16 Ocak 1932 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9

16 Ocak 1932 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

2 16 Kânunusani 1932 Tefrika No: 36 16 Kânunusani 1932 Se zengin mi zengin... Oraların dr Her akşam “alikiran baş kesen,i... Tam Rİ Aİ İngiliz Casusu YP LAVRENS İSTANBULDA: Nakleden : Otele döndüğüm zaman müşteriler salonda önek yiyorlardı. Bu esnada (Kres) in arkadaşlarından genç bir zabit beni ziyarete gelmişti... O gün, hem elde ettiğim kro- kiyi huduttan aşırmağa, hem de Istanbula hareket etmeğe karar vermiştim. Ortalık kararınca sokağa çıkt- tım, Kudüs, çok kalabalık bir şe- birdi. Şeyh Salihle geldiğim zaman, Kudüs bana bu derece kalabalık ve gürültülü görünmemişti. Bu kadar çok kalabalık bir şehirde yüzbaşı Kres'i tanıyan biri elbette zuhur edecekti. Bu endişe beni çok sıkıyordu : Mescidiaksa civarında yarım saat kadar dolaştıktan sonra, tekrar pansiyona avdet ettim. Yüzbaşı Kres'in İngilizlere esir düştüğünü bilmiyenler de vardı. Sokakta biri beni tanıyacak olursa, ona ne cevap verecektim? Otele döndüğüm zaman müş teriler salonda yemek yiyorlardı. Yemek salonuna uğramadan doğ- ruca yatak odama çıktım, Pansiyon sahibi peşimi bırak- miyordu. Odama çıktığımı kamdan yetişti : — Yüzbaşım, yemek yemiyecek misiniz ? Mirzahiyi odaya aldım: — Biraz rahatsızım.. yemek yiyeceğim. — Ne emredersiniz? — Listeyi gönderiniz! Mirzabi odadan çıkınca vaziye- timi yeniden tetkike başladım: Habibeyi, Türkler (Lavrens)i bulmak için göndermişlerse, bu krokiyi ona ne münasebetle ver- wişlerdi ? Zihnimde kıvrılıp kalan bu istifhama bir türlü müspet bir cevap veremiyordum. görünce ar- Burada Yavaş yavaş bütün bu kroki- lere, adreslere inanmamağa baş- lamıştım. Bilhassa şu manasız kurukiye.. Türk (ordusunun bir kadma böyle askeri mevzileri gösteren bir vesika vermesine imkân yoktu. Acaba, Habibe bu krokiye çantasının astarı altına neden saklamıştı? Ziknimi kurcalayan bu noktayı saatlerce tahlile çalıştığım halde, Habibenin (Oo hakiki (o hüviyetini anlayamıyordum. Habibenin hüviyetini anlamakta bu derece ısrar edişimin sebebi çok mühimdi. Ben, uyur gibi görünen zekâlardan çok korkarım. TE benim © nazarımda, zekâsını gizlemeğe muvaffak olan çok şeytan bir kadındır! Macera peşinde koşan Lübnan dilberinin bir istihbarat zabitile münasebettar olması ihtimalini de düşünmüyor (değilim. Beruttan kendisine gönderilen bir mektup, Habibeye bu vazifeyi tevdi edi- yordu. Zaten divanıharp heyeti de bu mektup üzerine idam hükmünü vermişti. Fakat, ne olursa olsun, bu mektup nihayet imzası meçhul bir şahsın Habibeye tevdi ettiği bir takım vatani vazifeleri ihtiva etmektedir. Habibe, bu işi bir memleket ve millet işi telâkki edince - ucunda da beş bin lirayı görür görmez - derhal faaliyete geçmiş olabilir. Mizrahi efendi listeyi getirdi. Bir iki türlü yemek intihap ettim. Odada tekrar yalnız kaldım. Bu esnada pansiyon kapıcısı yanıma gelmişti. — Yüzbaşı efendi, sizi arkadaşınız görmek istiyor | Demez mi? İşte bir felâket haberi.. Derhal itidalimi (toplayarak kapıcıya sordum: — Kimdir gelen adam.. sormadın mı? — Sordum.. Söylemedi: “Silâh arkadaşı dersinl,, Dedi... — Silâh arkadaşım mı?! Kapıcı başını sallıyarak: — Salon kapısında bekliyor... Diye mırıldandı. Evet, bu bir felâketti.. Yüzbaşı Kres'in silâh arkadaşını ben nasıl tanıyacaktım? Onunla nasıl konuşacaktım? Bu fırtınadan muzaffer olarak çıkmak lâzımdı. Kapıcıya vereceğim talimatı düşünürken, odanın önünde bir ayak sesi işittim. Eyvah.. Yakalanacaktım... Birdenbire karşımda zayıf, kısa boylu bir zabit dikildi: — Vay benim felâketzede kar- deşciğim.. Sen burada mısın? bir Ve birden üzerime atılarak büyük bir sevinçle (Obuynuma sarıldı: — Bilsen seni ne kadar merak etmiştim..| Şeria nehrine düştü boğuldu, dediler. Inanmamıştım.. Biraz evvel buraya girdiğini gö- rünce dayanamadım, yüzbaşımı gidip ziyaret edeyim dedim... Nasılsın bakalım? (Arkası var) bir hikâye Dağın dönemecini sapınca, önü- | müzde bir vâdi belirdi. Vâdide çiftliği andıran, etrafı çitli, ortası müteaddit binalı bir malikâne vardı. Beygirlerin sırtında kamçı- sını şaklatıp duran arabacımıza sordum: — Burası neresi? — Miskinler tekkesi. Anlıyamadım. Yol arkadaşım izahat verdi. — Kasabadayken söyliyorlardı | ya... Burada, “cüzam, yahut “miskin illeti, denilen belâya ya- kalananlara mahsus bir tecrithane varmış. Oraya geldik... Daha yeni tesis edilmiş... Bak, doğrusu, şirin bir çiftlik husula getirmişler.. Aferin... Fakat, Allah vermesin; insan, buruya düşmeye görsün! Aman yarabbi... Dünyada, bu hastalık kadar berbat şey yoktur.. Frengiden beter... Hem, frenginin tedavisi bulundu; bugünki bulun- madı.. Cüzama yakalanan insanların derileri, etleri yaralar içinde pıllım pıllım dökülür... Hastalık o derece saridir ki, eski devirlerde buna musap olanlarin boyunlarına hu- susi sesli çingraklar takarlardı. Ta ki, uzaktan sesi duyanlar, kaç- sınlar, hastaya yaklaşmasınlar di- ye... Şimdi, böyle tecrithaneler ya- pıldı. Lâkin, tecrithanedeki has- talarla, dünyanın mütebaki kısmı- Dın arası, yine de ebediyen ayrıl- mıştır. Hastalar, bu hendek hudu- dumu tecavüz etmek hakkını haiz değillerdir. İçeride (çalışıyorlar, kendi hayatlarını temin edecek her şeyi kendileri istihsal ediyorlar. Arkadaşım bu tafsilâtı verirken, araba, çınarlı bir çesmenin altında durmuştu. OÇmarlı çesme, tam miskinler tekkesinin çitine biti- şikti. Bu enteresan çiftliği merakla gözden (geçirirken, fundalıklar arasından bir kadının bize doğru yaklaştığını gördüm. Tekke'nin içinde yürüdüğüne nazaran oda miskinlerdendi. Yüzü gözü yara- larla doluydu. Yaraları, yanık yaralarına benziyordu: Adeleleri takallus ettirmiş; deri üzerine cılk bir parlaklık vermişti. Kadı- nın burnu düşmüştü, Güz kapak- larından biri üzerinde de koca bir yara vardı; bu yaranın daha büyüyerek gözü yiyeceği anlaşılı- yordu. Kadın, çite yaklaşıp kolunu dayadığı zaman, parmaklarını farkettim: Eriyen, sarkan mumlara benziyordu. Parmaklarının uçları tamamile kemirilmiş, | sivrilmiş, ufalmıştı. Yol arkadaşıma, usulle ; — Buradan uzaklaşalım mı?.. Bu mundar illet sakın bize de bulaşmasın ?.. - dedim. — Hayır, ehemmiyeti yok.. Iyice tespit edilmiştir ki, hastalık, an- cak, vücudun vücuda doğrudan doğruya si layer o, çitin öte tarafında ve biz bu tarafında iken korkma... Ancak bu sonra, kadına: — Merhaba, hanım! - dedim. - Geçmiş olsun... Kadın, büzülmüş ve bozulmuş dudakları belki her harfin mahre- cini tahrif ve tağyir ederek: teminatı aldıktan — Merhaba, beyim... - diye cevap verdi. - “ Geçmiş olsun ,, mu diyorsunuz?... Ilâhi... Bu uğur- suz illet geçer mi hiçi. Mezara kadar bu halde sürükleneceğiz.. — Eeee... Kimbilir... Fen, ber gün dev adımlarile ilerliyor... Günün birinde, birde bakarsın, bir doktor birşey keşfeder... Siz de dünya yüzüne tekrar kavuşursunuz. — Nerede efendim, nerede?... Tam yirmi beş sene, bu ümitle yaşıyoruz... Hastalık, bu müddet zarfında, vücdumu sardıkça sardı... Tedavi şöyle dursun, tevessüü bile durdurulamıyor. Konuşmasından, tahsilli bir kadın olduğu anlaşılıyordu. — Demek, yirmi beş senedir cüzamlısınız ?...- diye sordum. — Evet... — Nasıl yakalandınız ? — Oooo.. Feci hikâye, efendim, feci hikâye.. Âdeta, bir roman MEVZuu.. allimdi. — Birlikte (Istanbuldan geldik. Fakat, yolda gelirken, vapurda, yirmi beş otuz yaşların- da bir erkekle göz aşinalığı peyda ettim. O bana baktı, gölümsedi, ben ona baktım, gölümsedim. Malümya, o zamanlar, kaç göç var... Gizliden giye, give kamara âi şöyle konuştuk... Beni m söy- ledi. Hattâ, ansızın a cesaretini kasabanın gb Pek güzel ( erkekti, pek.. “Arslan gibiydi... Genç kızlık hali bu... Gönül verdim... O da bana aynı şiddetli alâkayı gösterdi. Zira, böyle miydim ya...Şimdi suratımın hali !... Aman yarabbi !... Halbuki, o zaman, parmakla gösterilir, güzel kızlardandım. Beyin adı Ali beydi... Kendi- sine “ Bey ,, denmesine rağmen, okuması, yazması yok... Amma, derebeyi ... Evelki yl Istanbuldan bir kız alınış. Kız, buna varırken, akrabası, şart koşmuşlar: üstüne evlenmiyecek diye.,, Çünki nazlı, nazenin, şıma- rık büyütülmüş bir kızmış... Ana- sının, babasının bir taresiymiş.. Ali bey, ahtetmiş... Amma, gö- nül bu.. Ahit mahit dinlermi ? Ahdine rağmen beni sevdi... Ka- rısının üstüne beni almadı... O, yine resmen karısı... Lâkin, onunla alâkayı kesti... Derebeyliğine gü- venerek, beni ağabeyimin evinden çatır çalır kopardı. Bir eve ka- pattı... Tabii, karıs, meselevi öğren- mekte gecikmedi... Evvelâ, ağla- malar, sızlamalar... Fakat, sonra, Ali beye valvarmanın fayda ver- miyeceğini gördü... Bana müra- caate karar v . Bir sabah, siyah ve bol bir çarşafa bürün- müş; bet beniz balmumu gibi, evime geldi... Çat kapı... Ken- disini hiç tanımıyordum... Amma,- kim olduğunu halinden, tavrından, kılık : kıyafetinden, görür görmez Evvelâ, nezaketle başladı. Ko- casını, çok sevdiğini söyledi. Ona musallat olmamamı tavsiye etli. Karşısında, kaşlarım çatık, put gibi duruyordum. Zira, Ali Msi ben de onun kadar sev İyilikle konuşmanın fayda vermi- yeceğini anlayınca, beni tehdide Kalkıştı Yok, şöyle edermiş de, böyle edermiş. Nereden geldiğimi şaşırırınışım. Tehdide tahkirle mukabele ettim: — Haydi oradan miskin... Tabkir, hanımefendinin kibrine dokundu. — Miskin mi?.. Miskin ha... Ben sana ,“miskin,,i gösteririm. İşte, yirmi beş senelik felöke- timin sa bu bir tek kelimedir, efendim. Ali beyin kanısı, sırf bu tahkirin intikamını benden almak için, yollarda gezen bir miskinden kendine miskin illetini aşılamış, Ali beye geçirmiş, Ali bey de, bilmiyerek, illeti bana devretti. ğım, meseleyi öğrenince, karısını bıçaklayıp öldürdü. Kendi de intibar etti. Onlar öldü, kar- tuldular. Fakat, ben, intihar kuv- vetini kendimde bulamadım. Bu menhus, bu miskin hayatı yirmi beş senedir sürükliyorum. (Vâ - Nü) Ahmet Hicabi halı ticarethanesi Antika Gördös, İsfahan, Keşan, Kirman halı ve seccadeleri - Her nevi Türk ve İran halıları. Bali Si lâzım olan halıları ticarethanemizden. en uygun şeraitle tedarik edebilirsiniz. Çarşuyikebir, Sahaflar No. 41 - 43 imdiki müsait fiatlardan istifade ederek evinize Tefrika numarası: 106 Denizlere dehş 16 Kânunusani 1932. m — -—— salan tahtelbahir Bir Alman bahriyelisinin hatıratı Muhavriri: Max Valentiner Yumruğunu masa üzerine vu- rarak haykırdı: — Sizler ne yaparsanız yapınız, benim üzerime vazife değil... Ben, şimdi derhal tersaneye gidiyorum. Tahtelbahrime muharebe torpil- leri koyacağım. O aralık, tahtelbahirlerin umumi kumandan vekili geldi. (Eschen- burg mezuniyet almıştı.) bize, kuru bir sesle şu sözleri söyledi: — Ben emir vermeksizin her- hanği bir teşebbüste bulunmaktan sizleri menediyorum. Tahtelbahir mektebinde, ceman yekün bin adam vardı. Bu bin Mütercimi : (Vâ - Nü) adam, tamamile emin insanlardı. Cümlesi Imperatora sadıktı. Za- bitlerden, mühendislerden, zabit namzetlerinden mürekkepdiler. Bin adam! Sonra, istedikleri kadar tahtel- bahir, istedikleri kodar torpil vesair mühimmat... o Bunlarla, başlangıç halindeki bir inkılâbı boğmak işten bile sayılmazdı! Şu son nutku söyleyen ateşli genç kumandanın hakkı yok mıydı? Gerçi takındığı tavru ve hareket, bize azıcık gülünç gibi görün- müştü. “... muharebe torpillerini tahtelbahre almak.., ,, delilik; Hiç müracaat, Tel, B.O, 1930 ve 923. birimiz,azim bir inkılâp arefesinde bulunduğumuzu kavrıyamıyorduk. Bunları, sadece siyasi gevezelikler addediyorduk... İşte okadar... Fazla korkacak hiçbirşey yoktur sanıyorduk. Ertesi gün, sanki dün hiç bir fevkalâdelik cereyan etmemiş gibi dışarı çıktım. Beraberimizde altı tahtelbabri- miz vardı. Talim için, tam açığa doğru uzanmıştık ki, şu telsiz telgrafı aldık: “ Dorhal geri dönünüz! , Öğleden sonra saat bire doğru, Meteor vapurunda arzı vücut ede- bildim. Vapurda elime bir emir- name sıkıştırdılar. Bu emirname- de, Wiek kışlasına gitmem, orada isyan halindeki bahriyelileri yatış- tırmam emrolunuyordu. Bütün bu eski profesörler, eski kumandanlar, ayni tarz emirna- © Ayni kışlaya Maamafih, diğer kaynaşma his- meler alınışlardı. sevkolumuşlardı. taraflarda da bir olunuyordu. Benim kanatime göre, bu ted- bir, pek delice bir tedbirdi. Zira, bu suretle. Meteor'un pek kıymetli olan eşhasını dağıtmış oluyorlardı. Ben, emir verenin yerinde ol- saydım, Meteor'un zabit talebesini dişlerinden tırnaklarına kadar teçhiz ve teslih ederdim. Inkılâ- bın Almanyayı tehdit eden yerine, müsellâh alarak karşı giderdim. Bütün inkılâpçıları, bütün fışkır- tıçıları derhal, hemen oracıkta kurşuna dizdirirdim. Lâkin, zaman, münakaşa edile- cek zaman değildi. Wiek'e git- mem ve aldığım emri tatbik etmem icap ediyordu. Wiek kışlalarının o bulunduğu mahal Kiel'in haricindedir. Ben oraya vardığım zaman, saat tak- riben iki buçuktu. Mahalli tarif edeyim: Geniş bir talim meydanı... Meydanın etra- fında, dörder katlı, dörder katlı kocaman kışlalar... Hepsi de tay- falarla dolu... Pencerelerden birinden, hati- bane bir sesle söylenen bir nutuk ortalığı (o çınlatıyor: o Anlaşılan, Wiek'in kumandanı, adamlarına meram anlatmağa uğraşıyor. Bunu, böyle zann etmiştim. Fakat, yaklaştığım zaman gör- düm ki, bu hatibane nutku söy- leyen, kışlaların umum kumandanı değildi. Kalabalığa karşı, bağıra bağıra nutuk söyleyen, bir tayfaydı. Bir inkılâpçı nutuk söyliy ırdu. Nutkun bir çok yerleri, tufanlar boşanırcasına alkışlanıyordu. Kumandanın dairesine doğru gittim. Geldiğimi kendisine bil- dirdim. Kumandan, yaşlı, kupkuru, iri bir binbaşıydı. ( Arkası var ) I acentalığıa müracaat. Tel. B, O. 47921 | Meri: mmm ann

Bu sayıdan diğer sayfalar: