9 Ocak 1933 Tarihli Vakit Gazetesi Sayfa 6

9 Ocak 1933 tarihli Vakit Gazetesi Sayfa 6
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Bizi maziye bağlıyan palamarları her ne bahasına olursa olsun artık çözmek lâzımdır! İktısat dalgaları şahlanan bir ejder gibi san'ata saldırıyor. San- atkâr dimağile midesi arasında açılan bu muharebede şuuruna vereceği istikameti şaşırmıştır. Edebiyat, şiir, resim, musiki, hasılı güzel san'atler (O buketine giren bütün fikir mahsulleri ana- ne zincirlerini koparmış, kaide bağlarından silkinmiş başları boş birer küheylân serseriliğile dola - şıyorlar. Tekrar zapta geçirmek için yanlarına sokulmak cüretine kalkanları tekmeliyorlar. İştiyakile yanan ruhlarını kan- dıracak ilâhi memba: bulabilecek ler mi? Yoksa önüne katıldıkları ejderin sevkine mi tâbi olacak - lar? Bugün roman fırtmalı bir buh- ran geçiriyor. Romanlar meyan - | nelerinde yazıldıkları milletlerin psikolojilerini gösterirlerdi. Fa - kat bu ruh haleti değişiyor. Her gün maziye biraz daha arkamızı dönüyoruz. Medeni memleketlerde roma nın klâsizm, romantizm, realizm gibi ilh. geçirdiği devirleri bizde aramak beyhudedir. Roman bizde henüz baliğ olmıyan bir çocuk - tur. Bazıbazı tecrübesiz fakat iddialı kalemlerin fantastiguc tasvirleri altında sar'aya tutularak büsbü - tün saçmaladığı oluyor. Bedihi bir şeyi burada tekrar- lamaktan niçin çekinelim. Bugün gazete ve mecmualarımızda bu çerçeveye sokulmak istenen eser- ler gündelik sür gitsin kalemler- le yazılmış ne kadar banal şey - lerdir. Biraz yükseğine halk taham - mül edemediği için okuyucu bu - İnmüyor. Bunlardan aşağıları i- se can sağlığıdır. San'at cephe - sinden başımızı çevirelim. Mesele karşısında muharririn vaziyetini düşünelim. Bu zavallı her şeyden evvel ibtiyaç ejderinin o kamçısı altındadır. Aldığı ücret itiraf olu- ramıyacak kadar lâşey kabilin - dendir. Bu şekil ne derece müel- | lim de olsa romanma, hikâyesine gazetelerde bir tefrika sütunu a- yırtabilmek günün büyük bir mu - vaffakiyeti sayılır. Çünkü ceple - rinde fersudeleşmiş yazı tomarla- rile dolaşanlar çok... İdarehaneye ayrı fiatla eser takdimini cana minnet bilenler var, yarı fiatla eser takdimini cana | Gazete sütünlarında olduğu gi- | bi romanın her sahifesi kanlara bulanmadıkça okuyanlarda bedii hayır behimi heyecan izzeti uya- namıyor. » : * Tiyatroya geçiyorum: Bugünkü seyirci neslin dedele- ri ve babaları Güllü Agop ve Mr- nakyan kumpanyalarının kendi milli şivelerile oynadıkları dram- ların önünde hüngür hüngür ağ - lamış; Abdürrezzakın, Kel Hasa- nın soytarılıklarına katıla katıla gülmüş, san'at sözünü yalnız ku - laktan duymuş sâf kimselerdi. Dramcılar halka geçen asrın romantik bayat eserlerini müba - lâgalı jestlerle verdikleri gibi mil- li komiklerimiz de zuhuri Okolu meydanından sahneye çıkmış ve bütün maahretleri biribirine sö - ğüp saymakta göbek atmakta top- lanan oyunculardı. San'at bahsi açılınca o zaman- ları ş8yle böyle yaşamış olanlar için tiyatronun bizde geçirdiği bu tarihi devirlerini tahattur etme - mek mümkün müdür? Doğruluğu takdir edenlerin sahabetlerine güvenerek söyliye - ceğim... Evet af diliyerek destur diyerek söyliyeceğim ki bugünkü | Darülbedayi seyircilerinde ceda - niyetle yani (par atavisme) dede- lerinden kalma bu huy hâlâ var- dır. Nesilden nesile bu intnba de- vam edip duruyor. Bir İspanyol İ boğa döğüşünden nasıl milli bir | heyecan duyarsa bizim temaşa - gerlerimiz de orta oyununa ka - çan sahne hünerlerinden hoşla - nıyorlar, Kavuk, çakşır, müşate - meli mazmunlar, kinayeler, Arap, Acem, Yahudi taklitleri karşısın- da yürekleri neş'e ile dolup taşı - yor. Halkın bu ırki hastalığını te- davi için ne yapmalı? Sarhoşu işretle tedaviye çalışır gibi bık - tırıncıya kadar anlara böyle o - yunlar mi vermeli? Eşhası beş al- tıyı geçmiyen asrm kuvvetli bir san'at eseri önünde belki horul horul uyuyacaklar. Ve bir kaç tec- rübeden sonra tiyatronun içinde cinler top oynıyacaklar, Belediyenin bir piyesin kıyme- ti hakkındaki miyarı nedir? Ka - İabalığın kesafeti.... Tiyatro par - terden paradiye ne kadar hınca - hınç dolarsa eser o kadar mute - berdir. Bu takdirin sevkine git - tikçe san'atı onu tanrmak liyaka- tinden mahrum olanların zevksiz- liklerine kurban etmiş olacağız ve hattâ bu günah işleniyor. Bu has- talığı görüp te sonunu düşünme - mek bizde sahne san'atının âtisi namına büyük bir vebaldir. Darülbedayi ekseriyetin bu hüu- yunu tatmin ıstırarile san'at-ara- sındaki çok müşkül vaziyeti idare edebilmek için tahammüle sığmaz zahmetler içinde mucizeler yarat- mak mecburiyetinde kalıyor. Me- selenin bu vaahmeti önünde ge- ne iktisat ejderinin homurtuları - nı işitiyoruz; İdare, müellif ve san'atkârlar bu pençenin içinde - dirler. Bugün korosile beraber kırk elli eşhaslı bir operet oynanır. Yarın butları teşhir edilen hurile- rin sayıları arttırılır. o Öbürgün fevkattahammül masraflı kostüm- lere dekorlara paralar saçılır. Halk her gün gıdasını arttıran bir morfinoman gibi bu cicilibi - cili külfetlere alışır. Daha ötesini ister. Ve daha öbürgün ne yapılır bilemiyorum... Bugün roman kedini okuttura- bilmek, tiyatro seyirci celbetmek için harikalar yaratmak ihtiya - cmdadır. Harikalar mı? Hayır kelimeyi suistimal © etmiyelim. Harikayı hayata ender doğan de- halar pek nadiren yaratabilirler. Bu, gündeliğin sür gitsin işi ola- maz. Alelâde kafaların kendi hal | kı güçleri fevkine çıkmak tırman- tisile vücuda getirdikleri zoraki eserler harika değil bir acibedir. Reklâmlarda okuyoruz: Tüy - leri ürpertici bir sahne, bir vak'a, bir roman... Daima halka çekil - mek istenen ziyafet budur. Tüy - leri ürpertmek... Mütalea ve tema- şa zevklerini kamçılamak tiryaki- liği... Zavallı sâfdil heyecanın bu son şiddetini romanlarda, tiyatro- larda sinema! i cinayet,ö- lüm taklitlerinde ne arıyorsun... Faciaları hakiki kaynaklarında tetkiki öğren de titre... Bu kana, cana susamış asrın bizi (nereye götürdüğünden haberin yok gali- ba... Sadedi neticelendirmiye dönü- yorum: Halkı memnun edecek nasıl bir tiyatromuz olabilir? Bizim i- ber cedani yk yeli aşılamak suretile zihniyetimiz! hususiyetini gösterecek alaturka “İstanbul, çok hususiyeti olan bir şehirdir. İnsan, burada sene - beş dakika bile canı sıkılmaz. Tramvay, Bizanslılardan kalma Çemberli taş ve sonra Piyer Loti- nin zarif evi önünden geçerek, muhtelif caddeleri takip ede ede, Fatihe kadar gitmek imkânını ve- hallesinde, dolaşmağa değer. Bu civarda bir kaç muhteşem cami var, ki Fatih Sultan Mehmedin bu arada en cazip olanıdır. Dört bir tarafta eski eserler, Romalı - ların sütunları, harap mabetler, bir su bendinin harabesi görülü - yor. Yer yer çayırlarda koyunlar, İ kuzular otluyor. Biraz daha ileri- ye gidildi mi, Yedi kuleye varılı- ! yor. Burada eski zamanlarda sul- tanlar, harbe giriştikleri devletle- rin elçilerini hapsederler ve se - nelerce mahpus tutarlarmış. Ye - di kulenin arkasında bütün dün- yaca meşhur İstanbul suru uza « nıyor. Hemen hemen otuz kilo « metre uzunluğunda olan bu sur, Avrupa kıt'asının en uzun suru - dur. Bunun bir ucu da, Karade - niz istikametindedir. Eski vaziye- te hayli yakım bir şekilde şimdi- ye kadar muhafaza edilebilmiş « tir. Burası, insana Romanın Viya Appiya'sını-hatırlatıyor. “ Yalnız yazık, ki son zamanlarda bu hari- kulâde sur, yer yer tahribe uğra - mıştır. Boğaziçi ve Adalar Boğaziçinde, Karadenize doğ- ru bir gezinti, insanı vahşi ro - mantik manzaralı yerlerle karşı - laştırıyor. Uzakta Bizans saray - larının harabeleri, sonra sahil, yükssk bahçeler, metrük mezar - lıklar, süslü köşkler ve deniz.... Akşam güneşinin, sonsuz görünü- şünü ışıklandırdığı deniz.... Yu- karıya doğru tırmanılınca, Bel - grat ormanlarına çıkılır ve ora- dan ötesi Balkanların yoludur. Balkanların ıssızlığına doğru u - zanan yol..... Prens adaları... Adalar. İs - tanbulun karşısma gelen Marma- ra üzerine serpilmiş adalar, bura- nın en güzel yerleridir. Hoş çam- larla ve diğer ağaçlarla kaplı cen- net gibi yerler... İsimlerini bil - mediğim meyvalar, bahçelerden uzanan dallardan sarkıyor. İçe karışan kokular... Hele ilkbahar- da.... Adaların, bu (o mevsimdeki taşkın güzelliğine doyum olmaz- mış, Adaların sakin koycukları, Omirusun eski idillerinden birine sahne olabilirdi. Yiyecek şeyler İstanbulda yiyecek şeyler bol - dur. En nefis şeyler kolayca bu - lunur. İyi, lezzetli şeyler.... Ba- İrk istiyen, Adriyatik sahillerin - den daha ucuza malolmak üzere, burada türlüsünü elde eder. Mid- zuhurimsi bir sahne tarzı lâzım- dır dersek şüphesiz ki bu bir is - tihzadır. Bizi maziye Obağlıyan palamarı her re pahasma olursa olsun çözmeliyiz.. Hüseyin Rahmi lerce işsiz, güçsüz dolaşsa, gene | riyor. Bu, tam manasile Türk ma- | “Jozef Marks'ın Mahalesi aslâ unutamıyacağım ! “ Güzel, harikulâde güzel, her dev.rde şairleri manalarını keşf için uğraştıran gözler....,, İ ye, istakoz ve sair şeyler de böy- / le. Buranın meyvaları, nefis de - I kânınm önünde duruyordum. Kü- ! feler içerisinde yığın yığın üzüm i getirdiler, dükkâna yerleştirdiler. tâ, şeker bile... Bir gün, yemekte önüme yeşil doğrusu bunun ham olduğunu zannettim. Fakat, bir dilim ye - dikten sonra olgun ve ayni za - manda çök tatlı olduğunu anla - dım. Ve evvelâ, bu £ serinletici meyvaya toz şekeri konulmuş sandım. Halbuki, bu tatlılık, mey- vanın tabii tadı imiş! Buradaki zerzevat ta, biz orta Avrupalıları yemeğe alışık olma - dığımız şeyler arasında sayılma- lıdır. Çeşit çeşit, ekzotik kokulu ve görünüşlü sebzeler.... Bizim hoşlanmadığımız büber bile, ora- da hoşa gidiyor ve yemekte kul - lanılıyor.,, Profesör Jozef Marks, bundan sonra, “Loti camiinin avlusunda,, dediği bir cami avlusunda seyyar bir esanscının sattığı esanslardan ve buna benzer şeylerden bahse - derek, Türkiyede “Balkan,, şara- bı, fakat daha ziyade rakr içildi ğini, bu sert içkinin çok rağbet görmesine rağmen, kendisinin 80- kakta bir sarhoşa rasgelmediğini yazıyor ve bahsi Türk kadınları - Ba getirerek, devam ediyor: Türk kadınları “Türk kadınları, artık peçe ve şalvar kullanmıyorlar. Ben, bu şe - kilde giyinmiş olarak yalnız tek, tük köylü kadınlar gördüm. Avrupalılar, Şark kadınlarını u » mumiyetle şişman sanırlar. Onların, güzelliği giderecek derecede şişman ve dolayısile de cazibesiz oldukları kanaatindedirler. Belki bu, kapalı yaşadıkları, dışarıya adım atmadıkla- rt harem hayatı sürdükleri zamanda böyle idi, Fakat şimdi, meselâ tiyat- roda gördüm, artist kadınlar, dansöz kızlar, Avrupadaki meslekdaşları gibi narin ve çeviktirler. Sokaklarda muhtelif hususiyetle- ri olan kadınlara tesadüf ediliyor. Türk kadınlarının yanında Rum, Er - meni, Acem ve Arap kdınları... Türk kadını, Şarka mahsus bir ağır hal ve tavır ifadesile ayırt ediliyor. O, biraz da çekingendir. Harem kalkalı, daha aradan uzun zaman geçmedi. Sonra Türk kadını pek hassastır, erkekler gibi heyecanlıdır. Türk kadını güzel, sahiden güzel, harikülâde güzel ve manalı gözleri vardır, ki ancak ta - hayyül olunabilir. İhtimal Türk ka - dınlarının etrafı peçe arkasından gö- ren ve sırasına göre başkaları tara - fından görülebilen gözleri, asırlar - danberi mikemmelleşmiş ve bu hale gelmiştir. Herhalde bir çok Türk ka- dininin bakışının unutulmıyacak de- recede güzel olduğuna kanlim, Kadi- fe gibi yumuşak bakışlı gözler, efsa- nelerdeki gibi maverai bakışlı gözler, ruha işliyen derin ve muamımayı an- dıran kedi gözleri... Her çeşit göz. şairleri her devirde meşgul eden, on- ları, manalarını keşfetmek için uğraş- gil, enfestir. Kânunu evvelin ilk | günlerinde idi. Bir manav dük - | Muhtelif renklerde, iri, taze, bu- | m i i gulu, tatlı üzümler... Şarkta ber, | bir süzgünlük ve kendinden geçiş İ şey Garptakinden daha tatlı hat- İ renkte bir kavun getirdiler. Ben, | İli Abs tıran, çeşit çeşit gözler, burada hap ran edici hususiyet imtizaçlarile İNİ sanın karşısında siralamyor. Çok defa, her çeşit göz, tabir izse, muhtelif anlarda mehtelif deler buluyor. Daima değişik ma Bir genç kad'n gördüm, kt göz! masum çocuk bakışlı idi, Derken desi aldı. Nihayet, tehlike karşısı bulunulduğunu, ihtiyatlı davrani lâzım geldiğini hissettiren bir göz, karşımda parıl parıl yandı. Muhtelif meziye'ler Türk kadınları, bir çok sahai istidat sahibidirler, Bir toplantı da, masa başında, yanımda 0! ran bir Türk kadını, tedris us! leri hakkında esaslı vukufuna İâlet öden mütalealar ileri sürü * yordu. Bir başkası hem şairdi ş hem müstesna bir ev kadını... ON bir yaşında bir kız, dans merak“ ısı idi. Diyebilirim, ki dans hu * susunda hiç bir şey öğrenmemi ti. Amma, fevkalâde (kabiliyeti vardı. Hayret ettim. Türk ve Kaf kas nağmeleri, sakin ve süküti kr zı, çılğma döndürüyordu. Ben, şimdiye kadar asla böyle tabii bir vahşet ve ayni zamanda hususi bir munislik ifade eden dansediş görmedim.,, Cüce ve müze ) Profesör Jozef Marks, İstan * bulda gördüğü şeylerden bahse de yam ederek, eskiden sarayda suk” tanı eğlendiren yüsyüvürlak yüz“ lü, köse, halim bir cüce ile tanış- tığını kaydediyor, “kendisine ha- rem hayatıma ait bir çok şey sor- dum, fakat cevap alamadım, mu- hakak, ki haremde şarkın en gü“ zel kadınlarını görmüş, mükellef ziyafetlerde hazır bulunmuş, ih - timal arada Hürkârın gazabına da uğramıştır,, diyor. Cüceye te * 1 sadüf ettiği sarayda bulunan - anlatışına göre, burası Topkapı sarayı müzesi olacak - yığın yığın göz kamaştırıcı şeyleri ballandıra | ballandıra anlatarak, “burada gü- vercin yumurtası kadar büyük zümrütler, iri elmaslar ve inciler» le kaplı, ipek ve sırma işlemeli atlastan elbiseler, altın tepsiler, mücevher kakmalı tahtlar gör - düm.,, diyor. Süleymaniye camiine, Kanuni Sultan Süleyman türbesine dair de izahat vererek, o devirde Vi- yananın muhasara edilmiş oldu « ğuna işaret ediyor. “İstanbulda, Avrupa ile As - yanın hudut yerinde, muhtelif zıt şeyler imtizaç ediyor. Saraybur * nunda, deniz kenarında kaval ça” lan bir körün kavalından akseden melankolik nağmeler, üzerimde garip bir tesir bıraktı, Sanki baş” ka bir âlemden sesler geliyordu. İstanbul, gitgide modern bir büyük şehir halini alıyor. Böyle olacak. Ancak şimdiki hususiye * tini de bu arada muhafaza ede ceğine ve herkesi teshir eden bir şehir olarak kalacağına (şüphe yoktur.,, sözlerile makalesini bi * Siagna hi vay Günl lp ai 08

Bu sayıdan diğer sayfalar: