— Beş sene evvel büyük bir şir- kette çalışıyordum. İşimden son de- rece memnundum. Şirkette benim çalıştığım kısmın gayet babacan, ih- tiyar bir şefi vardı. Bize İstediğimiz zaman bol bol izin verirdi Meselâ bazan ben saat on birde şirketten çi- kar bir daha hiç uğramaz, ertesi günü gelirdim. Sıra ile bir iki gün şirketin semtine bile uğramadığım da olurdu. Fakat bu iyi, babacan âlmıtimız ih- tiyarlığından dolayı şirketten ayrıl- dı. Onun yerine son derece aksi, ken- disinden izin istenildiği zaman hid- detten küplere binen bir adam geldi. Bizi leyli mektep talebesinden daha fazla sıkıyordu. Hele içimizden biri sabahleyin on beş dakika işine geç gelsin!... Kıyametler kopardı, Bazan meselâ bir arkadaşın İşi çi- kar, daire âmirine; — Efendim... Bugün kız kardeşim dışarıdan İstanbula geliyor. Kendi- sini karşılamak için öğleden sonra bendenize müsaade eder misiniz? derdi. O zaman yeni âmirimiz: —Ne-demek efendim?.. Böyle şey olur mu? Kız kardeşiniz beş yaşında çocuk değil ya... Kendi kendine eve gidemez mi? Karşılamağa me lüzum var? Akşama evde kendisile görüşür- Sünüz, der, keser, atardı, ; t Yani ondan izin almağa imkân yoktu. Halbuki benim ne kadar kılı- bık biradam olduğumu bilirsiniz. Karım ârâsıra: N -— Bugün şirketten izin alda Beyoğluna çıkalım. Kendime şapka almak istiyorum, diye tutturuyordu. Siz gelin de bizim yeni âmirimize: w Karım şapka alacak... Bana öğ- leden sonra müsaade buyurur mu. Sunuz? demeğe cüret edin. Böyle şeyin imkânı mı vâr? Hiç unutmam bir yaz. günü idi, Karım evlendiğimiz gündenberi ilk defa olarak benden evvel yatağından kalkmış, bahçeye güzel bir kahvaltı sofrası kurmuş... Reçeller, peynirler, yağlar, taze yu- murtalar, sütler... Bu güzel kahvaltı Sofrasının başında farkında olma- dan ben adamakıllı gecikmişim, Bir de saate baktım. Vay, vay, vay.. Bizim şirkette çalışma saatinin baş lamasına beş dakika kalmış.- Hemen yerimden fırlamak istedim. Karım: — Dünyada olmaz, dedi, bu kadar yoruldum. Böyle güzel bir sofra kur- dum. Kalkıp hemen gidersen zahme- time değmez. Otur tatlı tatlı konu- — Lâkin karıcığım... Bizim yeni Amir küplere biner... Her halde bir an evvel gitmeliyim... Karım otur diyorum. Senin üzerin- de benim sözüm mü daha müessir? Yoksa âmirinin sözü mü? Ne yapacağımı şaşırmıştım. * Lâkin karımı kızdırmağa gelmezdi Yeni Amirimden adamakıllı bir papara ye meği gözüme alarak kahvaltı sofra- &inin başında yarım saat daha ka- rımla çeneçalmağa mecbur oldum. Nihayet kalktım. Telâşla sokağa fır- ladım. Şirkete geldiğim zaman çâ- lışma vaktini bir buçuk saât geç- mişti, Yeni âmirimiz her zaman ol- duğu gibi herkesten önce gelmişti. Etrafı camlarla ayrılmış küçük oda- sında çalışıyordu. Kapıdan içeri gi- Ter girmez bütün arkadaşlarımın gözleri bana çevrilmişti. Muhakkak ki hepsi içinden «şimdi daire âmiri- ne ne cevap verecek?» diye merak ve endişe içinde bakıyorlardı. Sessiz- ce masama olururken âmirimiz be- nim geldiğimi görmüştü, Hemen be- ni yanına çağırttı. Büyük bir heye can içinde masasına yaklaştım. Deh- şetli sinirli idi. İlk sözü: — Bu zamanlara kadar nerede idi- niz efendim? Feneri nerede söndür- dünüz? Eğer bütün arkadaşlarınız si- zin gibi hareket edecek olursa bu şirketin işleri nasıl yürür? Bu ne re- zalet?... Büna cevap verin. Bu zama. na krdar nerelerde idiniz? Aklıma makul bir yalan gelmediz gi için ona işin doğrusunu söyledim; — Efendim zevçem bu sabah bah- çede bir kahvaltı sofrası hazırlamış, Bendeniz bir iki lokina yiyip kalk- mak istedim. Fakat zevcem bırak- madı, Bir müddet daha oturmak için NX ısrar etli, İşte bu yüzden geciktim. Benim bu sözüm üzerine, biraz evvel ateş püsküren Kai vazi» ne kahvaltı sofrasi başında biraz fazla kaldınız ve geciktiniz öyle mi? — Evet efendim. im. — Mademki bir müddet daha yâa- nında oturmanızı size zevceniz Söy- lemiş, o halde bu işle sizin kabahs- tiniz yok. Mazeretiniz mühim. Zev- cenizin sözünü kıracak değilsiniz ya... Peki azizim, gidin çalışmanıza devam edin... Âmirimin masası önünden ayn yordum. Bir kaç adım atmıştım. Bu sefer o beni ismimle çağırdı. Şirkete geldiğindenbeli ilk defa gülerek ve büyük bir samimiyetle sordu: — Kılıbık mısınız? Ben de güldüm: — Evet efendim... dedim, sizden niçin saklayayım? Hem de adamakıllı kılibikim!... Bundan sonra İlâve ettim; — Yeryüzünde kılıbık olmayan erkek o kadar az ki... Bu sözüm âmirimin pek hoşuna gitmişti. Hemen beni masasınan önündeki geniş koltuğa oturttu. Yap- rak sigarası ikram etti, kahve ge tirtti. Âmirimin bu haline hayretler içinde kalmıştım. Biraz evvel bir bu- çuk saat geç kaldığım için papara yemek düşüncesile girdiğim şurada şimdi geniş bir koltuğa oturmuş, yaprak tigaramı tüttürerek kahvemi içiyordum. AÂmirimin yanından ağzımda koca- man bir yaprak sigarasile ve gayet memnun bir tavırla çıkmam arkâ- daşlarımın . son dersoede hayretini uyandırmıştı. Masama oturdum. Keyifli keyifli çalışmağa başladım. Aradan üç gün geçti. Bir gün âmirimiz bizim çalış- tığımız masaların etrafında dolaşi- yordu. Tam o sırada benim önümde. ki telefon çaldı. Karım telefon edi- yor: — Bugün öğleden sonra izin al... Beni sinemaya götür... Güzel bir filim var. Bugün son günü... Yarın program değişecekmiş... diyordu. — Aman karıcığım... Nasıl olur? İmkânı mi var? dedim. Lâkin karım hiç bir mazeret din- lemiyordu: — Tanımam... Ne yaparsan yap... Beni bugün o filime götür. — Peki amma karıcığım... Bunun için dünyada izin alamam... Çok rica ederim beni müşkül mevkle sokma... Karım: — Hele izin alma da bak... dedi ve sinirli bir halde telefonu kapattı. Bu esnada Amirim karşıma gel mişti, Benim Lelefonda konuştukları- mı işitmişti, Masamın önünden ge çerken bana: — İçeri gelin de görüşelim!,. dedi, Biraz sonra âmirimin yanına gir- miştim.. O beni gene bir derd ortağı samimiyetile kabul etti: — Hususi hayatıniza karışmağa hakkım yok amma... dedi, zannede. rim refikanızın bir işi olacak... — Evet efendim... Bana «her hal- de izin alacak ve beni sinemaya gö- türeceksin!...» diye kati bir ültimatom verdi... Âmirim âdeta telâşla; — Git birader git... dedi, hiç insan zevcesinin sözüne karşı durur mu? Git, hemen git... Bu esnada âmirimin önündeki te lefon çalmıştı. Bizim dâirenin şefi tlefonu açtı. Karısile görüşüyordu: — Peki kancığım... Emredersin karıcığım, Hay hay karıcığım. Çok münasip karıcığım. Sen nasıl arzu edersen öyle olsun karıcığım... Pek doğru karıcığım... İstediğin, emret- tiğin saatte gelirim karıcığım... Ha- yır nonoşum. Üç sigaradan fazla iç- medim. Hiç ben senin sözünden di- şarı çıkar mıyım? Yaaaa karıcığım... Yanaa... O zaman anladım ki âmirim son derece kılıbık bir adamdır. Telefonu kapattıktan sonra bana: —Ne yapayım birader... diyordu, insan karısının en küçük arzularını yerine getirmeli, onun bütün sözleri- ni emir telâkki etmelidir. Sen hemen elindeki işlerini bir arkadaşına bırak ve git... Mademki zsvcen böyle arzu etmiş, ne çare?... Âmirimin bu haline şaşırmıştım. Halbuki ayni gün biraz evvel gâyet mühim bir işi için bir arkadaşım kendisinden Iki saatlik kısacık bir izin istemişti. Arkadaşıma iki saat İzin vermiyen âmirim beni derhla gönderiyordu. Ben elimdeki işimi bir arkadaşıma devrederken daire şefi benim için: — Efendim : bizim bây Macldin mühim bir mazereti yar... Bugün mutlaka gidip bu işini görmesi lâ um... Yoksa hali berbaddır... di- yordu. O günden: sonra biz iki kılıbık, Amirimle ben derd ortağı olmuştuk. Karım telefon ettikçe bana izin veri- yordu. Şirkelr geç kaldığım günler hemen: — Ne yapayım karım bırakma dı... diycrdum. Bu sözüm üzerine Amirim ağzını açmıyordu... Öteki arkadaşlar benim halime hayret edi- yorlardı. Nihayet iş anlaşıldı. Hepsi yeni âmirimize karşı birer sahte kılı- bik rolü oynamağa başladılar. Hattâ bekâriar bile... Bütün arkadaşlar âmirimizin katşısında (birer kılıbık kesilmişti. Hepsi de bu yüzden İste- dikleri kadar izin koparabiliyordu. Mecid gülümsedi. Hikâyesini bitir- dikten sonra ilâve etti: — Canım bir kılıbık öteki kılıbığın halinden anlar... dun Es Türkiye DALGA UZUNLUĞU 1639 m. 183 Kos, 120 Kw. TAG im Isik Ke. Ew TAP 3i70m 945 Kos. 20 Ke. ANKARA RADYOSU 'TÜRKİYE SAATİLE Salı 23/5/999 1240: Program, 12,35: "Türk müziği (PL), 13; Memleket saat ayarı, ajana ve meteo- roloji haberleri, 1315: Müzik (Hafif mü- zik - Pİ), 1345 - 14: Konuşma (Kadın saati: Ev hayatına dair). 18,30: Program, 1855: Müsik (Koro eserleri - PL), 19: Konuşma (Hambürg, balıkçılık sergial, hakkında), 49,15: Türk müziği (Fasıl heyeti), 20; Memleket şant, Ajans ve meteoroloji haberleri, 20,15: Türk müziği (Saz eserleri ve taksimleri), 2035: Türk müziği: i - Rimen Şenin bestenigir şarkı: (Her zaman serde hayal), 2 - Salk- haddin Pınarın H. şarkı: (Aşkınla sü- din Kaynağın. türkü: (Sarı kurdele), 6 - Halk türküsü: (Karanfil oylum oylum), 21; Konuşma, 21,15: Esham, tahvilât, kam- biyo - nukud ve ziraaç borsası (flat), 2125: Neşeli plâklar - R. 32180: Müzik (Radyo orkestram - Şef; Prastorius) 1 » Giuck - Motti - Sülü, &) Entrodüksyon, Air gal, lento, b) Lento (Relgen öeliger Geisteri, c) Musette, Andante, ç) Air gai, Sicililtense, 2 -Michael Haydn - Sen- font Do majör, op. I, Nr. 3, a) Allegro aptitodo, b) Rondo, ul poco adağio, 6) Final, Fugato, Vibace Asmi, 3 - Kurt Atterberg - «Yaz gecesi dansları., öp, 24, 4) Akşam, b) Halk bahçesinde EN. Von Remicek: «Donna Diana» operasından uverlür, 2230: Müzik (Opera aryaları - PL), 23: Son ajans haberleri ve yarınki program, 23,15 - 24: Müzik (Cazband » PL), Avrupa istasyonları Saat 20 de Berlin 20 hafif muzika — Leipzig 20 hafif müzika — Münih 20 hafif muslka — Stuttg. 2) orkestra Melnik 20 opera muzikası — Athlone 20 orkestra — Lülle 20 piyano — Londra 20 orkestra — Lille 20 konser — Sofya 20 dans ve hafif mu- zika — Stokholdın 20,30 hafif muzika. Saat Zi de Hamburg 2130 orkestra ve piyano — Kolonya 2130 dans — Königsberg 2125 hafif muzika — Attlone 21,05 akordlon — Bari 21,15 Yunanca neşriyat — Belgrad 2140 senfon, konser Bükreş 21 or- kesira — Lille 2150 - 2330 konser — Londra 21 Verdi'nin Trovatore operası — Marsilya 210 - 2330 karışık muzika — Sofya 2130 orkestra, — Toulouse 21,25 £- Um havalari ve marşlar. Saat 22 de Münih 22,40 piyano — Slutigart 2230 orkestra — Melnik 2230 askeri muztka — Bükreş 22,19 konser, 22,45 dans — Plorans 22 Puccini'nin Boheme operası — Londra 22,25 dans — Sofya 22 salon muzikası. Saat 23 de Berlin, Breslau, Hambufg, Königeberg, Leipzig, Münih ve Viyana 2335 - 1 hafif muzika ve dans — Frankft. ve Kolonya 23 -Idansı — Stuttgart 2305 - 1or- kesira ve dans — Budap. 23 çingene çal- gı — Bükreş 23,25 Rumen muzikası — Taibaeh 23,15 orkestra — Sofya 23.45 ha- fif muzika ve dans — Sottens 23 salon muzikası — Stokholm 23,15 orkestra. Saat #i den itibaren Alman istasyonları 1 e kadar evyelki programlarına devam — Budapeşte 24,20 casband — Florass 23 dans — Hilvers IE 24,10 dans — Londra 24.05 dans — Breslau, Kolonya ve Viyana 1 - 4 gece muzikası — Stuttgart 1-3 gece konseri, © — Kaça? diye sordu. "Arkasından da: Tefrika No. 11 — Amma alamam ki, başımızdaki | boğazları dovurmak, tarlaların Sâ- hibine borcumuzu ödemek için bile neler çekiyoruz... Para nerede? Öy- le zengin karılarının, biricik oğul larına, bilmem nelerine aldıkları ku- maşlar kim? biz kim? dedi. Nine bu Sözleri duyunca mahzun- laştı, küçük kız da yarı sönmüş göz- lerini parlak renkli kumaşa yaklaş- tırmak, iyice yakından bakmak için, yerinden kalktı. Oğlan çocuğu, hiç Aldırış etmeden yemeğini atıştırıyor, babası da ancak bir minimininin işi- ne yarayacak olan bu ufacık kumaş parçasına ehemmiyet vermeden, tem- bel tembel bir türkü mırıldanıyordu. Satıcı sesini alçalttı ve ana'nın ak- anı büsbütün çelebilmek için, kuma- şi yavruya doğru biraz yaklaştırıp şöyle üzerinde tuttu. Amma pek değ- dirmiyordu, satamaz da başına kalır- sa, «Üstelik bir de kirletmiyelim ba- ril» diye düşünüyordu. Usul usul: — Şu kumaşa bakın: Ne solmaz renkler, ne has mal bir bakın... Bugü- nedek, elimden ne kumaşlar geldi geç- ti amma, bu kadar iyisini hiç görme- dim. Eğer bir oğlum olsaydı bu par- çayı ona saklar, satmazdım; amma neyliyeyim ki, talihime karım, kısır çıktı, Allah güldürmedi bu yüzden beni...» Nine, bu saçmaları, can kulağile dinliyordu, satıcı, karısının kısırlığını anlatmağa başlayınca, gene dili çö- züldü: — Vah, vah! zavallı, ne de iyi adam- cağız! Madem ki, böyledir, niçin gen- cecik bir kız daha almıyorsun?... Bel. ki bü sefer balıtın yaver çıkar... Öyle yal... Hep duyarız, derler ki; bir erkek, ayrı ayrı üç kadınla sınamadan bu işi, kababatın kendinde olup olmadığını anlıyamazmış...n Bu lâflar ana'nın kulağına girmi- yordu. Birşey yapamadan bocalıyor, yavrusuna baktıkça da içi eriyordu. O, altınımsı renkteki tatlı teni, kırmı- zi kırmızı yanacıklarile, bu yeni ku- maşın yanı başında öyle güzelleşmiş- ti ki, dayanamadı: — Haydi, en son olacağını söyle şu» nun... İşime gelmezse almam. . dedi. Satıcı, korktuğundan daha Aşağı, ucuz bir fiat söyleyince, kadının yüre. ği sevinçten hopladı amma, belli et- meden, başını salladı, durgun bir hal takındı ve oralardaki pazarlık âdetin- ce, adamın söylediği paranın yarısını verdi, Bu, o kadar az birşeydi ki, satıcı hemen kumaşı geri çekti yerine koy- du ve gidiyormuş gibi yaptı. Ana «nur topunu, düşündü, biraz daha çıktı. Bir çekişmedir başladı ve birkaç ya- landan toplanıp gidiyormuş gibi yap- macıklardan sonra, satıcı nihayet ilk fintten az birşey daha kırmağa razı ol- du. 'Toplarını yere koydu, tekrar arala- rından parçayı çikaradururken, ana da, toprak duvarın bir oyuğunda sak- hı, birkaç parayı getirmeğe gitti. Koca, bütün bu çekişmelere hiç ka- rışmamıştı, Oturduğu yerde, hafif ha- fif bir türkü mırıldanıyor ve ara sıra da, dürup her yemek üstüne âdeti ol. duğu üzere, yudum yudum sıcak su- yunu içiyordu. Her geçen dakikadan bir fırsat çi- karmağa bakan gözü açık satıcı, kur- nazlığını belli etmemeğe çalışarak, ka- yıdsızca yere, ince bir kumaş, serdi. Çok sıcak yaz günlerinde insanı serin tutan, ham ketenle dokunmuş yerli bezlerdendi bu. Rengi de gökmavisi idi; tıpkı gök gibi duru, mavi ve pürüzsüzdü. Salıcı, yaptığını farkediyor mu diye, yan gözle erkeğe bakıyordu; gülümsi- yerek: — Bu yaz, cibiselik aldınız mı ken- dinize? diye sordu. Almadınızsa eğer, tam işinize gelecek bir malım Yâr... Hem de şehirde, satılanlardan çok aşa- gıya, çok ucuza... Genç koca, «hayır» der gibi başını iki yana salladı. Her işi alayından alan güzel yüzüne bir karartı çöktü ve acı acı şu cevabı verdi; — Bu evde, kendim için birşey al- mağa, ne izinim yar, ne de param... Sade geberesiye çalışıp, gün günden artan bir sürü gırtlağı doyuracaksın... İşte işim bu benim!... Ayak satıcısı, çok taban tepmiş, bir- çok şehirler memleketler görmüştü. İnsan sarrafı idi... Karşısındakinin eğ- lenceyi seven, sevdiği hayata göre yâ- ratılmamış, olgunlaşmamış çocuk huy» lu bir adam olduğunu hemen seziver- di, Yapmacıklı bir acıma tavrı ile, işi babacanlığa vurdu: — Evet haliniz- den belli... İşiniz güç, nasibiniz az... Yazık doğrusu... Ne de yakışıklı, kibar bir görünüşünüz var... Haydi sözümü dinleyin... Yeni bir elbise yapın, gö- rürsünüz neşeniz keyfiniz gelecek... İlâç yerine geçecek bu... İnsanın yü- zünü, şöyle, yazlık yeni bir esvap gi- bi güldüren hiç birşey olamaz. Bu kumaşı diktirip sırtınıza geçir. diniz mi, parmağınızdaki yüzüğü de, şöyle bir parlalıp taktınz mı... Saçla- rınızı da azıcık yağlayıp sıvazlarsanız, alimallah şehirlerdeki gençlere bile taş çıkarttırırsınız! Sizden yakışıklı. sı olmaz o vakıt... Erkek bu sözleri, hoşlanarak dinli. yordu; aptal aptal bir güldü ondan sonra da kendi kendine: — Ne diye bir defacık olsun kendi canım için şöyle yeni bir elbise yaptır- miyayım? Şu dünyada, ard arda gelen yumurcaklardan başka ne göreceğim var ki? Ömrümün sonuna kadar bu pırlıllarla mi gezeceğim? diye düşün. dü, Birderi eğildi ve kumaşı elledi. Bir yanda da, nedense helecanı tu. tan anası: — Doğrusu güzel kumaş oğlum, sas hiden elbiselik alâcaksan eğer, hiç dü- sünme, bunu al. Ömrümde böyle tatlı mavi görmedim! Ha... Aklıma geldi, rahmetli babanın da böyle bir elbisesi vardı... Güvey gireken yaptırmıştı ga- ba, değil mi? Yoo!... Bunadım mi ben! Gelin olduğumda, kıştı, kara kış» ta. Bak aklıma geldi... Öylesine aksır. mıştım ki, gelinin üst üsle bu kadar çok aksırmasına, herkes gülmüştü... Erkek birdenbire soruverdi: — Bir elbiseliği kaça olur bunun? Tam satıcı fiatini söylerken; - ana, avucunda, metelik metelik saydığı tamamladığı parüsile çıka geldi. Korkarak, bağırdı: — Paramız yok bizim... Fazla birşey alamayız? Onun bu lâfı karşısında, büsbütün heveslenen kocası, çatmağa, hazır bir halde hemen mukabele etti: — Bundan kendime bir elbiselik is- tiyorum. Kırk yılda bir kere de canı mın çektiği bir şeyi yapabilirim elbet. te! Üç tane gümüş paramız var, pekâlâ biliyorum! Doğru idi! Vardı amma, bu üç gü- müş para, evlenirken, kadının getir- diği kendi parası idi. Gelin olurken, baba evinden çıktı. ğı günü, bunları anacağızı vermişti ona, Kadın da, o vakittenberi, gözü gibi saklıyordu. Hiç bir zaman, ve hiç bir hâdiseyi, bunları elden çıkaracak kadar mühim ve esaslı sayamamıştı. Hattâ can çekişiyor sandıkları kayna» nasına tabut yaptırmak zoru karşı- sında bile bu «ibtiyat akçesine» el sü- rememiş keselerinin dibini kazımuğı, bir iki komşudan da ödünç para iste- meği daha doğru bulmuştu. Hayat, pek çelinleşirse, meselâ bir harp veya kimbilir herhangi bir âfet karşısında toprakları verimsiz kâlıve- rirse, onlar İçin bir zenginlik sayılacak olan bu «üç gümüşünü. düşünür ve biraz rahat, nefes alırdı. Hiç olmazsa duvarın içinde sakladığı bu para saye- sinde açlıktan hemen ölmiyebilirlerdi. Bunun için, bir sıkı, bağırdı: — Hayır olmaz, ona dokunulmaz! Erkek yerinden fırladı ve kırlangıç gibi göz karartan bir çeviklikle içeri atıldı, karısından evvel varıp duvarın içindeki deliği araştırdı, parayı kaptı, Kadın da ona yetişti ve koşan kocası- na sarılarak onu tutmak, alakoymak istedi. Amma erkeğinin çevikliği fle başa çıkamazdı, adam onu bir itti, ka. dın da, kucağında hâlâ tuttuğu yavru» sile beraber, toprak döşemeye, yere yu» varlandı. (Arkası var)