12 Kânynusani 1932 Sahife 9 aa aa ie v ALM A aa mma m a Tefrika Ne: 32 e İngiliz Casusu .»w LAVRENS İSTANBULDA! 12 Kânunusani 1932 Nakleden : Habibenim göğsünde dokuz kurşun yarası ln Yüzümü ileriye çevirdim ve bu kanlı sahneyi bir daha görmemek üzere istasyona koşmağa başladım... Çabuk gitmek istediğim halde, ayaklarım yürümiyordu. Dizleri- min dermaenı kesilmişti. Onu idam edilirken görmek istemiyordum. Fakat niçin? Niçin ve kimden korkuyordum? Onu bu kadar çok mu sevmiş- tim? Habibeyi son nefesinde bir da- kika için elsun görmeğe taham- mül edekilecekdim? Lübnan dilberini çok sevdiğimi anlayordum . Mamafi, enu, can verirken gör- meğe tekemmül edebilirsem, bu müşahede, benim hisiyatım için en esaslı bir miyar olacaktı. Mademki sevdiğim bir kadının ölümü karşısında sarsılıp yıkılmı- yacaktım... Bu kalp oynundah ilk ve son defa bir ders alabilir dim | Metanetime güveniyordum. Nefsine itimadı olan ve mem- leketinin müdafaası oğurunda te- reddütsüz csp veren yılmaz bir asker cesaretile yürüdüm. Iki dakika kadar geciktmi.. Seyaset sahasına vardığımız za- man Habibeyi yerde buldum. Askerler silâhlarını boşaltmışlar. geri dönüyorlardı. Beni götüren nefer bu kanlı sahneyi görönce : — Eyvah, Mr. | dedi, idam hümkü icra edilmiş.. Geç kaldık. Iskoç askeri elini başına gö- türdü ve gözlerinden bir kaç damla yaş döküldü. Bence bu nefer, Habibeden çok daha tehlikeli bir adam ola- bilirdi. Ihaneti resmen sabit olan bir casusa merhamet etmek, omuzunda silâh taşıyan bir askere hiç te yakışmıyordu. Hangi mücrim, kendini affettir- mek ve masum göstermek için, etrafındakilerin merhametini istic- laba çalışmazdı?! Bahusus, bu mücrim, yüzel bir kadın olursa, elbette herkes ona acıyacak ve yardım etmek istiyecekti. Iskoç neferinin omzuna yavaşça vurdum: — Bana bak, yüreksiz kahra- man! Sen bu rikkatinle ancak, geri hizmetinde bir basta bakı- alık yapabilirsin! Haydi, çabuk, silâhını zabitine teslim et ve bir hastahaneye git! Bu zayıf kalbli vatan müdafiinin yanmdan ayrılarak Habibenin yat- tığı yere doğru yürüdüm. Teifrika numarası: 102 Denizlere dehşe salan ta! tahtelbahir Hayatımı söndürmek için evvela kalbime girmek isteyen bukadının cesedi önünde, bir az evvel titre- yen dizlerimin birer çelik parçası gibi dim dik durduğunu hayretle gördüm. Hayretle diyorum..! Çünki böyle bir sabne karşısında nasıl bir haleti ruhiyenin tesiri altında kalacağımı bilmiyordum. Genç kadının göğsündeki kur- şun yaralarını birer birer tetkik ettim. Bir gün kendi memleke- tinde beni ayni akıbete sürükle- yecek olan bu kadın, kendi milleti için ne kadar aziz ve fedakâr bir mabluk olacaksa, ben de kendi milletim ve kendi memleketim için çalışırken, bütün manaları yıkarak temin edeceğim muvaffa- kıyetlerle elbette taziz ve tebrik edilecektim. Habibenin göğsünde otamam dokuz kurşun yarası vardı. Hak buki ona on iki nefer kurşun atmıştı. — Demek ki gitmiş..! Diye söylenirken, oHabibenin sol bacağının hafifçe titrediğini gördüm. İşte, boşa giden o üç kurşun Obu titreyen (bacağın hakkıydı. üç kurşun boşa Bu esnada uzaktan bir işittim.. bir düdük sesi, Beni telsiz istasyonuna götüre- cek olan tren ordu karargâhına doğru geliyordu. Bu ses, sanki beni vazife başı- na davet ediyordu. Yüzümü ileriye çevirdim ve ar- kamdaki sahneyi bir daha görmek üzere hızlı hızlı istasyona koşmağa başladım. Artık ( Filistin ) cephesinden ayrılıyordum. Trene binerken, Ceneral Ak lenby'nin yaverile karşılaştım. Bu genç zabit te benimle beraber telsiz merkezine gidiyordu. Mr. Kuk'un çok samimi dostu olan bu zabitle aynı komparti- manda oturuyorduk. (Arkası var) Remargue evleniyor “Garp cephesinde yeni bir şey yokl,, romanının muharriri Erich Remargue Berlinde evlenme dai- resine izdivaç için müraçaat et- miştir, Bu müracaat çok meraka sebep olmuştur. Anlaşıldığına göre meş- hur muharrir geçen sene ayrıldığı zevcesile tekrar evlenmektedir. Her akşam bir hikâye Rusya'da bulunduğum ir Kemal Nizami isminde bir zatle tanışmıştım. Kendine tüccar süsü veriyordu. Fakat hakikat halde ticaretle filân iştigal etmediği hepimizin nazarı dikkatini celb ediyordu. Ayni hal, bolşeviklerin de nazarından kaçmamış olacak ki, Kemal Nizami'yi çeka bir kaç kere tevkif etti. Hattâ, galiba Sibirya'yada sürmüşlerdi. Şu veya bu hükümetin lehine casusluk ediyor diye hakkında lâf çıkmıştı, Kemal Nizami bir müddet sonra sörğünden avdet etti; Moskova'da aramızda oturdu. Sonra, gene gözden nihan oldu. Daima dü- şünceli, bir hali vardı. Zihnen büyük hesaplarla meşgul gibidi. Halbuki, görünürde bir şey yap- mıyordu. Derken, Çeka kendisini idam etti dediler. Meğer, rivayet doğru değilmiş : “dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur İ derler, Kemal Nizami'yi geçen gün, Yeni postahanenin önünden geçerken gördüm. “Ay, kardeşim! Vay kardeşim! Nereden çıkdın? Biz seni idam edildin biliyorduk!,, Falan diye hoş beşten sonra, kendimizi Babı- âli de Meserret kırathanesi önün- de bulduk. — Haydi, içeriye (o girelimde birer nargile içelim. Rusyadayken nargilenin hasretini çekdiğini bi- liyordum. Pek âlâ.. Girdik,* narğilelerimizi gorulda- tırken, Kemal Nizami, bana, razı derununu faşetti: “— Sen, benim, Rusya'da ne maksatla bulunduğumu biliyor muydun, azizim?... Ben, ne tüc- cardım, ne de zannettikleri gibi siyaset tazısı... Ben, oraya, bir macera peşinde gelmiştim... “Ooovo... Sakın, kadın macerası zannetme... Kadın macerasile hiç alâkam olmadığını bilirsin! Bir servet uğrunda Rusya'da dolaş- tım... ,, — 1921-1922 senelerindeki o sefalet memleketinde nasıl servet arayabilirdin ? - diye sordum. - Üstünü başını süzdüm: Haki- katen de servete nail olmuşa benzemiyordu. Şapkanın kordelesi yağlı yağlı, paltonun yakası ve yenleri yıpranmış... Aykkapları yamalı ve boyasız... — Herhalde serveti bulamamış olacaksın! — Sorma, birader, sorma... Dimyattaki pirince giderke evdeki bolğurdan olduk... “Mütareke devrindeydi. Beyoğ- lu'ndaki ecnebilere mahsus loka- telardan birinde, bir Rusla taniş- tım: Çatal sakal, çatık kaş, bir metro seksen boy, kal'a gibi omuzlar... Herif, “Ben ceneralım! Ben ceneralım!,, diye lisanı hal ile bangır banğır bağırıyordu. Bir nevi vi delilik “Bu adamla tanıştım, Win oldum. Bir ay kadar ayni masada yemek yedikten ve iyice kay- naştıktan sonra, bana açıldı : “ Rus hemşerilerime söylemek- ten çekiniyormu. Zira, içlerinde pek çok maceraperestler varmış. Fakat, ben, kalbi saf bir mille- tin çocuğu imişim. Onun için, bana sırrını açmakta mahzur görmezmiş. Adı Petrof olan bu zatın, bugünkü haline bakıp da kedisine ehemmiyet vermemezlik etmemeli imişim. Adam, Rusya dayken büyük bir asilzadeymiş hem de zengin miymiş, o zenginmiş. Çiftlik, çiftlik, oçiftlik.. Bina, bina, bina... Kendisinde sayısız derecede çokmuş... (o Bunlardan maada... “Petrof, o zamanki beynelmilel lokantada oturduğumuz esnada, etrafına ürkek ürkek baktı. “—Benim kadar, mücevheratça zengin Rus asilzadesi nadirdir! - dedi. - bende koskocaman bir sandık dolusu mücevherat vardır. Hattâ, içlerinde bir siyah inci ile bir pırlanta meşhur mücevheratın kataloğuna bile geçmiştir. Cümle cihanca malümdur. “ Evvelâ, itimatsızlıkla yüzüne baktım. Şayet, kendisinde bu derece çok mücevherat bulun- saydı, ahvali böyle mi olurdu? Bu Istanbul lokantalarında sürük- lenir miydi? Halbuki, Petrof bana izahat verdi. Bolşeviklerden kaç- ması lâzım geldiği için, bu mü- cevheratı, kendi çiftliğinin bah- çesine gömmek mecburiyetinde kalmış. Şimdi, oraya, ne kendi gidebiliyormuş; ne de itimat edip başkasını gönderebiliyormuş... “ Benim bu işle alâkadar ola- mayacağımı düşünerek: “ — Havuzun başında, akasya ağacı! - diye de ağzından kaçırdı. “Mesele zihnimi kurcalamağa başlayordu. o Ehtiyar Rus, gün geçtikçe hâlden düşüyordu. Diğer Rus'lardan tahkik ettim. Hakika- ten asilzade imiş. (Hakikaten Rusya'nın muhtelif şehirlerinde emlâki varmış. Bunlar Çar zama- nında bile rehindeymiş amma, Petrof'un emlâki herhalde var- mış.. Kurnazlıkla, hepsinin isim- lerini öğrendim... Bunun için, Rus muhitinde dört beş ay kadar çalışmam lâzım geldi. Mamafih, yavaş yavaş, bütün adresleri dev- şirdim. Şüpheyi davet etmemek için, bizzat Petrof'tan fazla tafsi- lât almağa çekiniyordum. Nihayet, babadan kalma dos sandım. Pa- saportlarımı tüccar diye çıkarttılar. Haydi, Rusya'ya... “Ötesini | biliyorsun; Rusyada, başıma gelmedik felâket kalmadı. O şehir senin, bu şehir benim... Çeka pişimde, Petrof'ın bütün malikânelerini dolaştım. Şayet enem neşriyat ; On altı tane faydalı kitap Umumi kütüphane haftada bir Alman, Fransız, İngiliz, Italyan, Rus, Norveç ve Danimarka lisan- larından ilmi, edebi, tarihi, içti- mai eserler tercüme ederek neş- retmektedir. Şimdiye kadar Oscar Wilde'den “Mesut prens, , Alber Samen den “Divin,, , Edgar Allan Poe'den “Müstatil sandık,, , Guy de Maupassant'dan “Dilenci, , Alphonse (o Daudet'ten (o “Casus çocuk,, , Şiller'den “Giyom Tell, , Maksim Gorki'den “Arkadaşım,, , “Sibirya içlerinde,, , “Denizin di- binde, , Leon Frapie'den “Iki zavallı,, , “Helena - Fon Sidov,,, “Jorinda ve lorindel, , “Deniz perisi,, , “Lâfontenin dalgınlıkla- ri, , “ Kanada çayırlarında ,,, “Kışla hayatı,, , ismindeki eserleri neşredilmiştir, Bu eserlerin hepsi beynelmilel şöhret kazanmış ede- bi, ilmi eserlerdir, karilerimize tavsiye ederiz. mücevheratı çıkarabilseydim, sa- hibinede yarısını vermekten geri durmayacaktım. Ecnebi memleket- lerde, ihtiyarı sefaletten kurtara- caktım. Halbuki, malikanelerde, ne havuza tesadüf ettim, ne akas- yaya... Sade bir tanesinde yıkık bir bhavuzla, dalları kesik bir akasya vardı. Fakat, o malikâneyi de Kızıl ordu işğal etmiş. Geceleyin Akas- yanın dibini kazıyordum. Yakala- dılar. Sibirya'ya sürülmeme sebep olan hâdise budur. Ikinci bir tecrübede gene aynı yerde yaka- landım. Amma, bu sefer, Akasya agacı zaten yerinde yoktu. Asker- ler kesip odununu yakmışlar.. Dibide çapalanmıştı. Idam olun- duğuma dair rivayet işte o sıra- larda çıktı, “Hülâsa, olmadı, azizim... Ol madı bostan bitmedi karpuz... “Bin maceradan sonra, Istanbula haibühasir dönmek mecburiyetin- de kaldım. Evim barkım satılmış, ömrümün sekiz senesi mahvüpe- rişan olmuş bir halde idim. “Meğerse, bizim Petrof çok tandır timarhaneye girmiş bulu- nuyormuş ... Yalnız bir cümle teleffüz ediyormuş: “.— Ben rus çarıyım dünyadaki bütün mücevherler benimdir. “Sakın, bana söylediği sözlerde bu tafrafuruş mübalâğaya çıkan basamakların ilkleri olmasın?... Ne garip bir cinnet hikâyesi değil mi? Kemal Nizamiye: — Evet! - mirim. - çok garip bir cinnet hikâyesi. Amma, kastim, Rus Petrof'un cinneti değildi. Kemal Nizami'nin cinneti idi. (Hatice Süreyya) a 2 Kânunusani 1932 Bir Alman bahriyelisinin hatıratı Muharriri : Hayır! Vallahi bezmemiştim, yılmamış- dım, usanmasışdım. Bunun böyle olduğuna dair ye- min ederim. Ayaklarımın altında, vatanımın azıcık -arıklaşmış toprağını his- setmekle beraber, kendimi, bâlâ, denizde balık telâkki ediyordum. Geldiğimin ferdası, ebeveynim Sonderburg'tan döndü. Zavallılar geniş nefes almışlardı. Zira, bir kaç gün evvel, biçare ihtiyarcıklar, erkânı barbiyei umu- miyeden şu tarzda bir mektup almışlardı: Max Valentiner “ U 157, birkaç haftadan beri | ! Mütercimi : (Yâ - Nü) bize mevcudiyetinden malümat vermedi... Binacnaley, size fena bir haber vermek vazifesini his- settiğimizden müteellimiz... llâh.,, Ebeveynim, fena haldeydiler. Zira, bu neviden haberi, ikinci defa olarak alıyorlardı. Üzerinde birden de aynı havadisi gelmişti. Şimdi, artık, ümitleri yeniden canlanıyordu. Benim ümidim de canlanmıştı : Kardeşimin bir gün çıkageleceğini umuyordum. Maalesef, bu ümit boşa çıktı. tarz gecikme biraderimin bulunduğu tahtelba- | kaldım. | edilmekte | tinde olacaklardır. | Ne erkânı harbiyei umumiye, ne arkadaşlar, ne de başka biri, bize, kardeşimin bulunduğu tah- talbahir hakkında bir malümat veremedi. Bilmem, yukarıda söylemiş mi idim. Baba olmuştum. Kiel şeh- rinde yerleşmiştik. Şipşirin bir evde oturuyorduk. Petrol kokulu tahtelbahirdekine nazaran, bam- başka bir hayat sürmek niyetin- deydim. U 157 ile ikinci bir seyahate çıkmamın lâzım olmadığını bana bildirdikleri vakit pek memnun Beni, tezgâhlarda inşa olan yeni bir tahtel- bahre kumandan intihap etmiş- lerdi. Bu yeni kruvazörün iki dane Diesel motörü olacaktır. Diesel motörleri üçer bin beygir kuvve- Saatte, takri- ben on sekiz mil kat'edebilecektik, Bu yeni t rin inşasında, harpteki tecrübeler nazarı itibara alınmıştı. e Favkalâde seviniyor- dum. Böyle bir alet altımda iken, cehenneme kadar gider, orada şeytanı bile mağlüp ederim. O sıralarda Almanyanın bütün tezgâhlarında, çeşit çeşit tahtel- bahirler inşa etmekle meşguldüler. Ayda kık yeni tahtelbahir çıkar- mağı ümit ediyorlardı. Bunlara kaptan, makinist ve zabit yetiştirmek için, tahtelba- hir mektebinde gereği gibi teda- bir almışlardı, mektebi genişlet- mişler, tedrisatını kuvvetlendir- mişlerdi. Meten isminde bir yolcu vapuru talebe zabitler için yatacak yer vazifesini (görüyordu. Orada, nazari dersler vermek üzere de salonlar hazırlanmıştı. Vapurlar- dan, yelkenlilerden, torpitolardan 1 ve balıkçı gemilerinden kkep koskocaman bir filo, talebenin emrine amade tutuluyordu. Haki- katla daha buradan yüz yüze gelsinler, sefere çıktıkları zaman şaşırmasınlar diye, bundan başka care yoktu. Eckenforder koyu önünde, hergün, çeşit çeşit gemi- lerin, zikzak gezdikleri ve talebeye hedef vazifesini gördükleri müşa- hede olunuyordu. Bu talimler, hakiki harplere o derece benziyordu ki, tehlikeden tamamile azade değillerdi. tatilimden kendi arzumla feragat ettim. Tabtelbahir kruvazörümün yapılmasına kadar mektep gemi- sinde fahri profesörlük vazifesini deruhte ettim. Bana çok enteresan bir vazife verdiler. Sefere çık- mak üzere bulunan tahtelbahir- lere tecrübelerimden mütevellit bir kısa Okoneferans (o verecektim. (Arkası var)