Kırk yıl evvelkiler usallatlar ve sailler : Seyir yerindeki m Başta soluk, yağlı, küçücük fes; iki yanda uzamış, yapışık, vıcık vıcık sağ» lar; kaşlar çatık, gözler biribirine ya» kın, bir kulağının yarısı yok; müte- madiyen sırıtkan-ve ağzının içinde üş dört diş... Kirden kahverengileşmiş yakalığı ve kollukları, şirden gibi Kıraravatı, yırtık pırtık redingotu, açık renk pan- talonu, elinde bastonile Çölâk Alt bey hangi piyasa yerinden eksikti ki? Yalnız çolak değil aksak ta. Ya Harputlu, ya da Malatyalıydı, Mesire müdavimlerinden tanımadığı kimse yok, hem de hepsini isimlerile, şece- relerile... Karşıdan gözü İlişir ilişmez, topal- uya topallıya şıppadak arabanın ya- nında; göğsünü iİlikleyip yerden to- mennahlar savurmada: — Vay Mehmed paşazadem, Mah- mud beyfendiciğim! Sizi görünce hu- zurunuza buyurup keyfi âlinizi sual emez miyim efendim!... “— Maşallah Leman hanfendici- Eim!... Müşerref olmağa, teveccüha- tamı arzetmeğe koştum. Velinimet Mus tafa paşa hazretleri pederiniz, Hasan beyfendi damad beğimiz üfiyettedir- Ter işallah!... Ve konaktakilerin ayrı ayrı isimle- Tini sayarak, hatırlarını istifsarda. .. O esnalarda altın tabikâsını çikar- miş ta, kalıp sigarasını yakmak üzere bulunan bir bey - etrafa'lâtife olsun diye - derhal bir tanesini'buha uzatır, şamalı kibriti de çakacak gibi yapar. Ali beyde büklümb üklüm, gene kandilli temennahlar: — “Estağfirullah, Hâddim mi?... Önce siz, sonra bendeniz!... Hanımlardan da litifatlara müstağ- rak: i — Geçen cuma gözükmedin Ali bey. - Merak ettik, hastamıydın yoksa? Gene sıvırya temennah: — Teşrif edecektim, .Efendilerime arzı ubudiyet. etmeden durabilir ri yim? Melmeketten mektup gelmişti, Kerime variyeniz biraz: esirtiraşmış; cevab yazdım derken, kusura bakma- yın, bampuru kaçırdım! Aşna fişnalarını ona Soran sorana; - . — Filânca bey bugün yok, neden acaba? ğ Cevap hazır; — Köleniz gelirken Ada -iskelesin- den geçmiştim. Beyimiz bilât alıyor- du, Malümatınız yok mu, bugün Bü- yükadada kayık yarışı var... © Kuzum Ali beyciğim, filânca hani- « Uma rasladın mı? © © — Kuşdilinde etekledim. Malak- #yanın (yani Manakyanın) tiyatrosuna! azimet ettiler. Oradan çıkışta gele ,cekler! Sa © Çiçekli ve kokulu kâğıda nameyi ya- mp teslim et, yahut kulağına haberi — fisla; çeyreği veya iki çeyreği de avu- “cuma sıkıştır, mürseliileyhe gitti bitti, Fazla kıskançların derdlerine de “derman! — Bizimki, hanımlara işarek mişa- ret ediyor mu? — Bizimki, beylere gülümsüyor mu? gibi suallere karşı ne çırpınma: — Asla, hâşâ!... Ve yemin yemin üstüne!... Seyir yerlerinin bir eksik$izi de Sar- hoş Derviş... Arakiyeli, ağzı 1e$ gibi Takı kokulu, kilise direği gibi enseli, “boynunda pehlivan muskası, deve tü- iyü renginde abalı, taşı sıksa suyunu a ane bir herifti, > Pehim paşanın hafiyesidir, derlerdi. “O da her arabanın önünde durakla- mada; yanşak değil, âdeta zorba: « — Ver kuruşu Dervişe!... Fakat balta olmaz; âdet yerini bulk sun diye bir defa istiyor. İşte bundan dolayı şüphelenirler, hafiyeliğine hük- mederlerdi ya... Erbabınca, aksata hususunda hep- sinden emin sayılırdı, Ayyaş mayyaş amma, çenesi düşük, zırzop değil, İti- rada salih ve sır faş ettiği duyulma miş. Çeyreğe, iki çeyreğe filân tenezzül etmez: — Biz bugün nafakamızı çıkardık, Çolak Ali bey ve Sarhoş üerviş Avaidi, lâakal beyaz Mecidiye, Cep- leyince de (halâl olsun) dedirtenler- den... Bir kenara çekilip kuşağının arkasına sokulu yüz dirhemlikten iki yutum çeksin, bir de etrafı dolansın, dalavere tıkırına girdi vesselâm... Bir de top sakallı, çirişçi çanağı ağızlı, bodur, paytak, gayet sulu bir sarıklı vardı, — On paacık, ön paacık!... Hafiza sevindir, kırma gönlünü!... diye kol- lara, eteklere yapışır, çekip durur, (Allah versin), (İnayet olal), (Bo- zukluğum yok!) bir türlü kulağına girmez, Onluğu ver, yüz bularak gene poş- te. Tersle faydasız, koy umurunda de- gil. (Seni polise teslim (edeceğim!) dedin mi, tabanları yağlardı amma ne beddunalarla... Kuruşu veren yakayı kuttarırdı. Çeyreğe ufak tefek meyanecilikten geri kalmadığını da söylerlerdi. Tombalacık âmâ Hafızı da unutmi- yalım. Yaşı genç, çiçekten Çopur, Iki gözden mahrum. Dokuz, on yaşların. da bir oğlan yederdi. Yanaştı mı, ağ- zını çarpıta çarpıta, kafasını sallıya sallıya, gayet tecvid üzete, maalgunne ve bilâğunne, kâlkaleleri, sekteleri yolunda, aşrı şerifi tutturur, Yedicisi veled'mi veled. Hafızcığa sadaka uzatılırken, şayet kuruşsa, he- mencecik elinde hazırladığı onluğu avucuna kor, kuruşu da yokediverir, ekseriya da arabacılardan, ağalardan şamarı yerdi. Ardından bir âma daha... Bu, bir kadındı; dilinden (belli, muhacirdi. Onu yeden de sözüm yabana başı ör- tülü ve erkekleri yeni kaçmış, sırtında şahrem şahrem entari, bacakları çıb- lak, ayakları takunyalı, Haymana beygiri gibi bir kız... Ağzında sakız, kirli kukla mı kiri kukla ve lâkin çitlembik mi çitlem- bik: Çağla bademi misali yeşli gözler; ebru ebrü yanaklarında gamzeler; ufacıcık ağız; boy, endam... Yere yanaşmaz ilâhiye girişir Hazreti Bekir, dilinde zikir ” Hu diye döner efendim aşk meydanında Ve mabâdı ayni nakaratlarla: Hay- reti Ömerin belinde kemerliği, Hazreti Osmanın cemetti Kur'anlığı, Hazreti Alinin şüphesiz veliliği... Ol çitlembik, değme beylerin bile çenelerini titretir, her taraftan çağır» Kocakarı masallarındaki şehzadeler misillü yememiş, içmemiş, uyumamış, kuru kemik olmuş, Nihayet kizı ko- nağa gelin almışlar; hanımhanımıcık olup çıkmaz mı? Akla da yatıyor. Zira birdenbire or- talıktan kayboluyermiş, muhacir ka- dın başka birile dolaşmağa başlamıştı. Sırık boylu, kuzgun! Arap sall de meşhurlardan... Kafasında acayip bir külâhı, arkasında koyu kırmızı, harç- lu marçlı, kolsuz bir camadan bozun- tusu. Belinde şal örneği kuşak; dizlere kadar da üstündekinin renginde ksa bir şalvar, Değnek gibi bacakları, kal lavi ayakları çıblak... Haftanın her günü başka bir semit- te, sayfiyede! Kadıköyü, Kımltoprak- tan ötesi, Çamlıcalar, Üsküdar, Bo- gazın Anadolu yakası, Rumeli yakası, Bingazili idi, Gayet gevrek, zurma- ya andırır bir sesi vardı. Köşklerin, yalıların bahçelerine sellemehüsssö- lâm dalar, hemen gözlerini kapayıp, elini yanağına koyup, gayet pesten girişerek, vecde geldikçe (tizleşerek, (Veyselkarani) U arapça bir kaside okurdu. Fazla öezbeye gelişlerinde baygın. mişlerden, Hepsinden ayri ayrı sada- kalar: ğ — Hacefendiciğim, kabul et, duanı eksik ötme!... — Hacıcığım, şuncağızı da 8i, biz- leri de unutmal.., — Karnın açsa söyle, gel kahve oca- gina, bir iki kap yemek getirelim Ha- cıml Tokgöz, terbiyeli bir Arapcağızdı. Ayınları çatlata çatlata? — Maalmemnuniye ve lâkin taam etmişim ağafendi!... deyip kapıdan çıkardı. EL altından tellâllık mellâllık gana- ata yaptığını hiç duymadım, Sermed Muhar Alus Çocuğunuza Dadı Muharriri Pearl BUCK Mütercimi Mebrure SAMİ Tefrika No, 10 — Yüzüne bakılır, genç dinç bir adamım, üstelik parmaklarımın ara- sından, oluk gibi kısmet akiyor da, tıpkı kuyuya düşmüş bir balık gibi, hâlâ burada çırpınıp duruyorum 'Tepemin üstünde ayni gökyüzü, is- ter yağmur yağsın, ister güneş açsın hep ayni gökyüzü; evimde hep ayni kadın, biribiri ardına gelen, hepsi de ağlıyan zırlıyan, yemek isteyen ayni çocuk sürüsü... Neden en ufak bir eğ- lence yüzü görmeden bunları doyura- cağım diye etimi kemiğimi çürütece- Eim, canımı çıkaracağım bilmem ki?.. diye düşünürdüm, Onun için de, anar bu son oğlunu doğurunca büba büsbü- tün suratı astı ve birbiri ardına, çâ- bücak çocuk peydahlıyor diye kafa- tuttu. Halbuki bir kadın için, bunun kabahat değil, bir meziyet olduğunu da bilmez değildi. Kısır olsaydı eğer, haklı yere söylenebilirdi amma, böy- le her yıl, en iyi mevsimde, hem de çoğun bir erkek doğuran bir kadına ne deneiblirdi? Amma neylenir ki, o siralarda, hakkınca düşünmeği bilmiyordu ol Bir çok şeylerde daha pek çocuk gibi kalmıştı, Zaten kocanın, dalma da- ha genç olmasını uygun gören ora âdetince, karısından iki yaş küçüktü. Ve böylece - gün günden içini bir küskünlüktür kaplıyor, babalığına, İki erkek evlâd sahibi olmasına falan hiç aldırmiyordu. Sadece eğlenme has- reti çekiyor, uzak uzak diyarlarda, Aâylâk aylâk gezmenin, meraklı türlü geyler görmenin zevkini tasarlayıp duruyordu. Kendisini, Allahın, sırf gülmek, neşelenmek için yaratılmış mahlük- larından sayıyordu. Pek boylu poslu değilse de, yapısı güzel ve biçimli idi; İnce kemikli, na- rin, zarif halli idi. Canı sıkılmadıkça da pıni pini yanan, içleri gülen kara gözleri, gü- zel bir yüzü vardı. Hoşlandığı kim. selerle oldu mu, hemen yeni bir şarkı tuttururdu. Hoş sözlü ve hazirce- vaptı. Köylülerin alık alık dinledik. leri iki mânaya gider, lâstikli, gül- dürücü lâkırdılar etmesini bilirdi. Onlar etrafında kahkah güldüler mi büyük bir iş görmüşçesine kabarır, kendisini büsbütün beğenirdi. Eve dönüp te çeki taşı gibi ağır karısı nın, ona, hiç te başkalarınkine ben- zer iltifatlar savurmadığım gördük- çe «kocasının ne fevkalâde bir adam olduğunu anlamıyan, bir bu kadın. dır işte!» diye içlenerek ona kızardı. Gitgide, artık evinde hiç şaka yap- muıyor, çocuklarla bile gülüp oyna- muyordu, O, bütün güleryüzlülükle- rini, nezaket ve neşelerini elâleme kullânarak, kendi evlerine eli, şevki, boş dönenlerdendi. Karısı da bunu farkediyordu; komşuları: «— Kocanın hikâyeleri bir kol çen- giden fazla eğlendiriyor insanı; ne neşeli, ne canlı adam!» dedikleri va- kit, hem üzülüyor, hem kızıyordu. Hiç bozmadan: — Öyledir, çok neşelidir... diye cs- vap veriyor, duyduğu acıyı belli et- memek için de lâkırdıyı çeviriyordu; çünkü onu içinden çok, amma çok seviyor ve kocasının kendisile bera- berken hiç bir zaman öyle neşeli ola- mıyacağını biliyordu. Yaz başlarında, ana, dördüncü ço- cuğunu doğurduktan sonra idi ki, aralarında, şimdiye kadarkilere hiç benzemiyen, gürültülü büyük bir kavga çıktı, Senenin altıncı ayında bir gündü; insanın içine yeni yeni saadet hul- yaları üfüren bir yaz günü Erkek pek dalgındı; öğle vaktine kadar, san- ki açık gözlerle hep rüya gördü. Havada, içe eziklik veren, tatlı bir sıcaklık vardı; yapraklar, otlar, öyle göz alıcı taze bir yeşile batıb çıkmış lar, gökyüzü öyle derin bir mavilik- le parlıyordu ki, canı, hiç çalışmak istemiyordu. Uyumağa da gönlü yok- tu, çünkü daha asıl büyük sıcaklar başmamıştı ve etrafındaki her şeyde bir hayat üzpertisi, hayat fışkırışı vardı. Kuşlar bile, durmadan ötüşüp gavıldaşıyorlar, dağlarda açmış sarı o miye; zambaklarla, kızıl demetlerini sarki- tan yabani salkımların kokusunu al- mış tatlı bir esinti tâ tepelerden doğ- ru İniyor, insanın içini gıcıklıyordu. Rüzgâr kar gibi beyaz bulut öbek- lerini önüne katmış sürüklüyor ve parlak gök kubbesinin altında uçan bu beyaz kümelerden, vadiye, “bir gölge yayıntısı çöküyorken, dağ te- pelerinde göz kamaştırıcı bir aydın- lanış beliriyor, Manzara bir an aşıl- darken, bir an da kararıyordu; daimi bir değişiklik vardı... Gölgeleniş ve aydınlanış... Erkeğin kalbini heye canlandıran çok hoş bir gündü bu... Çalışmağa, hiç gönlü yoktu! Öğleye doğru, köyün içinden omu- zunda renk renk, çeşid çeşid kumaş- lar yüklü, bir ayak satıcısı geçti, Hem yürüyor, hem de bakına bakına: « — Kumaşlarım ver, âlâ güzel basmalarım var!» diye bağırıyordu Onların evinin önünden de geçti: Söğüdün gölgesine oturmuşlar, ih tiyar nine, çocuklar, karı koca öğle yemeği yiyorlardı. Satıcı durdu: — Açıp göstereyim mi?.. Çok gü- | zel mallarım var, diye seslendi Ana da, bağıra bağıra: — Paramız yok bizim, olsa olsa şu son doğurduğuma avuç içi kadar bir kumaşcağız alırdık amma... Oda, en ucuzundan, vârsa eğer... Fıksara çifçileriz biz... Ne yeni elbise, ne de kumaş alabiliriz... Çıplak gezmiyecek kadar bir şey geçirebilelim de sırti- muıza;.. Yeni yapması kusur kalsın... diye cevap verdi. er işe burnunu sokmadan düra- mıyan nine de çallak, keskin sesi i «— Öğle ya, gelinimin hakkı var; hem şimdiki kumaşlar pek kötü çi- kıyor, bir iki kere yıkandı mı, lime üme oluveriyorlar. Hiç unutmam, gençliğimde, bü: anamın bir hır. kası vardı, gelin oluncaya kadar giy- dimdi onu... Daha da giyerdim ya. Evleniyorum diye, ele güne karşi ayıptır dediler, yenisini yaptılar, yok- sa sapasağlamdı... Şimdiki kumaş- ların hali sırtımdakinden belli işte... İkinci kefenlik hırkamı giydim... Bu gidişle yakında üçüncü de nasip olacak galiba...» dedi. Ayak satıcısı, bir alışveriş kokusu duymuş olacak ki, yaklaştı. Tam, gezginci esnafa uygun aldatıcı, çene baz bir hali vardı, hem anaya hem de ihtiyar nineye iltifatlar savurma sını bildi: — Büyük valide, tıpkı buyurduğun gibi eski dayanıklı kumaşların âys- rında bir ketenim var Tam da şu nurlopu oğlunuza yakışacak bir şey kadınım... Parça kaldı elimde. Bugün kasabada, zengin bir hanıma kestimdi de azıcığı arttı; o da biri- cik oğlu için alıvermiş. Güzelim ku- maşıma, ilk onün için makas vuf- dum, diye, parasını da yüksekten at- tım, dödiğime de razı oldu, bin, be- reket versin, İyi kazandım..: Zaten kalanı çok bir şey değil... Kucağınız- da, memesini eme eme ne güzel de uyuşan şu tosununuza hediyem ol sun, yok pahasına vereceğimi size onu... dedi, Hem bütün bunları, bir solukta karşısındakinin zihnini çelen bir us- talıkla sıralayıp döküyor, hem de bir yandan topların arasından, döğiği gibi, sahiden güzel, çimen yeşili bir zemin Üzerine kırmızı şakayik resim- leri bezenmiş bir kumaş parçası çi- karıyordu. Renkler o kadar çiy ve canlı idi ki, ihtiyar nine bile körleşmiş gözle- rile bunları seçebildi diye, sevincin- den bir beğenme çığlığı kopardı. Ananın da pek hoşuna gitmişti. Güzlerini indirip, kucağında meme emen yavrusuna baktı; şöyle karnın- dan dolamp sarıverdikleri eski bez parçası içinde, sahiden çırçıplak de- necek haldeydi zavallı, hem ne de güzel bir çocuktu; hepsinin en gü- zeli, buydu. Babasına benziyordu. Bu çiçekli kumaşla, ona bir şey dikecek olursa «kimbilir, ne şekerleşir!» diye düşündü. Ve zavallı ana yumuşamağa başladığını hissederek, istemiye iste- (Arkası var) ©