“tarınten bir hâtıra Atatürkün en beğendiği kumandan: Aksak Timur Semerkandliler şehirlerini ihya eden bu büyük devlet adamını tebcil ederlerken, bütün türkler, âlim ve fazıl Timurlengin manevi hasletlerini bir kere daha yadetmelidirler Ciddiydi, düşünceliydi, gülmezdi. | nın üç dilini, türkçeyi, arabçayı ve Gazetelerde bir haber çıktı: Se merkandliler, ş6- hirlerini bir ta kım âbidelerle, binalârla vakti- e pek güzelleş- tirmiş olan Ak- sak Timur'un hâ- tırasını tebcil ediyorlarmış... İd Timur... Pl Öteki ismi 'Ti- v murlenk... Osmanlı - pâdişahlarile ve Arap emirlerile > çarpıştığı ve onları mağ- Jüb ettiği içih bu Türk kumandani, eski devir içinde münhasıran zalim, gaddar bir şahsiyet diye gösterilmiğ tir. Fakat insafla düşünülürse yine âynı menabin tebeli ettiği hangi cihangir büyük emellerini kan dök- Mmeksizin küvveden fiile çıkardı? Bir gün kulağıma, Atatürkün bir sözü ulaşmıştı: — Tarihteki büyük komutanlar içinde en buyüğü Aksak Timurdur! - demiş. ... Sade bu söz, Timurlengin şahsiye- ti üzerine icab eden dikkati çevirme- miz için kâfidir. Kaldı ki, bu yaman Türk clhangirine karşı, garbliler bi- Je, bizim vaktile yaptığımız haksız- lıkları reva görmemişlerdir. Timurun hayatından birkaç sah- neyi karilerime anlatmağı pek iste- rim. Bugün sadece, Lamartin'in onu nasıl tasvir ettiğini hülâsateri nakle deceğim: ... Babası Taragay (1) Cengiz Han sülâlesinden olduğunu söylerdi. Timur 1335 de doğdu. (2) 'Tarih onun: ilk devirdeki macera» larım az bilir, Ancak 27 yaşından iti- baren - henüz bir devlet sahibi olama- dığı fakat muharib sıfatile kendini gösterdiği zamanlardan - bu şahsiye- ti iyi tanır. (3) Timur daha bu devir. de Aksak bulunuyordu. Bedeni Arıza- sı, genç çağda kazandığı zafer şere- fini gösterdiği için, Timur'a ilâveten «denk» tabirini bizzat kendi de İsmi- nin sonuna katardı. Timur, tatar tipi değildi. «Doğrudan doğruya tatar denen insanlara değil, Şark Türklerine men- suptu. Gerek şeklü şemalli, gerek tahsili prensvariydi; deve çobanları- hınkile alâkası yoktu.» (4) Boyu Uzun, endamı ince ve çevikti, Teni beyazdı, yüzünün cildi güneşten yan- mıştı, «Hututu Tatarlarınki gibi yassı değildi; Greklerinkine benzer- di. Alkibyad tipi idis (5) Gözleri muntazam biçilmiş, burnu kartalımsı, ağzı klâsik, yanakları beyzi, alnı geniş ve yüksekti. Zekâsı, kuvveti, tebessümünün zarafeti, Hind- vari süsleri, silâhlarındaki mücevher- leri, beline ve serpuşuna taktığı keş- | mir şahı, omuzundaki kesme boynuz yayı, belindeki Şam işi kılıç, altında” | Ki yelesi ve kuyruğu kınalı Neced atı ve nihayet kulaklarına taktığı ve ya- nakları hizasında sallanan inci kü- ” peleri onda hem erkek, hem de ka- dinimsi güzelliği çarpıcı bir hale ge- 4 tiriyordu. Tatar müverrihlerine nazaran, bu “ gençlikle yalnız bir şey tenakuz teş- kil etmekteydi. O da saçlar, ki takri- ben beşikte ağarmışlardı. Şahnamede ismi geçen efsanevi İran kahramanı Sam'ın da saçları Böyle olduğu için, bu hususiyeti ka- bilede itibarını celbetti: Vaktinden €vvel rüşde, kemâle eriştiği mânası Çıkarıldı... Demek cesur bir kalbden maâde bir zekâ uğuru da vardı, Biz- zat kendi de bu kusurunu hakkın meyhibesi sayardı. ... Karakter cihetinden de tedkik edi- lince, Timur, » ihtiyar başı ve genç yüreği gibi - tezadlarla doludur, Müzakere edişte yavaş, icra edişte süratliydi. Verdiği karara taassub derecesinde sadık kalırdı. Mukadderatın önceden ve değişti- rilmez şekilde Kayalımıza hâkim ol- madığına kanidi. Talihe hükmedecek kuvvetteki kimselere feleğin ram ol- duğuna inanırdı. Tatarlara nazaran «İnsanın Tuhu- nü gösteren söz; leri kadar samimi idi, «Zulme, tagallübe müuktedirdi, am- ma yalana, tabasbusa, aldatmağa de- dil» (6) Hemşerilerinin cehaletini uyukla- tan efsaneleri pek sevmezdi. Saytanları istihfaf ederdi. Zira, bunların insandaki en aziz şeyi, va- karı düşürdüklerine kanidi, İlim tarikile - Alemlerin perdesini farsçayı konuşurdu. Cengiz Hanın şairlere hürmet ederdi. Kendi tabiri üzere, bunlar «Tabiatın aynalarıdır ve Allahıri canlı aksi sadalarıdır.» (7) Astronomide, hukukta, tarihte, tıp- ta, dinde âlimdi. Kuvvetle ve zarafet- le fikirlerini yazardı. Kendi harekâtı- nı izah eden eserin müellifidir, Asya- Sohbet (Baş tarafı 3 üncü sahifede) m CİDDİYET. — Ankara'da çıkan Varlık mecmuâsını, bası kusurlarına rağmen severdim. Genç şairlerin, hikâyecilerin yazılarımı basardı. O. İ nun sahifeleri arasında birçok imza- Jar gördük ve bunlarm bir kısmını şimdi muhabbetle, hattâ hayranlıkla hatırlıyorum. oSald Faik'in ilk hikâ- | yeleri - yamlmıyorsam - Varlık'ta çık» ! ta; Orhan Veli'yi, Oktay Rıfat'ı, Melih Cevdet'i, Reşad Cemal Emek'i, Cahid Salfet'i bize Varlık tamttı. «.. severdim» dedim. Böyle mazi sigası kullandığıma bakıp da o mec- muânın kapandığını sanmayın; yine çıkıyor, fakat değişti. Bundan sonra öyle yeni şairler, hikâyeciler tanıt- | miyacak. O halde şimdiye kadar ta- | mttıklarını bir grup, bir zümre ha- Hinde toplayıp bir heveskâr mecmua» sı olmaktan çıkacak, bir zümrenin mecmuası mi olacak? Hayır, o da de- Eil. Öyle olsa belki de memnun olur- dum, Fakat Varlık, yeni şeklinin ilk sayısında: «Varlık, muayyen bir züm- renin ilade vasıtası olmuyacaktır» diye bütün ümidlerimizi kırıyor. Varlık ciddileşmiş; yani artık şiir gibi. hikâye gibi çocuk oyuncağı İş lerle uğraşmıyacak; sahifelerini ilim, fen, fikir felsefe, v.s, v. &. gibi bü- yük faaliyetlere hasredecek, Şiiri, hikâyeyi, gençlerin yazılarını ciddi saymamakia Varlık yalnız de farislceyi konuşurdu, Cengiz Hanın yasasına hayrandı; bunları Kur'an ahkâmile telif ederdi. Boş zamanlarında, - hayatı gibi düşündürücü ve hesaplı olan - sat- ranç oyunundan başka bir eğlence ile eğlenmezdi. İşte dünyaya hükmetmek için ya- ratılmış olan Timur bu maddi ve ma- | neyi tarifteydi. Silik bir kabilenin ortasından çı- kıp dünyaya sahib oldu! Bazı tarihçilerin hesaplarına göre 350 milyon insana hükmetmiştir. Milyonluk ordulara kumanda etmiş- tir. Buna rağmen, ekseriya ordusu- nun henüz istilâ etmediği yere, bir avuç güzide arkadaşile en önde git- meği, alelâde bir muharib gibi çar- Ppışmayı tercih ederdi. Bir seferinde İranın dağlık kısmı- nı öle geçiren Şah Mansürun kilidi altında mâhvolmasina ramak kaldı, Timurun en sevgili oğlu Şah Ruh düşmenile babası arasına atılarak onu kurtardı, İran muharibini bir darbede devirdi; “Şah Mansur'un başını kesti ve babasına takdim etti, — İşte, atının ayâkları altında bü- tün düşmanlarının başı böyle yuvar- Janacaktır! - dedi, Bu hadisede hazır bulunan Tatar- lar, takdir ve hürmetlerinin ifadesi olarak, alınlarını dokuz kere toprağa dokundurdular. Yürük Çelebi (4 Turgay da denir. Asli fakat fakir bir kabile relsiydi. Maiyetinin idaresini kar- deşi Hacı Barlas'a bırakmıştı ve kendisi bir medreseye çekilmişti. Mensub bulun- dukları kabile, Türk Barlas kabilesiydi. Soy adları Gürgandı.* $ Timurun annesi Telğn Biklundur. OX. Ç) (2) Yeni neşriyata Hazâral 11 Mart 1336 da, Yeşil Şehirde (Keş'te): *- (3) Babasını medi le riyarete gittik- ,ge orada bir takım ile ülfet ederdi. Bilâhare âlimlere karşı gösterdiği muhab- betin menşel budur. (© Lamartine'in cümleleri, (5) Keza. (6) Kesa, (7 Bu türkçe sözün Lâmartinden tek- Tar türkçeye çevrilmesi “kelimeleri elbette aslından inhiraf ettirmiştir. İtizar ederim. “dry sergisinin tenkidi (Baş tarafı 5 inci sahifede) — Sergi heyeti umumiyesi itibari- le eyvelkilerle kıyas edilemiyecek ka- dar zengindir. Türkiyeye plâstik an- layışı getirmiş olan bu arkadaşlar yeni bir Klasizmaya doğru gitmekte- dirler. Eskiden daha fazla araştırma yapıyorlardı. O zaman daha ziyade âletlerini akord eden musikişinaslara | benziyorlardı, Şimdi ise her tablo bir şarkı halinde, Fakat büyük resme varabilmek için bir orkestrasyon yap- maları zaruretini hissetmiş oldukları yine bu sergilerinde görülüyor.» Bu arada bütün İsrarlara rağmen fikrini söylemeyen bir ressama işaret etmeliyim; Sabri Fettah Berkel, Ar- kadaşları söylesin diye epey uğraştır lar. O evvelâ kâğıda yazmağı denedi, Sonra onları birer birer yırttı, Niha- yet ağzından: — Sergi mükemmeldir! alınabildi.» Cümlesi Şevket Hıfa Kilâir. Onun gibi diişünenler çoktur. Bunun için eskisinden daha fazla iti- bar göreceğini zannederim, Mezarlıklar yanımdan geçerken in- sana bir vekar gelir, hürmet hissiniz uyanır, Bazı mecmuaları da karile- rinden öyle biz hürmet hissi bekli- yor. i Nurullah Ataç DİLİMİZ HAKKINDA DÜŞÜNCELER Dalmi değişme kanunu, her şeyde olduğu gibi dilde de hükmünü yü- Tütür. Bundan yüz, elli, hattâ yirmi beş yıl önceki - bilhassa yazı - dilimizle bugünkü arasında mevcut farkları, o zamanların kitaplarında, gâzetele- rinde görüyoruz. Bu, tabii gidişiyle kendiliğinden hasıl olan farklardır. Hele şu son bir kaç yıllarda fark pek fazladır ki, o da, dll üzerinde hususi işlemelerin neticesidir. Dilimizi yabancı dillerin istilâsın- dan kurtarmak istedik, Güzel Bu, nası) olabilir? Dilimizden atacağımız her hangi bir yabüncı kelimenin ye- rine, önün öz türkçesini kullanmak- İa, meselâ: (Kapı) varken (bab), deniz varken (bahir, derya) kelimele- rini kaldırmakla değil mi? Ya kaldırmak istediğimiz bir keli- menin, mesi (Felâket) kelimesi- bin öz lürkçesini bulamazsak ne ya- parız?... Bunu, mücerred Türk malı olsun diye Çağatay, Yakut dillerinde, yahut Rus ve Çin Türkistanında mı arayacağız?... Aradık ve - meselâ » Tafama dergisine bakarak buldu- Zumuz « (bun) (çay), (kadgu) gibi o mânada kullanılan kelimelerden birini beğendik ve dilimize geçirmek istedik, Bununla iş bitmiş oluyor mu? Bence asla!... Çünkü asırlarca di- İlimizde yerleşmiş, ne mânada kullan- dığımızı, dağdaki çoban bile, daha çöcukken anasından, babasından, her konuştuğu yurttaştan işide işide bel- lemiş olduğu (felâket) i bırakıp ta ona tamamiyle yabancı olan o keji- meleri kullanamaz, yine mutlaka alış- | tığı kelimeyi söyler, Burada bir nokta hatıra gelir: Dİ- limize sonradan girmiş, hâlâ da gi- regelen bir çok yabancı kelimeler yok mu?,.. Hem bunları biz, hemen shup tereddüdsüz kullanmıyor muyuz?... Bunlar, çabucak dağdaki çobanın da diline geçmiyor mu?... Evet, bu doğru!... Fakat benim İiştiğim nokta bu değil, Bu, dünya dillerinin hepsinde olagelen bir key- fiyetitr. Bu gibi kelimelere dikkat edin; hepsi yeni icad olunmuş, milk letlerin arasına yayılmış şeyler, ya- hut ilmi, sınai, fenni, ticari, siyasi hülâsa hususi mahiyette kelimeler, daha doğrusu isimlerdir. Meselâ; (Telgraf, gramofon, radyo, torpil, otomçbil) ve daha bir takım kelime- ler gibi, Bunlar, zaruri olarak başka dillere geçen kelimelerdir. Benim İliş- tiğim, meselâ (enternasyonal, realite, enerji, ideal, rejim...) ve bunlara benzer bir takım fransızca kelimeler- dir, * ş» Buna karşı ben diyorum ki: 1 — Buna neden lüzum görüyo- Tuz?... Bu müânaları verecek dilimiz- de kelime yok da ondan mı?... Öyle ise daha evvelki yazıcılarımız, bu mâ- naları hangi kelimelerle ifade edi- yorlardı?... Yoksa icab edince, dili- mizde o mânayı verecek kelime btü- Junmadığından , yazmaktan vaz mı geçiyorlardı?... Böyle ise, demek on- Jar bir çok mevzular karşısında fikir. lerini gazeteye geçiremiyorlardı!.,. Halbuki başka milletler, yabancı- dan almak zaruretini gördükleri ke- limelerin kendi dillerinde karşılığını bulur ve kullamrlar. Hele Araplar, bu hususta pek kıskançtırlar, Bakın: Zırhlıya (müderraa), dalan gemiye ki - biz ona yanlış olarak arapça (tahtelbahir, denizaltı) diyoruz - (gavvâsa), torpito istimpotuna (nes- sâfe) derler. 2 — Biz, bir taraftan dilimizi ys- bancı kelimelerden kurtarıp temizle- mek gayretini güderken, ona yeni yabancılar sokuyoruz ki iddiamızı kendimiz iptal etmiş oluyoruz. Eğer maksad, mücerred dilimizdeki arap- ça ve farsça kelimeleri atmak ise bu- nu âçıktan söyliyelim, Fakat, bu bir yabancıyı çıkarıp yerine başka bir yabancıyı getirmek olmaz mı? 3 — Eğer böyle yapmaktan mak- sad, medeniyet yolunda göstermek istediğimiz asriliği - ki bunda tama- miyle beraberim - &il hususunda da tatbik ise, bu fikri paylaşamam. Çün- kü onu bir bozukluktan kurtaralım derken, tkincji bir bozukluğa sokmuş gluruz 4 — Asıl mühim nokta şurasıdır Bir gazetenin muhatabı, yani oku yucusu yalnız İransızca bilenler, an layanlar değildir... Gazete diliyle y8 zıldığı milletin bütün kütlesine, yan bizde okuma bilen her Türke hital eder ki eğer bu okuyanlar, mecmuü muzun beşte birini teşkil edebiliyorst bunların hepsine hitab ediyor demek tir. Bunların kaçta biri fransızca bi liyor ki o dilden anlayıp yazılar ke Himeleri anlayabilsin?!,., O halde bunları anlamıyanlar, onlarla ne d€ mek istediklerini de anlayamamış olmaz mi: ve böyle anlayamadıkları yazıları atlayıp geçmezler mi?... Böylece de gazeteler, sayısı. pek a7 fransızcadan anlıyanlara inhisar ct miş olmaz mı?... Gazetenin gayesi ist elbet bu değildir. 5 — Evet, bir de ilim, fen, edebiyat dili vardır. Onda bir takım hususi tâbirler, cümleler bulunur; Bu dü öde, hususi yazılarda, mecmualarda, k*- taplarda kullanılır, Bunların bütün millet kütlesine şümülü yoktur. Hoş mevzuumuz, dilimize yabancı 'keli- meler sokmamak etrafında olduğun- dan, yukarıda iliştiğim © kelimelerin bunlara da girmemesi, dilimizin saf- lığını bozmamaları esastır. Meselâ: Bunlarda da (enjeksiyon, teknik, sürpriz, massaj, kültür) gibi kelime- lerin görünmemesi kanaatindeyim. Meğer ki dilimizde hiç karşılığı bu- lunmuya. 6 — Dil, onun sahibi olan milletin müşterek malıdır. İçinden bir ferdin veya bir kaç kişinin, onda istediği gibi tasarruf hakkı yoktur. Meselâ: (Mahkeme) kelimesini bütün millet kendine mal edip bildiğimiz mânada kullanagiderken, birinin çıkıp buna (duruşma yeri), yahut (füze eri) gibi uydurma bir ad vermesi, dile karşı büyük bir tecavüz olur, 7 — Dilde yeni bir kelimeye, yabut her hangi bir kelime veya cümlenin değiştirilmesine lüzum görülebilir. İşte onun için de ilerlemiş milletlerin yaptığı gibi, dil âlimleri heyeti tara- fından derin ve uzun teğkiklerden sonra bir kelime veya cümle kâbul olunur ve o kelime veya cümle artık dilin has malı sırasına geçer ve resmi kamusa girer. Burada size kendimden bir misal göstereyim: Ben (ilim) kelimesinin öz türkçesi olarak, bazılarımızın kul. Yandığı (bilgi) kelimesini uygun buk muyorum, Bence bilgi (malümat) mâ- nasınadır ki (ilim) mefhumunu vere- mez, (İlm) in karşılığını ben (bilim) kelimesinde buluyorum. Bu, benim kendi düşüncem. Belki doğrudur, belki de değildir. Şimdi bunu ben, salâhiyetli Dİl Kurumuna arzeder, tedkiklerini rica eyliyebilirim, O ke lime hakkında. karar vermek hakkı onundur, Geçenlerde yeni Maarif Vekilimiz çok değerli Bay Hasan Âli Yüce), Vekâlete (Kültür Bakanlığı) değil, (Maarif Vekâleti) denilmesini bir mimnamesinde bildirmiş. Ne isabetli bir tebliğ. Düşüneli Bugün, hü- kı değildir. Burada benim düşün şudur: A — Halkın her tabakasına yâyıl- mış bulunan yabancı k öz türkçeleri bulunanları di silmek, B — Bunlardan bütün yurttaşları- iğüm nokta İ mızın anladığı, dile mal etmiş olduğu İ kelimelerin üzerlerine - menşe'lerini düşünmiyerek - Türk damgasını Vur- mak. Böylece dilimiz, karmakarışıklıktan kurtarılmış olur, A. Seni Yurtman Türk - Yugoslav afyon anlaş- ması müzakerelerine yakında başlanacak Türk - Yugoslav afyon anlâşinayi müzakereleri, görülen lüzum Üzerine bir müddet tehir edilerek eski anlaş- ma üç ay uzatılmıştı. Temdit edilen müddet bitmeden evvel yeni bir an- Jaşma yapılması icap edeceğinden müzakereye pek yakında yeniden Şelte rimizde başlanacağı duyulmuştur.