Kene 103 Tefrika No. 38 Akşam SEBA MELİKESİ | BELKIS Yazan: ISKENDER FAHRETTİN San'anın Seba kapısında, bir bahçenin önünde durmuştum. Kıvırcık saçlı güzel bir kız, yüksek bir zakkum ağacının dibinde oturmuş, şarkı söyliyordu.. Derhal giyindim.. Fotoğraf ma- kinemi koluma alarak odadan çıktım. Sofada ortalığı süpüren hizmetçi kızla karşılaşmıştım. — Efendi nerede? Diye sordum. Hizmetçi o başını cevap verdi: — Mağazaya gitti, — Her zaman bukadar erken mi gider? Hizmetçi kız gi sedi: — Nerede ise öğle yemeğine gelecek,. Göseşe baksanız a...! Pencereden dışarsva baktım... gözlerime inanamıyordt m. Güneş tepemizde. Benimle istihza eder gibiydi! Halbuki o sabah erkenden Sanayı terkedecektim. Bu geçik- menin hiç te hoşuma gitmediğini gören hizmetçi kız yanıma soku- larak: — Efendi, dedi, imam hazret- lerinden iki defa haber geliyor. Yola çıkacakmışsınız! — Beni ne için uyandırmadın? Bu haberi alınca - hiç bir şey düşünmeksizin - telâşla merdiven- lerden inmeğe başladım. Imamı gücendirmek istemez- dim. Bu teehhürden fevkalâde müteessir olmuştum. Hizmetçi ile konuşurken, sesimi işiten Cemile, çırçıplak, oOodasından fırlıyarak merdiven başından haykırdı: — Acele etme.. Ben müsaade etmezsem, bir yere gidemezsin | Cemilenin feryadını işitmemek için kulaklarımı tıkamıştım. Başımı yukarı kaldırmadan ka- pıyı açtım ve sokağa çıktım. O, merdivenlerden yuvarlanarak iniyordu. Fakat ben, sokağın kö- şesini dönmüştüm. Arkama bakmadan dum. Yarım saat sonra kendimi Bi- rülazapta buldum. Burası San'anın zenginler mahallesiydi. Mahallenin arkasında San'anın meşhur kapı- larından Babüsseba vardı. Buraya yerliler Babüşşerare de derlerdi. Bu mahalledeki evlerin kısmı azamı birer katlı, fakat muntazam binalardı. Muhtelif meyva ağaçlarile süs- lenmiş bahçeleri çok güzel ve şairane bir manzara arzeden Birülazapta ne işim vardı? Buraya niçin gelmiştim? Beni Sebaya götürecek sailerin yanna neden gitmediğimi bil- miyordum. bir kaldırmadan koşuyor- Bu esnada kulağıma hazin bir ses aksetti. Arkamdaki bahçelerden birinde, büyük bir zakkum ağcının altında, genç bir kadın, toprağın üstüne uzanmış.. mealen tercüme ettiğim şu şarkıyı terennüm ediyordu: “Her kadın gözü, ağlamaktan, Bir baykuş yuvası kadar derinleşti. Çocuklar babasız kalıyorlar.. Boğuşmaktan usandık, yalel/ Açlıktan bunaldık, yalel! Ufuklarda siyah bulutlar var; Güneş yer yüzünü aydınlatmıyor.. Erkeklerini kaybeden kadınlar: Yüksek dağların gölgesi altında Iztıraplarını uyutmağa çalışıyorlar, Yalel yalel yalel yalel!,, Ne güzel kız.. Ne güzel şarkı.. Bu hazin şarkıyı, bir gece, Menahada Cemilenin ağzından da dinlemiştim. Belkıs devrinde bu o havalideki kabileler mütemadiyen birbirlerile harp ederlermiş.. Erkekler harp meydanlarında öldüğü için, kabile arasında dul kalan kadınların adedi çoğalmağa ve çocuklar ba- basız kalmağa başlamışlar. (Arkası var) mann 0 ve heryerde muhtaç Hayatım zehrolurdu eger Bromural komprimeleri olmasaydı! Sinirlerim gerginmi? Bromural! ... Uykusuzmuyum? Bromural!... Bir bardak su içerisinde alınan bu zararsız ilaç gergin sinirleri teskin eder. (Ludwigshafen a.Rh.,Almanya) KnollA..G. Kumpanya sının Bromural'ı çeyrek asırdanberi halkın aradığı 10 ve 20 komprimelik tüpler içerisindedir. Avusturyaya gidenler Seyyahlar hakkında tatbik edilen kambiyo usulü Avusturya sefaretinden tebliğ edilmiştir: o Üzerlerinde (ecnebi meskükât veya (banknot, altın ve gümüş sikkeleri, poliçeler veya traveller denilen çek yahut tediye emirleri gibi tediye vesaiti bulunduğu halde Avusturya cumhuriyetine dahil olanlar, hududu geçtikleri zaman pasaport kontrolu esna- sında keyfiyeti (o pasaportlarına kaydetmek şartile, memlekete vürutları tarihinden itibaren iki ay zarfında ayni mebaliği ecnebi kambiyo veya meskükât şeklinde tekrar beraberlerinde harice gö- türebileceklerdir. Beraberlerinde Avusturya p. olarak gelenler bu gibi par pasaportlarına kaydedemezler. Avusturya Cumhuriyetini ter- kedenler ve berveçbi bâlâ vurut- larında pasaportlarına lâzım gelen meşruhatı kaytetmemiş olanlar, Avusturya devlet bankasının mü- saadesi olmaksızın yalnız zirdeki paraları beraberinde getirebilirler şöyle ki; 1 — Avusturya parası (altın sikkesi hariç olmak üzere) on şilin gümüş olmak üzere 200 evrakı naktiye. 2 — Ecnebi paraları (altın pa- raları hariç olmak üzere) on şilin gümüş sikke dahil olarak 500 şiline kadar. Avusturya cumhu- riyeti haricinde mukim bankalar ve itibar müesseseleri tarafından tanzim edilen akreditif ve kredi mektup- ları, pasaporta kaydedilmeksizin ve devlet bankasının müsaadesini istihsale lüzum olaksızın memle- ketten çıkanlar tarafından serbesçe beraberlerinde getirilebilir. nn nn olduğu bir ilaçtır. TP Kemâleddin, banka müdürü. Bir genç erkek için ne lâzımsa, hepsi ken disinde var. Hele ogün cidden mesut. Kendisini, eski mektep arkadaşlarin- dan Ömer Vedat bey ziyarete geliyor. Vilâyeti şarkiyede, bir banka şubesinde memurmuş, Ferit Kemaleddin'den yardım istiyor. Onun bankasına almasını arzu ediyor. Ferit, ilk önce onu atlatıyor. Lâkin, Ömer Vedad'ın intizar odasında bekleyen karısını görünce şafak atıyor. Ferit Kemaleddin, muhavereyi demindeuberi öyle idare etmişti ki, Ömer Vedadın artık gitmesi lâzım geliyordu. Fakat, genç kadın gördükten sonra, bu, işine gel medi... Ah, o, eski bir mektep arka- daşı için ne fedakârlıklar yap- mazdı?... Her halde, hiç değilse, bir kere bir yemek yeselerdi... Karı kocayı, ertesi gün için lo- kantaya davet etti. Ömer Bu davetinden dolayı Vedat hayret etmedi. Tuhaf şey... 'Hayret eden sade Ferit Kemalettin'di... Ferit Kema- lettin, bu kadını gayet beğenmişti. Hem de öylesine beğenmişti ki, yüreğinin çarptığını hissediyordu. Sakın ona âşık olmasın?.. Vilâyatı şarkiyeden gelen ve kimbilir hangi gezginci memurun kızı olan bu Galibe, Ömer Ke- malettin'in tanıdığı diğer kadın- lardan öyle farklıydı ki... Banka müdürü, şimdi farkediyordu: Galibe'den başka diğer kadınlar hep biribirlerine benziyorlar. Sade o başka... Sade o... Nasıl olmuştu da bu kadın, o ahmak Ömer Vedat'la evlenmişti?. Şimdi, işte, önünde yep yeni bir macera açılıyordu. Ferit Kemaleddin, bu maceradan isti- fade edecekti. Galibe ile ertesi gün yemek yedikleri esnada, bu kadının cid- den harikulâde bir mahlük oldu- ğunu anladı... Şüphesiz, Galibe, Vedat için değil, Ferit için yara- dılmış bir mahlüktu. Yok, hayır! Onun İstanbuldan (gitmesine Ferit müsaade etmiyecekti. Hattâ eski metresinin bile, nazarında zerrece ehemmiyeti kalmadı. Ferit Kemaleddin, Istanbulun o meşhur kadınını ilk önce ihmal etti sonra, onunla alâkasını büsbütün kesti, Onun nazarında şimdi sadece bir kadın haizi ehemmiyeti: Galibel Artık, iki mektep arkadaşı hergün beraberdiler. (o Davetten davete. Bittabi, Galibede beraber. Başbaşa kaldıkları vakit, Ferit Kemaleddin, ona son dereceye kadar kur yapıyordu. Genç kadın, bankerin söylediklerini mütebessi- mane dinliyordu. Vedat, hiçbir şeyin farkına varmıyordu. Üstelik başka başka meşguliyetleri de vardı. Ferit, Vedadı işe (yerleştir. - | rm Galibe hanım Sahife 13. Kendisine ait olan bir apartmanda ona bir'dâire verdi. Ferit'in, bu derece nüfuzlu bir arkadaşına sahip olduğu için etekleri zil çalıyor. — Memnunmusunuz ? Genç kadın, . bankere cevap veriyordu. — Çok! İşi aşka intikal ettiği vakit, genç kadın, bankerin söyledik- lerini, kızararak, mahcubana din- leyordu. Git gide uysallaşıyordu, ele geçiyordu. Evet... Ele geçmişti. En ufak bir fırsat kâfidi. Ve bu fırsat zuhur ettiği vakit, ne saadet, ne saadet! Kocası bankaya temamile yer- leşdiğine dair bir konturat imza- ladığının akşamı, Galibe, ertesi gün için bir randevuya razı oldu. — Evet, yarın gelirim!. diye kekeledi. Mukannen saatte, Galibe, Fe- rid'in kapısını çaldı. Biçare yavrucak! öyle heyecan- lıydı ki... Erkek koştu, ah, Galibe, ne iyi etmişti de gelmişti. Ne lütufkârlık göstermişti! — Size vadetmiştim. Siz, bize öyle büyük iyilikler ettiniz ki... — Hayır, bundan bahsetmiye- lim. Ben sizi çok sevmiyorum. Mantonuzu, şapkanızı çıkarmaz mısınız? Acınacak bir halde, Galibe, soyundu. — Şuraya, divanın üzerine, benim yanıma oturunuz! Sizi sevi- yorum, Galibe... Sizde beni azıcık sevecek misiniz.? Öpmek istedi. Genç kadın, irkildi, başını çe- virdi. Bu hareketinden sonra, kendi de mahçup oldü. — Darılmayin.. Bu fedâkârlığı içim ağlıyarak yapıyorum.. Bize yaptığınız eyilikler için.. Yüzünü elleri arasına sakladı. Ferit (Kemaleddin, o şaşkına dönmüştü. — Beni affedin! - diye, Galibe ağlamağa başladı... - Size borçlu olduğumu biliyorum... Fakat, ne yapayım?.. Buiş bana fena görü- nüyor.. Darılmayın, beyefendi... Hem, benim 'ağladığıma bakma- yın.. Ne yapacaksanız yapın... Öyle ya: Ben kocamı sevdikten sonra, birşey çıkmaz... Aman yarabbi... Ne kâbus... Beni affe- din... Hem, ne zaman isterseniz, yine gelirim... Ferit Kemaleddin: — Lüzumu yok... - dedi... Ertesi gün, mukavele bozuldu. Vedat, vilâyatı şarkıyeye gitti. Nakili: (Hatice Süreyya) Tefrika No: 3 | Küçük Hanımın Ayaspaşa taraflarında küçük bir apartmanın, Çamlıca ile Boğaza hâkim bir 'katında oturuyorlardı. Hidayet'in (o Istanbul'a © gelince otelde kalmasına razı olmıyan Mürüvvet hanım, kardeşini yanına aldı, Çocukluğundan beri aile yuva- sının ne demek olduğunu bilme- yen, kardeş şefkatinin mefhumu- nu idrak edemeyen 'Hidayet Muh- lis, kardeşinin apartmanına yer- leştikten sonra yepyeni bir zevke kapıldı. Saadet telâkkileri değişti. Bir gece, yemekten sonra, sigara dumanları, ipek abajurların etrafında dalgalanırken söz izdi- vâca intikal etti. Mürüvvet hanım: 21 Nisan 1932 Kısmeti İ Selâmi İzzet — Hidayet, dedi, haydi seni evlendirelim. Bu teklif Hidayet'e öyle munis geldi, ki derhal kabul etti: — Evlendir abla. Mürüvvet hanım şüphelendi: — Gözüne kestirdiğin biri var galiba, pek teşne görünüyorsun. Hidayet gülümsedi: | — Keşki kestirseydim; | henüz kimseyi tanımadım ki... Elinin altında muvafık bulduğun biri varsa ben de tanıyayım. — Bir değil, bir kaç tane var. Sehi yarın gece Ikbal'e götüre- yim. Orada bir alay gençkiz | göreceksin. Çok zengin olmamak- fakat / tan başka kusurları bulunmayan bu küçükhanımlardan hangisi gönlüne hoş görünürse bana haber ver. Hepsinin anası ve babası ile arka- daşız. Hemen talip olurum. Nasıl, işine geliyor mu? — Elbette geliyor. Ikbal banımın evlendiğinin bil- | mem kaçıncı senesi idi. Eşe dosta mükellef bir ziyafet veriyordu. Mürüvvet hanımla beraber Hida- yet de gitti. Geçvakte kadar ojurdular, Avdet ettikleri zaman Mürüvvet hanim Hidayete bir şey sormadı. Yattılar. Ertesi gün Hidayet gene bir şey söylemedi. Dalgın ve düşünceli duruyordu. Yemeklerini sessiz yediler. Kah- veler içilirken Mürüvvet hanım sözü döndürüp dolaştırıp dün geceye getirdi: — Müazzeze dikkat ettin mi ne güzel kız. Hidayet kaşını kaldırdı: — Teni bozuk bir kız vardı, o mu? Mürüvvet hanımın ağzı bir karış açık kaldı: — llâhi Hidayet, teni neden bozuk olsun. Kızın kadife gibi teni var. — Peki, o yüzündeki noktalar nedir? Mürüvvet hanım güldü: — Püskürme ben. — Çirkin. Söz kesildi. Sustular. Bir müd- det sonra Mürüvvet hanım bir lâf oltası daha attı: — Calibeye de diyeceğin yok ya?.. — Hangisi o?.. Mor elbiselisi miydi? — A kardeşim yeşiller yordu. Seni ettim... — Dikkat etmedim. siyah giyi- evvelâ ona takdim Mi vet hanım, tespih çeki r gibi, bütün gençkızların ismini saymağa başladı. Hidayet, söz arasında, gene dalgın ve lâkayit bir tavırla sordu: — O afacan denilen pembeli beyazlı kız kimdi? Mürüvvet hanım, afacan ismini duyunca hop oturup hop kalktı: — Allahın delisil.. Terbiyesiz, cican, şımarık.. Daha beş yaşın- dayken tahammülfersa idi. Şimdi başbelâsı oldu. Amma nasıl olma- sın?., Sen Veysi bey ailesini bil- mezsin. Bütün ev halkı, ana, baba uşak, hizmetçi, dadı bu kızın üştüne titrerler. Bir afacan derler de bir daha demezler. Dünya onun üstüne durur. Doğduğu gün Veysi bey Belmanın önlinde secdeye vardı, hâlâ kalkamıyor. Zavallı adam! Bitmedi)