14 Şubat 1938 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 12

14 Şubat 1938 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 12
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Sanife 12 | ai XANKESEĞİ Ahmed Fahri dehşetli bir tereddüd | içindeydi. Epey zamandanberi evlen- | meğe karar vermişti. Talih onun kar- | şısına iki genç kız birden çıkarmıştı: | Selma, Sabahat... İkisi de çok güzel | kızlardı. Ahmed Fahri güzellik itibarile bu iki genç kızdan birini ölekine değişe- miyordu. Genç adamaşağı yukarı ©v- lenmek istiyen her etkek gibi şöyle düşünüyordu: «Karum benim varlık zumanımda da, yokluk vakitlerimde de benim hislerime ortak olmalıdır. Sıkıntılı vakitlerimile Benim derdleri- mi .kendisile bölüşmelidir. Öyle ya, dünyanın her türlü hali var. İnsan hiç ümid etmediği bir.zamanda gayet müşkül bir vaziyete düşebilir... Bu es- nada yanında vefalı bir hayat arkada- $ı olmasını isler,» Ahmed Fahri gasetelere, mecmua? Jara yazılar yaza kendisi- ne yetiyordu. hikâyeleri sevile sevile okunurdu, Hayatta yapa- .yalnızdı. Evlenmeği köndisi için pek, Tüzumlu addeğiyordu. Acaba Selma mı yoksa Sabahat. mi, djişündüğü gibi bir hayat yoldaşı olabijindi;. İşte genç adam bunun için tered- düdde idi. Eskiler, insanlar için: «On- Jar birer kapalı tencere. İçlerinde ne kaynadığı: belli değildir.» demişlerdi. -Bu doğru sözdü. Ahhidd Fahri de işte karşısındaki bu İki güzel kızın içlerin- dene gibi hisler kaynadığını pek me- Tak ediyordu. Selmi il8 Sabahat amca « Kızlarıydı. Beraber gezer dolaşırlardı. Ahmed Fahri onları bir pazar gezinti- sine çağırmıştı. Son bit yaz eğlencesi yapacaklardı. . Vapurla Boğazın nihayetlerine ka- dar gideceklerdi. Büyükderede danslı, cazbandlı bit bahçede yemek yiyecek- lerdi, Sonra mehtabda vapurla İstan- bula döneceklerdi. Vapurla gidiş pek eğlenceli geçti. Üçünün de neşesine diyecek yoktu. Fakat zaman zaman Ahmed Fahrinin aklına ayni sual geliyordu: Acaba du. Para vermek için elini cüzdanının bulunduğu cebine soktü, Cüzdan yok.. Öteki ceplerini biyer birer aradı. Yok, yok, yok... Yanında kendisine merak- la bakan genç kızlara? ” — Cüzdanımı bulamıyorum... Nasıl be farkında olmadan çaldırmışım... Sabahat kaşlarını çattı: — Peki, ne yapi şimdi?.. Ahmed Fahri keköledi: bozukluktan başka pâra kalmamış. MN vapur biletlerini gidip gelme al- Selma tatlı bir gülümseme ile Ab- med Fahriye döndü; çantasını açtı: © — —- Bunda üzülecek, bu güzel gezin- tiyi zehir edecek ne var ki?... Benim çantamda 95 kuruş para kalmiş. Siz de de 20 kuruş varmış... 115 kuruş eder. hak in mz dana, car m bahçeye gidemeyiz ama pek. Sabahât: f van Selma, dedi, sen de öyle tuhafsıridır ki. 115 kuruşla üç kişi me yapa rica ederim... Selma gülümsedi; — İnsan parasız olduğu zamanda da eğlenmenin yolunu bilmelidir. Biz Boğazda bir kır yemeği yemeğe karar vermemiş miydik? Bu para ile fıran- cala, üzüm, peynir alır, şöyle sırtlara çıkar, denize karşı yemeğimizi yeriz. Hem bu daha güzel bir şey... Bir ma- sa başında, takır tukur bir iskemlede oturmadansa bir çayırda yan gelmek ne zevkli... N Ahmed Fahri: iz böyle şapalım.. dedi, Selma: — Hattâ, 115 kuruşumuzdan fırayi- cala, peynir, üzüm aldıktan sonra biraz da artar. Onunla da yarım saat, el a er e 115 kuruşla Boğaza karşı Kagan ye- meği ve bir sandal gezintisi... Selma ile Ahmed Fahri bu fikri o kadar güzel buluyorlardı ki Sabahat istemiye istemiye onlâfa uymağla meo- bur oldu. Bir bakkaldan aldıkları fı- rancalaya, peynire, üzüme 60 kuruş verdiler. Kendilerine daha 55 kuruş kalmıştı. Bununla da pekâlâ güzel bir kayığı bir saat kiralıyabilirlerdi. ; iğti : Fakat yemeklerini yemek için Sarı- yer İle, Büyükdere srasındaki yüksek tepelerden birine tırmanmak istiyor- | lardı.Selma bütün paketler, zaten 3a- yıt bünyeli olan Ahmed Fahriye yük olmasın diye üzüm kâğıdını ondan al- | mıştı. Fırancala ile peyniri de Fahri taşıyordu. Sabahat, elinde bir şey ol- madığı halde fena halde mızmızlaş- mış: — Aman daha ne kadar yürüyece- ği2?... Bu koca tepelere tırmanılır mı?. diye sızlanıyordu. Halbuki Selma üzüm kağıdını sallıya sallıya, kıpkırmızı du- daklarının arasında bir şerkı mırılda- narak neşe içinde yürüyordu. Arasıra yanındaki Ahmed Fahriye: — Ne güzel Boğaz havası aldık... Hem de mükemmel bir yürüyüş yap- tık değil mi?. diye sordu. Arkalarından yürüyen Sabahat, Sel- manın bu sözlerine alaylı alaylı gülü- yor; — Aman?.. diyordu... Hakikaten ne gözel eğleniymsuz!.. Nihayet Boğazı tabâk gibi gören bir tepeye çıktıkları zaman, Sabahat âde- ta somurtmuştu. Ahmed Fahri ile Sel- mi sanki onuh yorulmasından kendi- leri kabahafti fmişler gibi bayağı Sa- bahatten utanıyorlardı. Sabahatin yanmda gülmekten, fazla 'neşeden Âdeta çekiniyorlardı. Selma ile Fahri üzümle fırancalayı, peyniri büyük bir iştiha ile'yemeğe başladılar, Sabahat iki üzümden baş- ka bir şeye elini sürmedi. Bu aralık biraz uzaktan bir yaz bah- çesinde çalınan cazbandın sesi kulak- larına kadar geliyordu. Selma: — Ne iyi... dedi, işle parasız caz- band da dinliyebiliyoruz. Bununla burada dans bile edebiliriz... Sabahat dudağını büktü: — Buraya kadar gelip te parasızlık- tan cazbandlı bir bahçeye girememek, sonra çayırda dans etmek gülünç şey... dedi, Selma: — Hiç te gülünç değil. Haydi Fahri Onların dans edişini Sabahat otur- duğu yerde alaylı bir gülümseme ile seyrediyor, zaman zaman gözleri caz- band sesinin geldiği tarafa, yani yaz bahçesinin olduğu yere doğru dalıp dalıp gidiyordu. Fakat birdenbire Boğazın öteki ta- rafından üzerlerine doğru bulutlar gelmeğe başladı. Âni bir yağmur bas- tırdı, Sabahat bir çığlık kopararak yerinden fırladı: — Eyvahlar olsun... Mahvoldum... Elbiselerim bitti... diyordü. * Ahmed Fahri: Diesel yili; tile ya “hud bir yere sığınalım... dedi. belki yolda bir otomobil buluruz. Onunla eve kadar gideriz, orada parasını ve- ririm.. 'Telâşla tepeden aşağı iniyorlardı. Sabahat mütemadiyen: © — Aman ne güzel bir pazar eğlen- cesi... Şimdi cazbandlı bahçede olsay- dik onun kapalı yerine girerdik... Ey- vahlar olsun... Yağmur da o kadar faz- lalaşıyor ki... Böyle olacağını bilsey- dim bügün Mehlikalârın çayına gider- dim, Ne güzel orada dans edip eğlenir- dik... diyordu. Ahmed Fahri şimdi Sabahatten ba- yağı utanıyordu. Halbuki Selma: — Canım bunda telâş edecek ne var ki?.. Yaz yağmuru bu... Biraz sonra gene hava açar... Güneş çıkar... Hattâ “sandala bile binebiliriz... diyordu Sabahat sinirli cevab verdi: — Aman'sandal da, deniz de sizin Ahmed Fahri içinden cüzdanını ça- Jan yankesiciye dua ediyordu. Bu yan- kesici ona bilmiyerek çok büyük şey- ler öğretmişti. İşte hayatta insanın başına gelen felâketlerin küçük bir modeli ile bugün kârşılaşmışlardı. Sel- ma O iyi kalbi ile bü felâketi zevk “haline sokmağa çalışmış, Ahmed Feh- kendisi biraz uzaklaşmışlardı. Bu esnada yan- larından şık; hususi bir spor otomobil yavaş yavaş geçiyordu. Sabahat oto- mobili idare eden genç adamı görünce seslendi: — Orhant., Genç adam derhal şık otomobili durdurdu. Sabahat Orhanın otomobi- line doğru koştu. — Aman Hızır gibi yetiştin Orhan... Nereye gidiyorsun? Orhan gülümsedi: -- Mehlikanın çayına... Gelsenize beraber gidelim... Sabahat Ahmed Fahriye döndü: — Beni mazur görünüz, dedi. Döne- ceğim... Orhan Selmaya da seslendi: — Bir kişilik daha yer var; siz de buyursanıza... Mehlikanın çayı pek eğlenceli olacak zannederim... Selma Ahmed Fahrinin koluna gir- di: — Teşekkür'ederim... dedi, ben ça- ya gitmedense kır havası almayı ter- &ih öderim... Siz gidiniz. Hem bakın yağmur da durdu. Hava açıyor... Yağ- murdan sonra kırlarda ne güzel «top- rak kokusu» olur... Ben kalacağım... Belki'de sandala bile binebiliriz.., De- Eğil mi Fahri. ö Fahri, âdetâ kendisine'büyük bir iyilik etmiş gibi: Selmanın elini sıktı: — Öyle Selma... dedi. Onlar uzaklaştılar. Fahri otomobi- lin arkasından baktı: — Gittiği iyi oldu; dedi. bayağı onun yanında neşelenmâğe' sıkılıyor» duk... Selma gülüyordu! — Daha 55 kurtşumuz var... dedi... Hava iyiden iyiy&'açtı... Sandal kira- Uyalım mı?.. » Bu eshada arkalarından biri: ” — Vay meşhur romancı Ahmed Fah- ri buralarda ha... diye seslendi. Ahmed Fahri döndü, Arkadaşı Selim... Selim Büyükderenin yerlisi idi. Fahriye gü- lerek yaklaştı: — Aşk olsun yahu... dedi, Büyükde- rTede cebinden cüzdanını aşırtırsın da farkında olmazsın ha... Demin bir iş için karakola uğramıştım. Buranın polisi de yamandır ha... Bir sabıkalıyı yakalamışlar... Cebinden bir cüzdan çıkmış... İçinde 60 lira ile senin kartvi- gitlerin varmış... Polis bu cüzdanın sa- na ait olduğunu anlamış... Telefonla | İstanbulda senin evini atıyorlardı. Karakola git te mesele ile meşgul ol... Selma: — Fahri karakola ben de seninle geleyim... diyordu. İçeri girdiler. Yankesici genç bir adamdı. Ahmed Fahriyi görünce kıp- kırmızı oldu. Ahmed Fahri şimdi Bü- yükderede vapurdan çıkarken onun kendisine sokulduğunu, hattâ bir ara- lık elini ceketine doğru uzattığını bi- le fârkediyordu. Polis kömiseri; — Bayım... dedi, bu çocuğu yakala» dık... Cüzdanı bulduğunu iddia edi- yor... Güya bu cüzdanı getirip bize teslim edecekmiş, fakat yakalanmış... Ne dersiniz?.. Bunun yanınıza filân sokulduğunu hatırlıyor musunuz? Acaba çaldı mı? Yoksa buldu mu? Çünkü kendisi meşhur bir yankesici. dir, Yankesici yalvaran gözlerle ona ba- kıyordu. Fahri: — Bulmuş olacak efendim... Kendi- sini hiç görmedim... dedi. Polis komiseri: İs — Emin misiniz? diye sordu. Fahri: — Evet... Ben zaten dalgın bir ada- mim. Hep böyle öteberi düşürürüm... dedi. Komiser cüzdanı Fahriye verdi. Genç sabıkalıyı serbes bıraktı. Hep birden karakoldan çıkmışlardı. Fahri cüzdanı açti, Genç adamı yanına ça- — Gel... dedi, cüzdan benim ama... Paraları kardeş payı yapacağız... Sen bize büyük bir iyilik ettin. Yankesici şaşırmıştı. Fahrinin uzat- tığı 30 lirayı alırken: — Vallahi ağabeyciğim... Bu parayı almak bana dokunuyor, fenama gidi- yor... Ben sana kötülük ettim. Sen ba- na ne iyilikler ettin... Dünyada amma da iyi insanlar varmış yahu... Vallahi bundan sonra namuslu olacağım. he- le bir iş bulsam... diyordu. Fahri genç yankesiciye: — Sen de bize büyük bir iyilik ettin... diyerek Selmanın koluna girüi. Şimdi vardı. Hava da açmıştı. On- yaz bahçesine doğru giderlerken yankesici hayretle arkalarından bakı- 14 Şubat 1938 KAPTAN PAŞA GELİYOR Tarihi Deniz Romanı Xazan: İskender F, Sertelli mama Tefrika No, 143 Sinan İmroz adasında, sekiz yıldanberi içinde sakladığı bir sırrı açarak: “Çocuğumu özledim...,, diye bağırdı — Şu Yusuf ne tuhaf adamdır. Herkesin iyiliğine çalışır. Eğer bü- tün insanlar bü kadar İyi yürekli olsaydı, dünyada Kötülere yer kal- mazdı. Yusufu yanıma aldığıma ne kadar seviniyorum. O, en'dar,'en ke- dörli zamanımda imdadıma yetişiyor ve beni İeselli ediyor.” Allah ondan razı olsun... Bölüm: 6 Türk denizcileri İmroz adasında.. Geliboluda, Çanakkalede birer ge- Ce kaldıktan sonra İmroz adasına gelmişlerdi. Donanma adanın önünde demirle- mişti. Her gemiden beşer, ona kişi adaya çıkmıştı. Yelkenci Yusuf, Sinan relse sordu: — Adaya beraber çıkacağız, değil mi? Sinan başını salladı: — Hayır. Benli niyelim yok. Sen istersen çık! Yusuf, Sinanı biraz düşünceli gör- dü, Onu gemide yalnız bırakmak is- temiyordu. Israr etmedi. — Ben çıkayım öyleyse... Diyerek kadırganın güvertesinden ayrıldı. Sinan reis neden düşünüyordu? Onun derdini bilenler: «Gene Ro- zitayı hatırlamıştır!> derlerdi. Oysa ki, Sinanın başında bin bir dert vardı... Yalnız Rozitayı düşün- ladığı gizli bir iztırabını, adanın Üze- rinden esen şimal rüzgârına dökü- yordu. Çok sevdiği «Kırlangıç, ın baş tarafına gitti. yelkenlerin top- landığı yere oturdu.. gözlerini en- ginlere dikti, sağ elini başına daya- dı. Sinan uzaklarda bir çocuk ha yali görür gibi oluyordu. İçini çeke- rek, hazin bir sesle mırıldanmağa başladı: etrafına bakındı. Devam etti: Gözümden uykular kaçtı, Nârı hasret baştan aştı. Kalbime yüreler açtı. Ah bu evlâd ayrılığı! Başına gelmeyen bilmez, - Ne güç evlâd ayrılığı! Anlaşılıyordu ki, Sinanın bir ço- cuğu vardı. Ondan ayrılmıştı. onun basretini Görmez isem duramazdım, Görsem Sanırım dayı ir Ne güç erlâd ayrılığıl Sinan birdenbire omuzunda bir eliri dolaştığını gördü, başını çevirdi ve bağırdı: — Yusuf., sen misin? — Benim, aslanım. seni diniyor- dum! — Beni mi dinliyordun? — Evet. Seni böyle dalgın ve dü- şünceli görüp te yalnız bırakabilir miydim? — Ben seni adaya çıktın sanıyor- latların yanında büzüldüm. Seni gö- zetliyordum. : Ne hazin şeyler söy- ledin,-Sinancığım! Bunları sen mi düzdün? « Sinan başile tasdik ederek, par- maklarının ucile gözlerini sildi, Yusuf çok müteessir olmuştu! — Demek bir çocuğun vârmış t& bunu şimdiye kadar benden sakladın ha... Aşkolsun sana! İnsan, bönim gibi sir tutan bir arkadaşından ey lâdını saklar mı hiç?... — Onu kendimden bile saklamağâ mecburdum, Yusuf! Ben, dünyanın en talihsiz bir kuluyum... Ne eylâi- tan güldü yüzüm, ne de kadından... — Kadından dersen hakkın var amma, çocuğun olduğunu “bilmiyor” dum doğrusu, . Hele söyle bakayım, nerede bu. çocuk şimdi? — Sinan eski ohatımlarını. yok» ladı: — Sekiz yıl önce bir ay kadar memleketime gitmiştim. Ben. oradâ evliydim, Yusuf! Gittiğim zaman üŞ yaşında bir çocuğum vardı. ; Fakat, bu çocuğu alıp İstanbula getiremeğ- dim, — Neden? Annesile birlikte alıp gek meliydin! — Kayınpederime köyde kalacir gımı söylemiş ve bu şartla evlen — Evlendikten sonra karını kan dıramadın mı? — Hayır. Çünkü karım ailesine gok bağlıydı. ş — Kaçırsaydın... — Bunu da düşündüm. Fakat, kayinpederim köyün ileri gelenlerin- den biri idi. Çinliği, çubuğu ve bir çok adamları vardı. » — Sekiz yıldanberi bu sırı için- de nasıl saklayabildin? ; — Saklamağa mecburdum. İki des fa köye haber yolladım, Karımı v9 çocuğumu çok göresim geldi, dedim. Kayınpederim; «Karın ve çocuğun burada seni bekliyor, Gelirsen görür” sün!, diye cevap verdi. — Ne yazık... — Bu kadarla bitseydi bu hikâr ye, bu derece yanmazdım, Yusufcü” gum! Son seferden dönüşte beni zindana attıkları zaman köyümdel bir adam gelmişti. Zindancı Mah- mud nasılsa bu adamı benimle gö rüştürdü. — Hayırlı haberler mi getirdi kö)“ den? danda çektiğim iztiraplar yetmiyor” muş gibi, bir kara haber getirdi. Kr rımın öldüğünü ve biricik yayrumun öksüz kaldığını söyledi. O zamai cellâdı dört gözle bekledim, Yusufcu" gum! Eğer o dakikada boynumu vursalardı, vallahi bir damla kanım akmazdı. Buz gibi donup kalmıştım. — Vah zavallı Sinancığım! Sen hakikaten talihsiz bir adammışsın! Bütün karıların elinden gidiyor... — Evet. Birini padişah almıştı Birini de karâ topraklar aldı elim — Çok seviyor muydun bari? — Sevilecek kadar güzel bir k& dın değildi. Fakat, çocuğuma çok iyi baktığı için onu seviyordum. Eğt Rozitanın gözleri kör olmasayd.. onunla birleşip köyden çocuğumu 89 tirtecektim, Şimdi onun - hasretini çekerek, onu - düşünerek one kada” muztarip olduğumu bilsen bana di” ha çok acırsın! — Bunu bana İstanbulda açsâY" dın, vallahi köye kadar gidip çocü” ğunu alır, getirirdim. . 5 — Getirsen de ona ben nasıl V9 nerede bakardım.: Çocuk ister, Yusuf! — O kadar küçük olmasa gerek” Değil mi? — Eh, şimdi sekiz on yaşında O du. Her yerde barınabilirdi anım onu getirtmeğe vaktimiz var miydi yar... * j (Arkası var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: