ij Salonun bir tarafında gençler bie | onlara mesire yerinde raageliyor, fes- | KAR sim sese ANKARA rumba havasile delicesine danseder- | mi düşürüyor, kendilerini ler, zıp zıp sıçrarlarken, ihtiyarlar dx bir köşede tatlı tatlı çene çalıyorlardı İçlerinde çok tatlı konuşan biri vardı Mehmed Mecdi... Artık sekseninde ol- | rızasına rağmen, neşesini hiç kaybet- i memişti, Mehmed Mecdi o akşam etrainı sa- ran kendi gibi ihtiyar ahbaplarına: — Size bir gençlik maceramı anla- tayım... diye, uzun uzun öksürdük- ten sonra söze ana — Daha henüz geni bekârdım. İçimde bir maceraya, bir çılgınlığa atılmak için âdeta önüne geçilmez bir arzu vardı, Bir hafta kalıp biraz ha- va almak, gezip tozmak için Kızıltop- raktaki teyzemin evine gitmiştim. Akşam üzeri piyasaya çıkıyordum Hattâ çok defa Kuşdiline, Kurbağalı- ya kadar indiğim olurdu. Bazan da Fenerbahçeye uzanırdım. Bir gün bu mesire yerlerinden bi- rinde şık bir fayton Arabası gözüme ilişti. İçinde iki kadın oturuyordu. Fe- raceli oldukları halde, bukadınlardan birinin son derece güzel olduğunu tah- min etmiştim. «Amma nasıl tahmin ettin?» diyeceksiniz. Bunu ben de bik miyorum, O zamanki kadınların sıkı sıkı kapalı giyinişleri içinde, onların güzel veya çirkin, genç veya ihtiyar olduklarını âdeta müneccimlik yapar gibi uzaktan, oturuşundan, hareket- lerinden, giyinişlerinden tahmin eder- dik. Tabii çek defa da bu tahminleri- mizde tamamile aldanırdık. Böyle dehşetli güzel tahmin ettiği- miz kadınların bazan bir ucube, ga- yet genç sandıklarımızın ihtiyar bir cadaloz olduklarını pek çok görür dük. olduğu âdeta içime doğmuştu. Hemen ben de bir kira arabasına atladım. Onları ta- kibe başladım. O zamanki âdet üzerine artık ben- de ne bıyık bükmeler, ne göz süzme- ler... Bilirsiniz ya, bir zamanlar ka- dınlarla erkeklerin karşı karşıya ge- lip te rahat rahat konuşmadıkları za manlarda muazzam bir işaret lügati vardı, Ben de bu lügati gayet İyi bi- lirdim, O günü bütün bildiklerimi de tatbik etmekten çekinmedim. Böyle işaretlerde kullanılmak üzere cebimde ipekli kırmızı bir mendil var- dı. Kırmızı ipekli mendille ter silmek, vaktile; «Senin için alev âlev yanıyo- rTumis mânasına gelirdi. Bunun için gençliğimde «lâzım olur; diye dalma yanımda kırmızı ipekli bir mendil ta- gırdım. O günü de hemen kırmızı mendili çıkardım. Gözlerim, kadınların araba- sında, bu ateş rengi mendille terimi silmeğe başladım, Pomadalı saçlarımı göstermek için fesimi de çıkarmış tım. İşte bu esnada aksi bir tesadüf oldu. Tam onların arabasının yanın- dan geçerken fesimi arabadan dü- şürdüm. Bunun üzerine kadınların arabasında hafif bir gülüşme oldu. Mecdi, sözlerinin bürasma gelince, yanında oturan bayan Mehlika, alâka ile doğruldu. Bayan Mehlika, 66 yaş- larında sevimli bir ihtiyar kadındı. Mecdi, devam etti: — Arabayı durdurdum. Fesimi al- dım. Bu küçük kazaya bir yandan da sevinmiştim. Hiç değilse bu suretle arabadaki kadınları güldürmüştüm, kendimle alâkadar etmişim ya... Ertesi günü gene âyni mesirede, ayni arabada, ayni kadınları gördüm, ben de arabada idim. Tabi! gene peş- lerine düştüm. Arasıra yeniden kırmızı mendilimi çıkarıyor, terimi gilerek, onlar için ca» yır cayır yandığımı uzaktan kendile- rine anlatıyordum. Lâkin bugün on- çekmek için, arabamı biraz daha iler- lettirdim. Onların yanından geçerken bu sefer istiyerek, fakat tabif kazaen olmuş gibi, fesimi düşürdüm. Gene kadınların arabasında gülüşmele” oldu. Mecdinin hikâyesinin bu yerinde, bayan Mehlika büsbütün alâkalan- mıştı. İhtiyar kadın, bir şey hatırla- mış gibi gülümsüyordu. Mecdi, hikâyesini anlatmağa de- vam etti: — Böylece bir hafta geçti. Her güğ yordum, Fakat bir gün arabacınm İ yanında oturan iriyarı bir uşak benku| gene hanımlarına bakarak biyik bük- | tüğümü, öz süzdüğümü, alev Tengi ipek mendille onlara işaret ettiğimi ve nihayet fesimi düşürdüğümü gö- Tünce, yerinden atladı, benim araba- mın yanma koştu. Arabayı durdurt- turduktan sonra bana: — Buaraya bak... Sen utanmıyor musun? diye çatmaz mı? Bunun üzerine benimde kafam kızdı: — Sana ne be adam!,.. diye araba- dan atladım, Herife bir tokat aşket- tim. O da bana vuracak oldu. Bu 56- fer adamı belinden yakalayınca, ha- yaya kaldırdım, yere çaldım. Artık gö- güm dönmüştü, Ne yaptığımı bilmi- yordum, Adamı yerden yere vürüyor- dum. 4 Uşak mütemadiyen: — İmdad... İmdad... diye bağırı- yordu. Nihayet arabadaki kadınlar onun haline acımışlar... Arabayı dur- durttular: — Aman yapmayınız... Zavallıya acıyınız... diye onu benim elimden al- dular. İşte gençliğimde ben böyle bir kahramandım. altın gözlüğünüz var mı idi? Mecdi cevap verdi: — Seneler geçmesine rağmen, ge yet iyi hatırlıyorum. Evet, böyle bir gözlüğüm vardı, — Yakanızda da dalma bir çiçek taşırdınız, değil mi? — Evet... O vakitler âdetimdi... Daima yakamda bir çiçek taşındım. Fakat siz bunlari nereden biliyorsu- nuz? — Çünkü arabdaki kadınlardan bi- ri bendim. Bizi gördükçe fesini düşü- ren altın gözlüklü, yakasında daima | bir çiçek taşıyan adamın macerasını şimdi müsaadenizle bir de benim ağ- sımdan dinleyiniz. Hikâyenizin ilk kısmı doğru. Fakat uşağın size çattığı kısımdan sonrasi» nı iyi hatırlamıyorsunuz. Bakınız, onu da ben anlatayım. Uşak: — Buraya bak... Sen utanmıyor musun? diye yanınıza yaklaştı. Yaka- nızdan tuutp sizi arabanızdan aşağı aldı. Yüzünüze bir tokat aşketti, Siz de vuracak oldunuz. Bu sefer uşak si- zi yakalayınca havaya kaldırdı. Yer- den yere çarpmağa başladı. Siz mü- temadiyen: — İmdad... İmdad!... diye bağır- yordunz. Nihayet biz halinize acıdık ta sizi uşağın elinden güç belâ kur- tardık. Mecdi fena halde bozulmuştu. Sözü kapatmak için: — Belki... dedi, aradan o kadar çok seneler geçti ki... İnsan bir hâdiseyi unutuyor, hattâ bazan onu olduğun- dan tersine bir şekilde hatırlıyor. De- mek o arabadaki feraceli kadın sizdi- niz ha?... Garip tesadüf... Senelerden sonra bunu öğrenmek!... Tuhaf şey... Hikmet Feridun Es AG 104m RADLOSU Balı 254-909 TÜRKİYE SAATİLM 1230: Program, 1285: Türk müsiği-PL, 13: Memleket saat ayarı, ajans ve meteo- Toloji haberleri, 1315: Müzik (Karışık ptogram - PL), 13,45 - 14: Konuşma (Ka- din saati - Ev hayatına ald), 15: Çocuk esirgeme kurumu - Çocuk müsameresi - Halkevinden naklen. 1830: Program, 1835: Müzik (Oda mü- ziği - PL), 19: Konuşma, 19,15: Türk mü- iğ (Fasl heyeti), Çalarlar: Cevdet Çağla, Eşref Kadri, Hasan Gür, Basri Üf- ler, Hamdi Tokay. Okuyan: Celâl Tokses. 20: Memleket saat ayarı, ajans ve me- teoroloji haberleri, 2015: Türk müziği (Halk oyun havaları) 4 Tanbur, cura, lâvta, santur ve dünbelek, 200: Türk müziği. Çalanlar; Vecihe, Reşid Erer, Ruşen Kam, Cevdet Kozan. Okuyan: Mu- zaffer İlkar. 1 - Ali Rıfst beyin - Niha- vend beste - Zülfün görenlerin, 2 - Lemi- nin - Nihavend şarkı - Bin gül çıkarırım sana, 3 - Hacı Arif beyin - Nihavend ER m e se 4 - Venihe - Kanuh taksimi, 5 - Rahmi beyin - Niha- vend şarkı - Süzüp sürüp te ey melek, 8 - Nihavend yürük semai - Bilmezdim özüm gamze ne, 21: Konuşma (Çocuk esirgeme kurumu), 31,15: Esham, tahvi- lât, kambiyo - nukud ve ziraat borsası Eğ 2125: Neşeli plâklar - R., 2130: (Radyo orkestrası - Get: Hasan mn 1 - Ramenu - Motu: Balet sölti. 8) Menuet, b) Musetle, ç) Tambourin, 2 - Franz Schubert - 4 üncü (trajik) sen- fonl, do minör. a) Adagio molta - Al- legro vivace, b) Andante, o) Menuetto - Trio, 4) Allegro, 3 - E. Grleg - İkinci Peer Gynt süit a) Imgrid'in kederi, b) Arap dansı, e) Peer Gynvün dönüşü, d) Bolvelg'in şarkısı, 2230: Müzik (Ne- #eli plâklar), 23: Müzik (Cazband - Pİ), 23:45 - 24: Son ajans haberleri ve yarın- ki program. Avrapa istasyonları Saat 20 de Breslav 20,15 hafif muzika — Franktt, 20,30 dans — Athlone 20 orkestra — Bük- reş 20,15 «Vindsorun Şen Dulları» opera- sından parçalar — Hilvers. II 2045 ke- man — Lille 2 piyano — Londra Nat, 20 askeri muzika, Sant 21 de Berlin 31 Mozart'ın «Don Juan» opera- sı — Frankfi, 21,15 orkestra — Kolonya ve Hambg, 2030 dans — Könlgsdg. 21,15 dans — Leipzig 2115 dans, muzika — Prespurg 2130 hafif muzika — Bari 31,15 Yunanca neşriyat — Beromünsler 31,25 orkestra — Bordo 2145 orkestra — Bükreş 21 senfon. konser — Paris P.T.T. Grenoble, iyon, Marsilya 21 - 2446 .Charpentier'nin — «Louise operası — Londra Reg. 2i salon muzikası — “Nis 21,30 - 2330 orkestra — Roma 2165 Vag- ner'in «Siegfrisdı aperası — Sofya 2130 orkestra — Stokholm 2145 orkestra. — Rad. Toulouse 2140 karışık muzika. Saat 22 de Münih 22,10 orkestra — Milâno 22 sen- fon. konser — Riga 22,15 hafıf muzlka — Sofya 22 konser — Vilha 22 konser. Saat 23 de Königsbg. 2335 - 1 fanfar — Münih 2320 - 1 Liutpoold kahvehanesinden na- — Ştutte. 2335 bando ve orkestra — Diğer Alman istasyonları Hamburgdan parçalar 23,15 orkestra — Sofya 23.25 hafif mu- sika — Rad. Toulouse 23,45 hafif muzika. Saat 1 den itibaren Alman istasyonları I e kadar evvelki 4,10 - 1 dans — Sofya 24 dans — Viyana, Breslav, Kolonya 1 - 4 harf muzika — Ştuttr. 1 - 3 gece konseri, İzmir civarında bir kız kaçırma vakası İzmir (Akşam) — İzmirin Değir- mendere nahiyesinde Karakuyu kö yünde bir kız kaçırma vakası olmuş- tur. 16 yaşında Elif, köy civarındaki dereden testisine su doldururken, €s- ki nişanlısı Mestan, babasi Musa, ar- kadaşları Hasan, Mustafa ve Mehmed ellerinde silâhlar olduğu halde, kızın etrafını çevirmiş, onu zorla kaçırmış- lardır. Buna mani olmağa çalışan Eli. fin amcası Hasanı da ağır surette ya- ralamışlardır. Kızım babasi, jandarma karakoluna müracaatla, (şikâyette bulunmuş, mütecavizlerin Kayas köyü civarında bir ormana daldıkları tesbit edilmiş, bir jandarma müfrezesi takiplerine çıkmıştır. Suçluların süratle yakala- nacakları tabiidir. Ege mıntakasında bu yıl tütün rekoltesi geçen seneden T URAKINA TARİHİ ROMAN Yazan: İSKENDER FP. SERTELLİ 'Tefrika No, 131 Turakina nedimesine : “Fatma! - dedi - bu gece Karakurum bülbülünün sesini duymak istiyorum, Bunlardan birisi hızlıca söylendi: — Biz buraya eğlenmeğe geldik, Senin uykun varsa, hemen git yat! Çutsay güler yüzlü bir adamdı. Sağına soluna dönerek, mütemadi- yen misafrileri izaz ediyor, yemişler uzatıyor ve herkesle konuşuyordu. Uygur beyi dayanamadı: — Uyguristandan geleli iki ay ok du. Hâlâ, bir kerecik olsun impara- toriçe ile görüşmek fırsatını bula- madım. Yarın gtimeğe mecburum. Ne yapsam, nasıl yapsam da konuş- sam. Bilmiyorum. Konuşmadan mı döneceğim yoksa?... Çutsay bu sözleri duyunca güldü: — Sizin için ben de iki kere söyle- dim. İmparütoriçe, çağırıncaya kâ- dar beklemenizi emretti. — Bir daha arzetseniz. — Bir iş için üç kere söylemek âdet değildir. Üçüncü defa söylemeğe kim. se cesaret edemez. — Nedimesine haber göndermiş- tim. Menfi cevab geldi. — Ne demiş? —Eğlenti arasında imparatoriçe rahatsız edilemez, demiş. — Doğru söze ne denir? Uzun gün- leri unuttunuz da, konuşmak için bu geceyi mi beklediniz? — İki aydır bu işin peşinde koşu- yorum. Çutsay sakalını kaşıyarak, şu kısa fıkrayı anlattı: — Cengiz hanla görüşmek üzere Çinden bir elçi gelmişti. Hana arze- dildi. Ertesi gün görüşebileceğini Söyledi, Ertesi gün hatırlattık, «Bu- gün rahatsızım, bir kaç gün bekle- sin.» dedi. Üçüncü defa söylemeğe hiç kimse cesaret edemediği için, Çin elçisi tamam dokuz ay Karakurum- da bekledi. — Nihayet görebildi, değil mi? — Hayır. Gene göremedi. Bir ak- şam Cengiz han, bir kabile üzerine yürümek üzere ordusile beraber yola çıkmıştı. — Çin elçisi ne oldu? — Hakanı göremeden memleketi. ne döndü — O halde ben de bu gece - impa- ratoriçe ile karşı karşıya bulundu- Zum halde - görüşemezsem, yarın memleketime dönmeğe mecbur ola- cağım, Fakat, ne yazık... Yurdumda bana: «Sen çok beceriksiz bir adam- mişsın! İmparatoriçenin sofrasında bulunup ta onunla konuşmadan nâ- sl döndün?» diyecekler ve benimle alay edecekler. Bunu düşündükçe ak- ımı oynatacağım.. bırakınız beni de, imparatoriçenin huzuruna gideyim. Kendisine söylenecek sözlerim var. Çutsay, Uygur beyinin kolundan tuttu: — Şimdi gidemezsiniz. Belki de hakaret görerek, bu kadar kişinin içinde mahcup olursunuz! — Yann görebilir miyim gitme- den?... — Bilmem... Hatırma gelirse, ça- Ve kulağına eğilerek sordu: — Ben kendisinin veziriyim.. söy- lenecek şeyleri bana açamaz mısınız? Hiç olmazsa, yurdunuza döndüğü- nüz zaman, Moğol sarayında impara- toriçenin veziri ile konuşmağa mu- vaffak olduğunuzu söylersiniz! Uygur beyi düşündü. — Söylemekten başka çare yok. bari size açayım derdimi: Bizim yur. dun sınırlarında sık sık yol kesicilere raslıyoruz. Bunlar, köylerimizi ba- sıp davarlarımızı ve erzak ambarla- rımızı yağma ediyorlar, — Sizin elleriniz, ayaklarınız bağlı mı? Neden bu serserileri kovalayıp tedib etmiyorsunuz? — İmparatoriçemiz, Oktay han öl- düğü zaman, bize: «Yurdun her kö- şesinde sükünet isterim!» diye haber göndermişti. Bir gürültü çıkmasın diye silâhlarımıza sarılmıyoruz. Yok- sa, davarlarımızı ve erzak ambarla- rımızı yağma eden bu serserilere haddini bildirmesini biz de biliriz. Çutsay gülmekten kendini ala madı; — İyi ki imparatoriçe ile görüşme- diniz! dedi. Bunları kendisine söy- leseydiniz, kabile reisliğini kaybeder diniz. Yarın kimseye görünmeden, hemen yurdunuza dönüp #ilâha sa rılınız ve kabilenizin sınurlarına mu- sallat oalin bu yapışkan böcekleri imha ediniz. — Demek ben gene talihli bir adam» mışım... oGörüşseydim, bunları da. nışâcaktım. İmparatoriçe beni tek- dir edecekti, öyle mi? — Evet, evet... Sadece tekdir de- ğil, post ta elden gidecekti Buna emin olunuz. Gerçek talihiniz var mış Kİ, bu mühim sırrı bana açti niz! * Eğlence devam ediyordu, Turakina, Çekofa rakkaselerin biraz sonra hususi dairesine gelmele- rini emrettiği halde, misafirlerin yâ- nından ayrılmak istemiyordu. Davetliler hâlâ yemek sofrası ba- şında oturuyorlar ve râkkaselerin oyunlarını seyrediyorlardı. Turakina o gece birdenbire «Kara- kurum bülbülü; nü hatırlamıştı. Di- zinin dibinde duran nedimesine: — Fatma! dedi - bu gece Aysu'nun sesini duymak istiyorum. Hemen bir adam gitsin.. onu bulup getirsin bu- raya. Fatma şaşaladı. bir şey söyleme- den salondan çıktı. İmparatoriçe, Aysuyu nereden de hatırlamıştı! Fatma şimdi ne yapacaktı? Yavaş yâvaş zemin katına indi. Aysunun yattığı zindanın önüne ka- dar düşünerek yürüdü... Demir ka- pının deliğinden içeri baktı. Aysu, ı#karaların üstünde uzanmış yatı. yordu. Günler geçtikçe insanlar nasıl her türlü iztırab ve işkenceye alışır. sa, oda bu işkencelere alışmış gibiy- di. Iskaraların altında obağrışan aslanlaın sesi Fatmanın bile tüyle- rini ürpertecek kadar korkunçtu. Oysa ki, Aysu bu sesleri duyarak uyuyordu. Fatma birdenbire silkindi: — Acaba Aysu uyuyor mu? Yoksa ölmüş mü? Bunu anlamak istiyen Fatmanın kafasında yeni bir ümid şulesi ışıl dadı. Derhal cüceyi buldurdu, ona meseleyi anattı. — İmparatoriçemiz, Aysuyu bu ge- ce dinlemek istiyor... Ne yapacağız? dedi. Cücenin zekâsı bu işi çabuk hal. letmişti: — Siz merak etmeyin! - diye ce vab verdi - Ben onu imparatoriçe- nin huzuruna getireceğim. Siz hiç bir şeye karışmayın. — Ne yapmak fikrindesin? — Söyliyemem. Yalnız şunu ilâve edeyim ki, yapacağım iş çok mühim- dir. ve yarın Samoyu sizin ayağını- za düşürecektir. Cüce, Fatmanın gizli emellerini keşfetmekte gecikmemişti. O, çok iyi biliyordu ki, Aysu hayatta kaldıkça, Fatmanın Samo ile birleşmesine im- kün yoktu. Fatma yavaşça yürüdü, zindanın önünden uzaklaştı. İmparatoriçenin yanına gitti: — Aysuyu aramağa gittiler, impe- ratoriçem! Bulup getirecekler. — Bulmadan dönmemelerini söy- leseydin.. — Söyledim, imparatoriçem, Eğlentiye ne zaman nihayet veri- leceği belli değildi. Misafirler hâlâ sofra başından ayrılmamıştı. Çutsay bir aralık merakını yene- medi. Fatmanın yanına sokuldu: — Nereye gittiniz? Gözlerim de- mindenberi sizi aradı. Fatma yavaşça vezirin kulağına fısıldadı: — İmparatoriçe hazretleri «Kars- kurum bülbülü; nün sesini duymak istediler. Onu aratıyoruz. Çutsay kulaklarına inanmak iste medi. Çoktanberi Aysunun sesini duymayan impâratoriçe, böyle bir gecede onu nasıl hatırlamıştı?