E Temmuz 1932 Titredim.. Zira, eski arkadaşımı, kırışmış teni içinde, hafifçe kır- laşmış saçları altında güçlükle tanıyabilmiştim. Aman yarabbi! Bir adam bu kadar da değişe- bilir miydi? Biribirimizin elini sıktık, öpüştük. — Bunca sene sonra nihayet gene buluştuk, öyle mi, kardeşim.. Beni oradaki bir kahveye sü- rükledi. — Yal... Hey gidi hey... Dur bakayım... Şimdi 1932 deyiz... Büyük harp 1914 te çıkmıştı... Demek ki on sekiz seneden beri bir birimizi göremedik... Hasır iskemlelere oturup birer kahve ısmarladık... — Neydi o eski günler yahu?: Allah allah!,. Ne yaşardık, ne eğlenirdik... Dünyalar bizimdi... Yedi arkadaş, kâinatın en mesut insanlarıydık... Bize mekteptenberi, “Yediler,, derdiler... Büyük harp, hepimizi halliç pamuğu gibi dağıttı. Ondan sonra, bir türlü bir araya gelemedik... Arkadaş- ların birinden malümatım yoktu... Esasen ben ancak iki ay evvel Istanbula döndüm... Aziz müstesna bizim öteki arkadaşları buldum... İşte sen sonuncususun... Onlar da seni merak ediyorlar... Seni de bulunca, eski yadigârların kollek- siyonunu nihayet tamamladım... — Vay! - diye şaştım. - Dedim ki, Reşit, Ramiz, Kemal ve Nu- riddin'le temastasın öyle mi?.. Halbuki ben onların izlerini tema- men kaybetmiştim. Doğrusunu da istersen, onları da, seni de, Aziz gibi, Çanakkale'de, Kafkas cephe- sinde, nihayet Milli mücadele esnasında öldünüz sanıyordum. — Arkadaşlar da seni öldün sanıyorlardı. — Ben Adana'daydım.. Sonra Suriye'ye geçtim.. Sonra Alman- yaya gittim. 925 te bir iki ay Istanbulda kaldım tekrar Adanaya döndüm.. Nihayet işte “köhne Bizans,, a büsbütün avdet ettim.. Artık eskisi gibi sık sık görüşe- lim yahu.. Zehra hanım ne yapıyor?. Afif, bu son sual üzerine daldı... Üzerine bir hüzün çöktü.. Cevap vermedi... Fakat, âni bir tehalükle, teklifi kabul etti. — Ha?... Eskisi gibi buluşmak mı?... Buluşalım, görüşelim ya... Esasen ben de sana bunu söyli- yecektim... Bu perşembe topla- nalım... Reşit'i, Ramiz'i Kemal'i Nureddin'i de çağırayım... Eski günleri (o yadedelim... Adresimi defterine yaz bakalım... On sene evvelki arkadaşlarla görüşmek cidden garip oldu. Eskiden canım kadar kendime yakın bildiğim bu insanları şimdi, öyle yabancı telâkki ediyordum ki. Şekilleri gibi, ahlâkları da başka- laşmış... gayet (o şişmanlayan Reşit, eskiden sinirli, hassas bir çocukken, şimdi, lüzumlu lüzumsuz kahkahalar atan bir mahalle beyi haline gelmiş.. Ramiz'in gür, kıvırcık saçları dökülmüş, kafası pırıl pırıl dazlak- laşmış; fakat, kendisinde manevi bir tarakki var. Eskiden oldukça aptal görünürdü. Halbuki, şimdi, memleketin tanınmış avukatları sırasına ogirmiş, Sözleri gayet insicamlı.. Kemal'in kaşına “tik,, denilen bir illet arız olmuş; mütemadiyen oynatıp duruyor. Bu oğlan, ken- dini kapmış, koyuvermiş, hattâ sakal bırakmış. Hiç lakırdı etme- yor... En büyük tahavvülü geçiren Nureddin... Sağ kulağı kesilmiş, yüzünde bir) biçak izi var. Gözü çarpılmış. Fena halde çirkinleşmiş. Halbuki, eskiden öyle güzel çocuk- du ki lakabını Yusufaleyhisselâm koymuştuk. Yarayı harpte aldığını söyledi. — Hangi cephede?- diye sor- sorduğum vakit lâf karıştı; fazla izahat vermedi. Arkadaşlarımın bu derece büyük tahavvüle Omaruz (kaldıklarını görünce “ ben ne kadar değişmi- şimdir ,, diye üzüldüm. Sofra başına geçtik. Muhavere, ilk önce, oldukça soğuk devam etti. Zira, bu derece esaslı tahav- vüllere maruz kalan insanların nasıl bir o müşterek (o mevzuları kalırdı?... Yemekten sonra, Afifin küçük salonuna geçtik. Uşağı tatar Nugay, kahveleri getirdi. Amma, alafranga Okahve... Küçük bir tepsinin içinde, fincanları, hepi- mize teker teker dağıttı... Bu Nugay, ötedenberi Afifin uşağıydi. Kendisi, bilhassa, ala- franga kahve pişirmekte (oemsal- sizdi. Pire gibi bir uşaktı. Icimiz- de tahavvüle maruz kalmıyan bir o vardı. Hâlâ yirmi yaş civarında gibi duruyordu. Afif kendine gayet iyi bakardı. Avrupalı uşaklar gibi, muntazam giyinmişti. Kahvelerimizi içipte bitirme- mizi muteakip, muhavere, alâkayı calip bir safhaya girdi. Afif, vaktile son derece sevdiği karısı Zehranın macerasını anlattı. —... Ben, harbe gidince ben- den kaçtı... - diye anlattı. - cephe- ye bana bir mektup yolladı. İçinde birkaç satır... Beni sevmemişmiş, başka bir sevmişmiş. Saadete için ona gidiyormuş.. Cepheden ayrılama- dığım için, Zehra'nın peşine dü- şemedim. Deli gibi olmuştum.. Cephede, bütün fedailikler için kendimi ileri sürdüm. Lâkin, ölüm mukadder ölemedim.. erkeği kavuşmak değilmiş İ Harp bittiği zaman Zehra'nın Bul- garistan'da bir kasabada Sefalet içinde öldüğünü haber aldım. Onu benden kaçıran her kimse, heve- sini aldıktan sonra terketmişmişu Fakat bu adamın öğrenmek bir türlü kabil olamadı. Ona dair sade biriz var... Bu izi de bizim Nugay ele geçirmiş... Alâkayla dinleyorduk. kim olduğunu Sahife 9 Afif, sağ elini havaya kaldırdı. — Eller, ne kadar yekdiğerin- den ayrıdır! - dedi. - tıbkı yüzler gibi.. Bir adamın eli ötekininkine | benzemez. Belki yüzleri boyayla, | makyajla, işmizazları azıcık değiş- | tirmek mümkündür. Lâkin, eller katiyen (o değiştirilemez. İşte, | bizim Nugay, Zehra'yı kaçıran | adamı, arabaya ( bindiğinden sonra azıcık görmüş. Fakat yüzü- ne bakması kabil olmamış... Yalnız landonun penceresi kena- rındaki elini görmüş.. Ve elini | hafızasında Oepice zabtetmiş.... Bana: “Şayet bu eli bir daha görürsem (mutlaka tanırım... dedi. Nureddin: — Öyleyse, sokakları dolaşsır.. Herkesin eline dikkat etsin... Fakat, bu işi yazın yapsın, çünkü kışın âlem eldiven giyer!- dedi. Afif: — Sokakları dolaşmağa hacet yokl - diyerek devam etti, - Bu Zebrayı kaçıran adam, benim arkadaşlarımın içinden biriymiş... Çünkü, Nugay caketinin kolunu da görmüş. Bu kumaşı bizim eve gelenlerden birinin sırtında gör- düğünü hatırlıyor amma, kimin sırtında gördüğünü hatırlamıyor... Işin arkası ne çıkacak diye bekleşiyordum. — Aziz bu vakadan evvel öldü.. Demek ki, karımı kaçıran adam o değil, sizin içinizden biri. Esasen, sizleri de, buraya, bu mak- satla topladım. # Nugay, yemek yediğiniz esnada, ellerinizi tetkik etti.. Hain arkadaşımın kim oldu- kendisine zehir vermiştim... o arkadaşımın kah- | koydu... Mahsus, - | yanlışlık diye, küçük tepsi içinde, kahveleri teker teker | ver dedi; dikkat etmediniz mi?.. | Zehirli kahveyi yanlışlıkla başkası almasın diye bu süle baş vurdu. Zehirin tesiri tam yarım saat sonra gözükü Zaman geldi... Fakat ben bile zehirli kakvenin kime verildiğini bilmiyorum. An- cak tesir gözüktükten sonra, hain gunu anladı, evvelce müthiş bir Bu zehiri, vesi | içine olmasın arkadaşımı anlayacağım. Karnım- da bir acayıp burkulma hissettim. Arkadaşlarımın yüzlerine baktım. Onlarda tuhaf haller almışlardı. | Bilhassa, Nureddinin yüzü morar- | birer anlattı: Tefrika No. 139 BEL SEBA MELİKESİ 31 Temmuz 1932 Yazan: ISKENDER FAHRETTİN “Siz madem ki cinlerin ve perilerin de hükümdarı- sınız! Bana Hindistandaki ölüm ağacından bir taht yaptırınız! Son arzuma gelince..., Belkıs, Süleyman'la barışmak için neler istiyor..? Tamara koşarak Süleymana geldi: — Melikeyi ikna ettim.. Diyerek hükümdardan bahşışlar aldı. O gece Süleyman, Melikenin dairesine gittiği zaman, bir gün evvelki gibi çarçabuk ve somurt- kan bir çehre ile dönmemişti. Belkıs, Tamaraya söz verdiği gibi hareket etti; Beni Israil hü- kümdarını güler yüzle karşıladı. Şifahi izdivaç mukavelesi o gece aralarında takarrür etmişti: Melike istediği zaman (Seba) ya dönebi- lecekti, Süleyman, melikenin bu arzusuna mümanaat etmiyecekti.. Süleyman , melikenin izdivaç etrafındaki tekliflerini tamamile kabul etmişti. Bundan sonra, Belkıs: — Barışmak için ne istersem yapacağınızı söz vermiştiniz, dedi, şimdi yeni tekliflerimi dinleyiniz! Süleyman, o gece, Belkısi her zamankinden çok daha cazip ve güzel görmüştü. Arzularını derhal isaf etmekte tereddüt etmiyecekti. — Sizin için muhali mümkün kılmağa çalışacağım.. Emrediniz! Dedi. Belkıs arzularını birer — Evvelâ, izdivacımızdan sonra memleketin âdetlerini oburadan tatbik edeceğim. Sokağa çıktığım zaman o cariyelerimden (altmış tanesi baş döndürücü tütsüler sallıyarak etrafında yürüyecek- ler. Buna muhalefet etmiyeceksiniz! Süleyman söz verdi: — Memleketinizin O âdetlerine tamamile riayet edeceğim. Müs- terih olunuz, Melikem! Belkis devam etti: — Oturduğunuz tahtın yer yüzünde bir eşi daha olmasına tahammül edemem. Gerek sizin ve gerek benim için öyle muh- teşem iki taht yaptıracaksınız ki, civardaki okrallar ve hâkimler hayrete düşecekler ve emsalini tedarik etmek imkânını bulamr- yacaklar... Beni Israilin gözleri kamaşacak ve biz yan yana oturduğumuz zaman, bu tahtların ihtişamını, yalnız krallar ve asılzadeler değil, cinler ve periler bile kıskanacak... —Hazinemdeki altınlardan muh- teşem iki tabt yaptırırım. Belkıs omuzlarını silkerek itiraz etti: ç . — Bence altının zannettiğiniz kadar büyük bir kıymeti yoktur. Öyle bir taht yaptırmanızı isti- yorum ki, bakınca herkesin gözleri kamaşsın ! Halbuki altın hiç bir zaman gözleri kamaştırıcı bir madde değildir. — Tahtların etrafını çok kıy- le işletiri mış, gözleri (o çeşimhanelerinden uğramıştı. Sık sık nefes alıyordı. Elini kalbi üzerine götürdü. — Ah... Zehirlendim... - Diye haykırdı.- Beni Zehirlediler... On sekiz senelik bir vaka için olur mu bu?... Ah... Ve gömleğini par- çalayarak, yeleğinin düğmelerini kopararak, göğsünü pençeledi. Ok atmak için gerilen bir yay gibi, havada kavis çizerek yere yuvar- landı. Üzerine eğildim. Kalbini dinle- | dim. — Öldü... - diye haykırdım. - — O taşlarla ben Sebada sara- yımın bahçesini döşemiştim. Ben öyle bir taht istiyorum ki, üzerin- de ne bir altın ve zebercet par- çası bulunsun.. Ne de herkesin tedarik edebileceği bir madde olsun... Süleyman böyle bir tabtın nasıl ve kimin tarafından yapılabilece- ğini sordu. Belkıs cevap verdi: — Siz mademki cinlerin, peri- lerin yani göze görünmiyen mah- lükatın da hükümdarısiniz! Onlara emrediniz, size dünyanın meçhul köşelerinden hiç kimsenin görme- diği maddeler getirsinler! Meselâ Hindistanda yanma hiç kimseyi sokmayan bir ağaç varmış. Canlı bir mahlük o ağacın yanma elli hatveden fazla sokulamaz, derhal yere düşer ölürmüş. Bu ağaçtan yapılmış bir taht istiyorum... Süleyman düşündü. Hindistanda böyle bir ağacın mevcudiyetinden ilk defa haberdar oluyordu. Cin- ler vasıtasile bu ağacı Hindistan- dan Flistine getirtmek acaba mümkün olacakmıydı? Melikeye: — Fakat, dedi, böyle tehlikeli bir taht üzerinde oturmanın faidesi nedir? — Faidesi mi? Evvelâ bütün hükümdarlara tefevvuk.. Saniyen bütün tehlikelerden masun kalmak O tahta oturduğumuz zaman her | kes bizden elli hatve uzakta dura- .cak. Fena bir maksatla yanımıza sokulmak isteyenler derhal düşüp ölecekler. — Peki amma, bu ağacın tesi- ratından biz nasıl masun kala- cağız? Günün birinde ikimizin de zehirlenüp (oölmemiz muhtemel değil mi? — Hayır.. Çünkü bu ağacı size cinleriniz o getirecekler... (Onlar Hindistandan (o gelirken bunun sırrını da öğrenirler. Azgın at hiç bir zaman sahibine çifte atmaz. Elverir ki huyunu bilmeli. — Bu tahtı kime yaptırabiliriz? Yanına sokulanı öldürecek... — Onun da kolayı var. Bu iki tahtı da cinlerinize imal ettirir- siniz | Süleyman muvafakat etti. — Başka bir emriniz var mı? — Bütün arzularım üçten fazla değil. Biri memleketimin âdetle- rini burada da tatbik etmek. Diğeri tahtlarımızın ölüm ağacın- dan imali. Üçüncüsüne gelince... Belkis burada sözünü kesti. Son arzusu da (ölüm ağacı) nı ge- tirtmek kadar güçtü. Süleyman, Belkisi, hu arzuların- dan dolayı biraz daha fazla sev- meğe başlamıştı. Melikenin Süleymanı ,hayretten hayrete düşüren fikirleri vardı. O ne zeki, ne esrarengiz bir kadındı! (Arkası var) if ne yaptın?... Bu işin mesuli- yetini düşünmeden mi?... Gayet soğuk kanlılıkla: — Ben birşey yapmadım... - cevabını verdi.- Zehir meselesi yalandı, uydurmaydı... Kahvelerin mütebaki kısmı filcanların için- dedir. Tahlil edilince (o hakikat anlaşılır.. Nureddin'den (o şüphe- lendiğim için ona bunu yaptım... Kalp hastalığı varmış, ölmüş, bana ne?... Bu vaziyet karşısında mesuliyet terettüp etmez... Allah inlikamımı aldı. (Vâ-Nü)