vardı. Akşam olup ta güneş batınca, tepe- lerden gecenin üşütücü serinlikleri inmeğe başlayınca, herkes, dağın yı lankavi bir şerid gibi uzayıp giden daracık geçidlerinden aşağıya, evle- rine dönüyorlardı. Her birinin omu- zunda da uçlarına iki koca ot yığını asılmış birer sınk vard. Anada böyle yüklü bir sırık taşıyordu, çocü- gun elinde, sırtında ise, ikişer küçük demet oluyordu. Eve varır varmaz, hemen ana, ge rilmiş memelerini rahatlandırmak için miniminiyi kucaklıyor ve emziri- yordu; bütün gün, sade pirinç su yundan başka ağzına bir şey girme- miş olan yavrucuk, artık bu ana sü- tünü şapur şupur, uzun uzun emi yordu. İhtiyar nine erkenden çöken bu 80 ğuk gecelerde, ısınmak için, güneş bâ- tar batmaz yatağına giriyor; küçük kız da, günün bu son işıklarında, tu- tuna tutuna dışarıya çıkıyordu! Ya- rı aydınlıkta bile, gözlerini açınca, evvelâ can acısile, bir yüzünü buruştu. Tuyor, sonra, eşiğe oturarak, artık çalışmağa başlayalı beri bütün gün çok aradığı kardeşi gelecek diye mem- nun, gülümsüyordu. Güz işte böylece geçti; çift sürmek, ekin ekmek zamanları da geldi geçti; ana oğluna, bir yere sık, bir yere seyrek düşürmeden, yolunca, rüzgü- rın esişine göre, elle tohum saçması- nıda öğretti. Sonrada kış geldi çattı: Buğday daha henüz filiz verir. ken, toprak iyice oturdu, ve artan soğuklarla da toklaşıp sıkılandı. Ana yatağın altında tuttuğu kışlıkları çi- kardı, güneşe koydu ve bu çulları sır- ta geçirilecek hale getirmek için de biraz düzeltmeğe kalkıştı. Amma yaz ve güz işleri, ellerini © kadar çatlatmış yer yer yırtmışlı ki, bu kaba, pamuklu şeyler bile çatlak. lara takılıyor, biçimleri h#iâ da gü. zel olan parmakları katılaşmış, diki- şin üzerinde dimdik kalakalıyordu. Kapısının, rüzgârı tutsun diye aç- tığı kanadı önüne oturmuş, kendini öğle güneşine vermiş yamalamağa, dikmeğe çabalıyordu. (Arkası var)