10 Kasım 1940 Tarihli Ulus Gazetesi Sayfa 2

10 Kasım 1940 tarihli Ulus Gazetesi Sayfa 2
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

(ATATÜRK'E ULUS DAİR KİTAPTAN) İNSANLIĞI ı Yazan : YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU Boğuiçinde, bir otelin yemek salonunda... Büyük bir masa kurulmuş; etrafında en az kırk elli kişiyiz ve aramızda bazı acayip tip- ler de var. Bu tiplerin hiç biri in- sana muhabbet veya hürmet telkin edecek bir gösterişte değildir. Hiç biri yüksek ve itibarlı insan kata - gorisine mensup görünmüyor. Bun- ların hepsini birden Atatürk'ün (o zaman Gazi Mustafa Kemal) sofra- sına kim toplamış? Veyahut her bi- ri nasıl kolayını bulup da oraya so- kulmuş diye sormayınız. Mutlaka kendisi müsaade etmiş olacaktır. Çünkü hepsiyle kırk yıllık arka - daşmış gibi gülerek, şakalaşarak ah- bapça konuşuyor. Yani başımdaki zat kulağıma eği- lip dedi ki : — Bu kadar büyük, yüksek bir şahsiyet bu acayip insanlarla tema- sa nasıl tahammül ediyor ? Bugün gibi hatırlıyorum. Verdi- ğim cevapta : — O, deniz gibidir, hiç pislik tutmaz; demiştim. Bu, benim kafamda Atatürk'ün hususi simasına dair evelden yapil- mış, uzun mülâhaza ve tahlillerden hasıl olmuş bir hüküm değildi. O gece, ilk defa olarak ağzımdan dö- külüvermişti. Öyle ki, söyledikten sonra ben de sözümün isabetine şa- şakaldım. Yüzüne baktıkça O'nun için bulduğum bu teşbih kendi göz- lerim önünde canlı bir “image” gibi tecessüm ediyor; O'nu, göğsündeki süprüntüleri mavi dalgalariyle u - zak kıyılara doğru iten bir gerçek deniz heyetinde görüyordum. Git- gide, O, benim için bütün bu insan- lar arasında bir insan olmaktan çı - kıyor, tabiatin ezeli unsurlarından biri haline giriyor ve insant kü - çüklükler, insant pislikler bunun yanında daha küçük, daha pis gö - rünmekle beraber, O'nun safiyetine aslâ halel vermiyor; çünkü O'nunla karışıp mezcolmuyordu. Yarın hepsi bir köşede kalacak, yarın hepsi unutulup gidecekti. Hiç deniz hatırlar mı ? Denizin üs- tünde hiç bir şeyin izi kalır mı? Ulu, derin ve engin unsur daima kendi kendine kâfi, daima kendi kendisinden çıkıp, kendi kendisi - ne dönen, kemmiyeti daima kendi - sine denk, kendi başına bir münzevi varlıktır. Ve bu varlığın tâbi oldu- ğu kanunlar gene kendi tarafından konulmuştur. Adetâ, kâinat içinde bir ayrı kâinat gibidir. Atatürk de insanlar içinde bir âAyrı insandı. Onu, ekseriyetin tâ- bi olduğu bir takım ahlâki düstur- lar ve içtimat görenekler bakımın - dan teşhise kalkışanlar bunun için- dir ki, daima hata ve haksızlığa düş- müşlerdir. Atatürk, siyast hayatın- da olduğu gibi hususi yaşayış üslü- bunda da MWietzcheen idi . Yani, devce bir tavur ve edası vardı. Âdet ve göreneklerden müteessir olacağı yerde, bilâkis, âdet ve görenekler Üzerinde tesir iyka ederdi. Tarih boyunca bütün büyük adamlarda cemiyete karşı bir serkeşliğin ve bir teaddinin, bazan tehlikeli ola- cak derecede şiddetli tezahürleri örülür. (1) Nietzche, bu cins bermensch'leri, daima “hayır ve şerrin üstüne” koymuş ve o suretle tetkik edilmelerini istemiştir. Ben de Atatürk'ün insanlrğından bahse- derken - kendim hiç Nietzcheen ol- mamakla beraber - bu ölçüden ay- rılamıyorum, ve onu bu yüksek za- viyeden daha iyi gördüğüme kani bulunuyorum. N itekim, Mustafa Kemal, tâ ilk gençlik demlerinden beri hususi hayatı etrafındaki dediko - dulara hiç ehemiyet vermedi. Ken - disini çok içki içmekle mi ittiham ettiler? İçki sofrasını çıkarıp âle - min gözü önüne serdi. Gece eglen- celerine düşkün mü dediler? Burrla- rı halk ile beraber ve halkın içinde yapmıya başladı. Memleketin her yanını, Anadolu yaylasının ıssız kö- şelerine kadar, çalgı, şarkı ve şa- dımanlık sesleriyle doldurdu. Çan- kaya köşkünün, Dolmabahçe sara - yının ve misafir olduğu bütün ev - lerin pencereleri tâbesabah elektrik ışıklariyle yanardı. Her sittiği yer- de düğünler düğünleri, eğlentiler eğlentileri, takıyp ederdi. Hiç bir | akşam sofrasındaki — dâvetlilerinin sayısı yirmi otuz kişiden aşağıya düşmezdi. Bu sofra ise kâh Trimal- kion'un çölenlerini, kâh Sokrat'ın meclislerini andırırdı ve birinde ma- suyvai zevkler bir diyoniziyak coş - (1) Bazı kimseler vardı ki, Mus- tafa Kemal'i yaşayış tarzında, hattâ konuşma tonlarında, tavur ve hare- ketlerinde taklide yeltenirdi. Bun- dar, benim üzerimde daima bir ta - kım gülünç kuklalar tesirini yap - mıştır. N Büyük Nâsir ve Romancı- mız, Yakup Kadri Karaos- manoğlu, ATATÜRK için, bir kitap yazmıştır. Basıl- mak üzere olan kitabının bir kısmını bu nüshamız- da neşredilmek üzere bize verdi. Karilerimiz bunu, aşağıdaki sütunlarda oku- yacaklardır. N 4g kunluk halini alırken, öbüründe ma- nevi ve dimaği hazlar ruhlara son - suzluğun ürperişini verirdi. Bazan, hele Büyük Adamın son yıllarında, masa etrafındaki bu akşam toplanış- ları, bana, İncilde zikri geçen “Cöne” leri hatırlatmıya başlamıştı. Bilirsi- niz ki İsâ, dinini (tıpkı Sokrat gibi) havarilerine bir sofra başında top- lanıp hep bir arada yemekler yenir ve şaraplar içilirken telkıyn etmeyi severdi. Ekmeği gösterip: “Bu, be- nim etim!”, şarabı gösterip “Bu, benim kanım!,, derdi. Çünkü, insan- ları birleştirmek için bir arada yi - yip içmekten daha kuvetli bir vası- ta olmadığını bilirdi. Gene bunun için, — Eflâtun'un Sokrat'a dair yazdığı dersler baş - tan sona kadar bir sofra sohbetinin hikâyesidir. Atinalı filezof, baldı - ran suyunu içmeye mahküm olduğu akşam da müritlerine son vedaını ve son felsefi vasiyetini bir sofra başında yapmıştı. Eflâtun'a göre kâinat hakkında, ülühiyet hakkın - da, fena ve baka hakkında en derin, en doğru, en güzel sözlerini Sokrat, bu mecliste söylemiştir ve bir fer- din ölümünün kevni ve külli hâdi- sat içinde ne kadar ehemiyetsiz bir vaka olduğunu isbat için dizi dibin- de oturan genç Fedon'la, başını ok- şıyarak: “Ey Fedon, bu güzel saç - ları, yarın benim yüzümden kese - ceksin!,, diye şakalaşmıştır. (2) tatürk'ün sofrasından da he- pimizin ruhunda ve dima - ğında, nice derin, tatlı ve ibret ve- rici hatıralar; hayata ve insanlığa dair nice kıymetli dersler kalmış - tır. Yazık ki, aramızda bir Eflatun yoktu; Mustafa Kemal'in bütün o sözlerini, o tefelsüflerini, o irşatla- rını, o hepsi birbirinden canlı fık- ralarını, parabollarını, vecizelerini zaptedip gelecek nesillere (Sok - ratın Apologyası) veya (Dialogues) ları gibi bir eser bırakmak için... Böyle bir eserin adı, meselâ; “Atatürk'e göre dünya ve insanlık” olabilirdi. Çünkü, Atatürk, siyaset sahasında ve milli meselelerde ol- duğu kadar ferdi ve hususi hayatta, insanla Allah, insanla kâinat, in - sanla insan arasındaki münasebet - lere dair de kendine mahsus bir telâkki; almanların tabiri üzere bir orijinal “Welt - Anschauung” sahi- bi idi. Aşka, dostluğa, evlenmiye, iffete, namusa, vefaya ve bunların aksi olan fazahatlere dair muayyen fikirleri vardı, Bu bahisleri hep ken- di hayatından veya kendi gördüğü hâdiselerden çıkardığı mesellerle : izah etmesini severdi, ve umumi hü- kümlere varırken onları düsturlaş- tırıp doktrinleştirmekten çekinir - di. Bu; bir çok şark mütefekkirleri gibi, kafası sentez yapmak hassa - (2) Eski yunan âdetlerine göre matem alâmeti olarak saçlar kesilir- di. Sokrat biraz sonra kendi ölece- gine yanmıyor. Fakat genç müridi- nin çirkinleşeceğine acıyor. sından mahrum olduğu için değil; (bilâkis, Atatürk'te hem tahlil ve terkip, hem inductign ve deduction $ kabiliyeti zekâsının mümeyyiz va- sıflarındandır.) son derece geniş fikirli ve geniş görüşlü olmasından- dı, Ruhu ve fikri bir takım dar ka- lıplar içine sokmak ve iradeyi âdet, görenek ve ahlâki düstur diye bir takım katılaşmış, paslanmış kayıt- larla nahak yere kötürümleştirmek, hülâsa fertlerin hüriyetini her - hangi bir zor ve tazyik ile örsele- mek O'nun engin vicdanının kabul etmiyeceği'bir adaletsizlik ve man- tıksızlıktı. Onün için - kendisini yakından tanıyanlar bilirler - Mus- tafa Kemal, hiç bir zaman bir emir ve cebir adamı olmamış; arkadaşla- riyle kendi arasındaki ihtilâfları, fi- kir mübayenetlerini daima münakaşa ve ilzam yoluyle halletmek usulünü tercih eylemiştir. Zaten bu usulle hatalarını, bizzat kendilerine tasdik ettiremediği muhaliflerini; (bun - lar, bir takım politik nikbetlerle ce- zalarını görmüş olsalar bile) mağ - lüp telâkki etmez; onlarla daima yeniden münakaşa fırsatını arardı; tâ ki, kendi fikirlerinin samimi bir surette kabul edildiğini görünce - ye kadar.... Atatürk'teki bu münazara ve di - yalitik merakı, O'nu, politikada çok tehlikeli teşebbüslere sürükle- miştir. Mecliste mevcut muhalefet cereyanlarını bizzat kendi eliyle tahrik ettiği gibi, bu cereyanlar kendiliklerinden kuruyup — bittiği devrelerde de onu yeniden tesise çalışmıştır. Kafasının içindeki her fikri, her niyeti, her maksatı, mut- lâka yakın arkadaşlarından mürek - kep hususi meclislerinde vuku bu- lan uzun münakaşa ve müzakere - lerden sonra tatbik sahasına çıka - rırdı. (O'nu, bu hususta da Sok - rat'a benzetmekten kendimizi ala - mıyacağız.) “Thöse” ve “Antithöse... dimağını daima bu metodla işletmiş ıv:.ie bütün büyük kararları mutlâka K ni MCĞRNüceAnle ti nuşuyor, ara sıra elini masaya vu- ruyordu. Muhatabı ise, bundan hiç müteessir görünmüyor, sükünetle inadında israr ediyordu. — Biz o- na acıyorduk. İstikbalini tehli - keye düşmüş sanıyorduk. Hal - buki, bu küçük memur bu hâ - diseden bir kaç ay sonra yüksek bir vazifeye tayin edildi. Ondan sonra da mebus oldu. Zira, Atatürk, bunun inatçılığına kuvetli bir ka - rakter mânası vermişti. Buna, * az çok şüyu bulduğu için - Reşit Galip hâdisesi- ni de ilâve ediyorum. Bu hâdisenin patlak verdiği akşam ben hazır de- ğildim. Fakat, hazır bulunanların i- fadesine göre Reşit Galibin Musta- fa Kemal'e. karşı geldiği ve hattâ O'na meydan okuduğu muhakkak- tır. O ise, buna mukabil, sofrayı terkedip hususi dairesine çekilmek- le iktifa etmiştir. Gerçi, uzun bir müddet Reşit Galibi huzuruna ka- bul etmemek suretiyle dargınlığı - nı göstermiştir. Lâkin, bu, nihayet ya üç ya dört ay devam etti. Bir gece, eski Çankaya köşkünde sof - radaydık. İçinde Reşit Galibin is- mi geçen bir bahis açıldı. Mustafa Kemal: “O nerelerde ? hiç gör - müyorum.,, dedi ve biraz sonra em- re_dip çağırttı. Reşit Galip, yemek Onun içindir ki, kendi ettafında, her vakit “evet!,, denilmesinden memnun olmazdı. Bunun aksine o- larak, bazı inatçı iddiactları, ken- di düşüncesine taban tabana zıt fi- kirleri müdafaa ettirmekten hoşla - nırdı.- Bir akşam, böyle biriyle, (bir küçük devlet memuru) bir şid- detli münakaşasını hatırlıyorum. Mustafa Kemal enikonu öfkelen - .mişti. Sert ve sinirli bir tonla ko- sa girdiği vakit, hepimiz, zorlu bir imtihan devresi geçirece- ğini zannediyorduk, — Fakat, her şey hafif bir şaka içinde geçti. Re- şit Galibe, sofrada yer gösterip o- turttuktan beş dakıka sonra dı - şarıdan iki nöbetçi nefer çağrıldı. Mustafa Kemal onlara: “Şu efen - diyi oturduğu yerden kaldırınız!,, dedi ve bu iki kuvetli Anadolu ço- cuğu bir hamlede Reşit Galibi ku- çaklayıp havaya kaldırdılar, Musta- Milli Şef, Ebedi Şef'in cenazesini takip ediyor llllllllllllllllllIllllIlllllIl|llll||llllllll|lllllllIlllllllllllllllIlllllllllll!lllllllll Yaşıyan Mustafa Kemâl âni dudaklariyle son fâni söz olarak söylediği şu olmuştu: — Saat kaç? Ve o saat, bundan tam iki yıl ön- ce bugün, dokuzu beş geçerken O, birdenbire duran bir fırtına, ansı- zın kesilen bir çağlıyan, yarısından kırılan bir yıldırım gibi.... Hayır! ne sustu diyeceğim; ne öldü diyeceğim. İşliyen saatlerin gösterdiği her dakikada olduğu gi- bi Sonteşrinin onuncu günü sabah- leyin dokuzu beş geçe başlarımızı önümüze eğip sustuğumuz dakika- larda da O'nu duyuyoruz, O'nu işi- tiyoruz; O'nu dinliyoruz, Geniş bir vatan çevresinde “ha- zırol!” borusunu çalacak son bora- zanımızın kırıldığı, “ayağa kalk!” diye haykıracak son kumandamızın susturulduğu, vatan rüzgârlarının bile kasıldığı zaman: — Artık Türkiye'nin sesi duyul- mıyacaktır! diyenleri susturan ve sindiren o ölmez sesi, ebediyet hisarlarının ötesinden de kendisini bize ve bü- Halkçı Mustafa Kemâl fa Kemal gülerek : “— Biz işte adamı böyle kaldı - rırız.,, dedi. Ve bu sahne, bu söz Reşit Galibin üç dört ay evel Dol- mabahçe sarayındaki sofrada : “— Sen beni buradan kaldıra - mazsın. Çünkü bu saray ve bu ma- sa milletin malıdır.,, sözüne bir ce- vaptı. Atatürk'ün asil yüreği - pas tut- mıyan madenler gibi - kin nedifr, hiç bilmemiştir. Devlet, millet ve inkılâp dâvalarındaki husumetleri ne kadar sert ve derin ise kendi şahsına ve hususi hayatına taalluk eden meselelerdeki hiddetleri o de- rece hafif ve geçici idi. Mustafa Kemal, bütün mânasiyle feleğin çemberinden geçmiş, haya- tın bin bir türlü cevri, cefası için- de pişip ermiş bir adam olduğu i - çin insanların zaaflarını herkesten iyi biliyor ve bunlara kızmaktan ziyade acımak lâzım geldiğine ka- ni bulunuyordu. Acımak... Atatürk'- te bu hassanın da ne kadar derin olduğunu belki bilmiyenler vardır, Çünkü, devlet ve millet şefliği va- zifesini her şeyin fevkinde tutan bu insan, ammeye, yüreği yufka bir adam manzarasiyle görünmek iste- mezdi. Buna rağmen çok defa bir arkadaşın ölümüne saatlerce hün - gür hüngür ağladığını, bir kurban kesme merasiminde boğazlanan hay- vanın teprenişlerini görmemek için başını çevirdiğini ve harp sahala- rında düşman cesetlerine gözleri sulanarak baktığını yakından gö - renler arasındayım. p Zarurete düşmüşlerin imdadına yetişmek, yakından tanıdığı kimse- lerden hasta olanların — tedavisine yardım etmek; hattâ; bazı ailevi geçimsizliklerden mustarip ahbap - larının maddi ve manevi müşkülle- rini halle çalışmak hemen her gün- lük meşgalelerini teşkil ederdi. Atatürk'ün bu uluvvücenap has- letini bir çok devlet reislerinin ve- ya prens ve hükümdarların etrafla- rında bulunan kimselere karşı zo - raki bir tarzda ibzal ettikleri resmi ve basmakalıp nezaketten ayırmak lâzımdır. Her hareketi mantıki bir muhake- menin, uzun hesap ve kitapların mahsulü olan ve müutlâka bir poli - tik sebebe dayanan Mustafa Kemal, dostluk ve insanlık bahsinde yalnız kalbinin sesini dinlerdi ve imdadı- na koştuğu kimsenin istirabı üstü- âic bir ana baba şefkatiyle eğilir - O'nun muhitinde, O'nun manevi nüfuzu dairesindeki hayat hepimiz için tatlı ve mutlu sürprizlerle do- lu bir peri masalını andırırdı. Hiç umulmadık bir arida veya en bu - naldığımız bir zamanda, bulutlar arasından sıyrılan bir güneş ışığı g_ıb_ı ansızın karşımıza çıkıverişle - rinin; bahtımızın bizi sürdüğü 1s - sız inziva köşelerinde bize birden bire sesleniverişlerinin; bazan teş- vik ve takdir edici bir sözü, bazan teselli ve ümit verici bir bakışiyle YANKILAR tün insanlığa duyuracak kadar gür- ür. Milletçe mâtem ettiğimiz bugü- nün her dakikasında gönlümüzden sızan ılık göz yaşları kirpiklerimi- Zİ üstüste getirebilir ve gözlerimi- zi kapıyabiliriz. Fakat kulaklarını- zı yedi iklimi, dört bucağı ile bir vatana veriniz: Orada on sekiz milyon ağız, o- nun heceleri, kelimeleri ve cümle- leri ile konuşmaktadır. Şerefli bayrağımız gönderinden parçalanarak indirildiği zaman, ter- sanelerimize sürgü, kışlalarımıza kilit vurulduğu zaman, — Avrupa'nın hasta adamı artık ölmüştür! denildiği zaman bu ölüme inan- miyan, bu bühtana karşı ayaklanan en ilk ve en büyük türk O olmuş- tu. Biz, bugün onun öldüğüne nasıl İnanabiliri>> Etnografya müzesindeki " lahtin beyaz mermerine alnınızı dayayı- nız: Etten_ ve kemikten fâni Mustafa Kemal'in fâni vücudu orada bir a- vuç vatan toprağı ile bir yığın va- tan mermerine sarılmıştır. Fakat baki ve ebedi Atatürk, on sekiz mil- yon gönülde bütün heyecanı, bü- tün harareti, bütün enerjisi ile ya- şıyor. _Me_zınm vatan bahçelerinden de- rilmiş çiçeklerle sarıyor, fakat Ö- Tümsüz hatırasına on sekiz milyon gönülle sarılıyoruz. Fâni mezarı, kurtardığı yurdun kucağında, ebedi emaneti ise milyonlarca Müustafa Kemal'in omuzundadır. Büyük Atam, sınırlarını düşman çizmelerine yasak ettiğimiz vata- nın kucağında, her biri cümhuriye- tin, hürivetin. istiklâlin, hmlâsa sa. nin bütün bu kutsal emanetlerinin kaleleşmiş birer miöbetçisi olan on sekiz milyonun kalbinde mesut ve . bahtiyar uyu! İymanımız, dâvalarımız, bayrak- l.?rımız her zamankinden daha çe- lik gönüllerde, daha sarsılmaz ka- falarda, daha kudretli ellerdedir. Aylı, yıldızlı ve altı oklu bayrak- larımızın al gölgesinde; Savaşta ve barışta dâva arkadaşın ve zafer kardeşin olan Şefimizin emrinde on sekiz milyonluk bir ordu-millet bu hazin yıldönümünde topuklarını biribirine bitiştirerek seni selâmlıyor; unutulmaz emek- lerini, eşsiz kahramanlıklarını anı: yor. Bügün mezarının üzerine yığdı- ğımız çiçekleri seni bile aramızdan alıp götüren tabiat, birkaç gün son- ra soldurabilir. Fakat ölmez ve kutsal hatırana sardığımız mağnevi çelenklerde yoluna başını koyduğumuz andla- rımız, ülkülerimiz, ümitlerimiz var: mağnevi Mustafa Kemal gibi yaşı- yan, ölmiyecek andlarımız, N?Ia T rİMİZ va ÜmisTarimiz gönlümüze dünyanın bütün hazinee lerini bahşediverişlerinin masallara da rivayet olunan nâgihani ikbal te- cellilerinden ne farkı vardı? O, bi- zim için yolumuz üstünde kendisi- ne her vakit rastgelmemiz mümkün olan vefalı bir Hızır veya munis bir Ruh değil miydi? Ve bu itibarla O'nun sağlığında hepimizin sergü- zeşti bir parça Sığırtmaç Mustafa'« nın sergüzeştine benzetmemiş mi - dir ? r Görülüyor ki,, Mustafa Kemal, insanlığında da ya bir destan, ya bir efsane kahramanı olmaktan kurtu- lamıyor. Şan ve şevketleri, azamet ve kudretleriyle insanların göz- lerini kamaştırmış ve saygi ve hay- ranlık hisleriyle doldurmuş nice bü- yük adamlar vardır ki, hususi ha- yatlarına nüfuz ettiğimiz veya in- sanlık taraflarını yakından tetkika başladığımız vakit bizi derin bir ha« yal kırgınlığına uğratırlar. Bunla « Tın her birinde öyle zaaflar, öyle küçüklükler, bayalıklar, zavallılık - lar veya öyle herkese benzer taraf- lar keşfederiz ki, tarihe bıraktıkla- rı yüksek eserlerin sahipleri acaba gerçekten kendileri miydi diye şüp- heye düşeriz. Atatürk'de mesele bunun tama « miyle aksinedir. O'nu yakınd nıdığımız, O'nun harimine girdiğis miz zaman bütün yaptığı büyük iş« lerin izahını bizzat kendi şahsında buluruz. Bu kadar yüksek, mert ve engin bir insandan zaten başka tür- lü bir şey bekliyemiyeceğimizi an - larız. Eserindeki harikulâde ve fev- kalbeşer üslüpla kendi yaşayış tar« zındaki harikulâdelik, kendi hayat üslübundaki fevkalbeşerlik o kadar birbirine karışmıştır ki birini öbü- ründen ayırmıya imkân yoktur, Atatürk'ün sefahetlerinde, Ata « türk'ün kötü iptilâlarında bile ho « merik bir destan rüzgârı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine uza- tışı tanrılar tanrısı Zevs'in altın kupalar içinde Kevser şarabı dağı- tışını andırırdı ve Triyâset ettiği cümbüşler, gerek Çankaya köşkü - nün samimi havası, gerek Dolma- bahçe sarayının ihtişamlı dekoru İ- çinde ve gerekse herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında ol - sun; daima OÖlempus tepesindeki “bezm” ler gibi zaman ve mekân mikyasının dışına taşardı. Bilmiyo- ruz, Mevlanayı kendinden geçiren şarkılar ve rakıslar ne cinstendi ? Fakat, Atatürk'ün her biri bir mis- tik tarikatin “âyin” inden farksız muhabbet meclislerinden ruhlarımız cuşiş denilen haletin en yüksek bit mertebesine ermiş olarak çıkar- dık. Ne Homiros'un kasideleri, ne Evripid'in tragediyaları, ne Anak - reon'un şarkıları bana Diyonizos misterlerinin mânasını bu meclisler kadar sarahatle anlatmamıştır. Ata- türk'ün ilâhi neşvesine iştirak etti- ğim gündenberi artık biliyorum ki Bakanallar bir takım sarhoş âlay - ları değil, dar kalıplarından dışarı âışkırmak isteyen kaynar ruhlar - 1. Fakat İsa'nın “fârizi” ve şark mu- tasavvıflarının “hamervah” namını verdiği kimselere bu kutsi perişan- lığın künhünü izah ne mümkün ? Onun için, ben, bu satırlarda reşit olanlara, ermislere hitap ediyorum. Kaldı ki, Atatürk'ün insanlık e - badını, sair faniler için kullandı- ğimiz ölçülerle ölçmemizin imkânı olmadığını bu faslın başında da söylemiştim. Hangi psikolojik tah- Til sondası O'nun ruhunun derinli « ğine varabilir? Varsak bile ne an - hyabiliriz? Denizin dibi, yer yü « zünde görmiye alıştığımız, isimle - rini bildiğimiz mahlüklardan ve ne- batlardan büsbütün başka esraren - giz varlıklarla meskün bir acayip bi- yöloji âlemidir. Atatürk'ü, madem ki, genişlik itibariyle denize ben - zetmiştik; derinlik itibariyle de on- dan gayri bir şeye benzetemeyiz ve baş döndürücü, göz karartıcı de- nizaltiı uçurumlarında O'nun inis- tenkt'lerinin garip timsallerini bu- luruz. Bunlar, içinde yaşadığımız hayat zümresinin kanunlarına tâ- bi olmadıkları için bizce daima ya- rı meçhul sartlara göre hasıl olun

Bu sayıdan diğer sayfalar: