Türk Safosunun Hayatı TEFRİKA No. 17 BafaEsirliğini Unutmuşt Gemiye Girer Girmez Ellerini Çırparak Haykırdı "Aman Ne Güzel Şeyler, Ne Zarif Oyuncaklar ?,, Bafa, kaşlarını çattı: — Yanımıza, dedi, geldiniz. Lâ- kin dost gibi değil. Ve elini uzatarak gemiden gö- türülen dilâverleri gösterdi: — Arkadaşlarımdan ayrılıyo - “rum, Bu, dost işi midir? Deli Cafer, yüksek bir heyecan içinde on kat daha güzelleşmiş olan Venedik dilberini uzunca bir Jlihza süzdü, kelimeler üzerinde © selâimiiyorum, . dura dura sordu: — Arkadaşlarınızın esir edilme- mesini mi istiyorsunuz? — Tabii! — Venediklilerin Türk gemile- rine namertçe baskın yaptıklarını bile bile mi, bunu istiyorsunuz? Kız, gözbebeklerinin içine ka - © dar kızarmakla beraber tereddüt eimeden cevap verdi: — Evet! — Bu geminin de serbest bırs- masını arzu cdlyor musunuz? — Tabii — Ya kendiniz için ne düşünü- yorsunuz? — Baht yolunda yürümeyi! Deli Cafer, derin derin düşün- “dü. Sonra bir elini Bafanın ömu- zuna koydu: © —Biz, dedi, size baht yolu de- © Ğİ, taht yolu açıyoruz. Çünkü si- zi şevketlü padişahın büyük oğ- una armağan götüreceğiz. Osman- hı tahtı ona kalacağı için siz de er veya geç, imparatoriçe olacak- sınız. Ben şimdiden Sizi o sıfatla emirlerinizi kabul ederek gemiyi de, içindekileri de #erbest bırakıyorüm. Yalnız sir, Jütfen bizim gemiye buyurun!,, B afa, Osmanlı sarayında Bi- zanslı, Sırbistanlı, Rusyalı, prenseslerin ne muhteşem hayat geçirdiklerini o— masal gibi — dinlemiş ve henüz yakın bir ta- rihte ölen Hürrem Sultanın yap- tığı işler hakkında da epeyce bil- gi elde etmiş bulunuyordu. Kubat Çavuşla deli Caferi, Karakadıyı gözü kapalı Venedikte gördükten sonra — ye- rinde izah ettik — Türklere bü- yük bir incizap beslemeğe başla- mıştı. Fakat hiç bir zaman hatırı- na İmparatoriçe olmak gelmediği gibi Türklerin arasına düşmek te hayalinden geçmiş değildi. Bu se- beple, duygularında garip bir ker- gaşalık vardı. Yurdundan, yuva- Sından, anasından ve babasından ayrılacağını düşündükçe, içine si- zılar yayılıyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Dünyanın en kuvvetli, en zeki, en nazik, en güzel mil- leti olan Türkler arasında o kuv- yeti, o zekâyı, o nazikliği, o gü- zelliği bol bol hissederek ve on- lardan kalbiyle, ruhiyle, hattâ e tiyle istifade eyliyerek yaşıyaca- ğını düşününce de, içine yayılmış sızılar geçiyor, £ yerine tatlı bir belecan geliyor, gözleri de gülme- Be başlıyordu. Deli Caferin sözle- ri, bu duygu kargaşalığını birden giderdi, genç kızı hayal ve heye- can âlemlerine sürükledi. Bütün benliğine neşeli bir uysallık getir- di. Artık — sun'i olarak ta — s0- murtamıyordu, tatlı © bakışlarile heybetli Türkü kucaklıyarak du- rumundan mahzuz ve mesut gö- rünüyordu. Deli Cafer, toy kızın esirlik fe- lâketini saadet olarak telâkki et- mekte gecikmediğini görünce, ya- na çekildi: — Buyurunuz, dedi, bizim ge- miye geçelim, Orada esirleri siz azat “ ki üç dakika sonra, onu Ka- rakadı karşılıyordu. Lâkin genç ruhlu ihtiyar korsan bu İs- tikbal sırasında (© yalnız değildi, Duçeler sarayında kiymetleri Ku- bat Çavuş tarafından ballandıra ballandıra anlatılan iki meşhur cüce de yanındaydı. Bafa, o cenli insan minystürlerini (görünce — nasıl bir vaziyette bulunduğu- nu unutarak — ellerini şımarık şı- marık çırptı, şen şen bağırmiya girişti — Aman ne güzel şeyler, ne zarif oyuncaklar? Ve cüceleri uzun uzun muaye. ne ettikten, evire çevire seyrey- ledikten sonra, Karakadıyı selâm- Tadı: — Affedersiniz, dedi, cüceleri- niz, o kadar hoşuma gitti ki, sizi selâmlamayı unuttum. Ve biraz sıkılarak deli Caferin kulağına fısıldadı: — Bu cüceleri arkadaşınız ba- na verir mi? O, boyun kırdı: — Yarın imparatoriçe o olacak bir hanımın küçük arzusunu yerine getirmek bizim için en bü- yük vazifedir. Şu halde cüceler sizindir efendim! (1) BB“ tehlikeden kaçmanın ve ne şekilde olursa olsun ya- şamanın şeref gibi, haysiyet gibi, namus gibi şeyler uğrunda ölmek- ten çok daha akıllıca bir iş oldu- gunu ispat etmiş olan Venedik di- lâverlerini gemilerine geri yollat- tıktan sonra kendi evinde bulunu- yormuş gibi harekete başladı, İm- kân nisbetinde açılıp saçıldı, deli Caferle ve Karakadı ile Türk ha- yatına dair konuşmalara girişti. En çok temas ettiği mevzu, Os- manlı veliahtının şahsı ve saraydı. Evlrip çevirip sözü oraya getiri yordu. Şehzade Muradı görmeden tanımak hırsiyle bin türlü sualler sıralıyordu. Fakat cücelerden de. ayrılmı- “öd Yöregeden BE Siler TE zine dil bellemiş ve her birini “© dille konuşan bir anadan doğmuş gibi tekellüm etmekte bulunmuş olan bu canlı minyatürler ayni ze manda mükemmel birer mukallit, mükemmel birer hokkabaz olduk- larından Bafayı kendilerine hay- ran edip bırakmışlardı. Maymun- dan file kadar her hayvanın, sekiz on millete mensup — dişili, er- kekli — insanların — gerçeğinden syırt edilmesine imkân olmıyan bir sıhbatle — seslerini ve bir ta- TAN kım karakteristik o hareketlerini taklit etmekle, gözden sürme çek- mek derecesinde ustalıkla da hok- kabazlıklar yapmakla genç kızı â- deta büyülemişlerdi. D“ Caferle, Karakadı onun yurdundan ve yuvasından ayrılmak elemiyle hırçınlaşmama- sını, ağlayip sızlamâmasını, kendi hesaplarına uygun bir durum ©- larak kabul etmekle beraber, ib- rete değer bulmaktan da geri kal- mıyorlardı. Çünkü Beniâdem de- nilen mahlüklara Allahın, tabis- tın ve bahtın tattırabileceği en bü- yük acı — iki deniz kurdunun İ- nancına göre — esir olmaktır, yurttan ve yuvadan uzak kalmak- tır. Yine onların kanaatlerines, bir erkek veya bir kadın, her hangi bir iğrenç hastalıktan, bir esirin tattığı ızırabı duyamaz. Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tı tam tutam burunlarından dü dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettikleri acı, düşman eline düşmüş ve va- tandan cüda kalmış bir esirin duy- duğu elemle ölçülemez. — Çünkü, esir olmak, cennetten cehenneme düşmektir. Esir olmak havasızlı- ğa mahküm kalıp her nefes verişte bir kere boğulmaktır. On- dan dolayıdır ki, yurdunda ek- mek bulamadığı ve esir olarak ya- şadığı memlekette refaha kavuş - turulduğu halde gözü hep vatanı- na çevrili kalmak esirlerin belli- başlı şiarıdır. Esir, o sıfatla altın köşklerde yaşamaktan ise, yürdu- nâ kavuşup © çöplükte yaşamayı tercih eder, Halbuki Bafa,'kendini baba ku- cağına götürecek bir yoldan zor- la ayıranlarla bir lâhzada kaynaş- mıştı. Gülüp eğleniyordu ve en küçük bir iztirap duymuyordu. Acaba bu kayıtsızlık milli bir re- die miydi, yoksa iğrenç bir terbi- yenin neticesi miydi?.. alıp Ty eli Caferle Karakedi ne 808- yoloğdular, ne psikoloğ. Yal- hız “İnsan ruhunun ne gibi tecel- ilerle temiz ve ne gibi tezahürler- VE “pis sayılması vazım “geleteBiniy «Türk, içtimai heyeti içinde yerli ve yabancı misallerle öğrenmiş (Devamı var) (i) Sagredo'dan ve Gerlash'dan Bak“ leferek: Hammer, Bufanın Türkler eli ne geçişini şu suretle arlatır: «Venedi- Bin asli Bafo ellesine mensup olan S #iye Sultan henüz pek genç iken Vene- diken - babasının valifiğinde bulundu- ğu - Korfuya asimeti sırasında Osmanlı korsanlarının eline geçmiş ve Şehzade Muradın böremine alınmış idi» (C:7,:18) I Biraz Konuşalım! (Başı 3 üncüde) Ras kalkıp ta Necaşinin tacını İtalya Kralına peşkeş çekmedi de, Avrupa: hı dediğimiz Arnavutlardan bir ta- kım rüesa bu tacı, sanki haşmetlinin başında taç yokmuş gibi koşa koşa İtalyaya götürdüler. Doğrusu siyah ırkın mert ünde beyaz 1 bu çatlaklığından ben utandım. Sen ne dersin? — Ne diyeyim birader? Şu bana sorduğun sunle bak! Belki adami rın bir ndağı vardır da, onun için tacı nezretmişlerdi, ne bileyim ben! Sen onu bırak ta, bana şu Romanya- nın hali nasıl? Onu deyiversene! — Geçenlerde hir aralık onun da ateşi artmıştı. Lâkin şu sıralar biraz daha sükünet buldu. — Marleiye Nazırı, Her Hitlerin ellinci yıldönümünde Berline gidi- yormuş. Âcaha ne görüşecekler? — Bilmiyorum! Bana ne görüşe- ceklerini söylemediler. Eğer merak edeceğini bilseydim, sorardım. — Canım! OBirak şu şakayı da doğru dürüst cevap ver, * — Be kuzum! Söylediklerim yet- medi mi? Ben ne bilirim, iki devlet adamının aralarında ne konuşacak- larını? o Her halde birbirlerine sağ- yağlı ayşekadın fasulyasının nasıl yapıldığını izah etmezler. — Anlaşıldı, sende ( sermaye tü- kendi. İşi şaklabanlığa döktün. Bari $u son sualime de cevap ver. Va ev sahibi misafirini fazlaca sıkıştı. rırsa, ne olur? — Dinle! Timurlenk Anadoluyu istilâ ederken Akşehir civarma ge- lip ordugüh kurmuş. Timurun her geçtiği yeri kesip biçtiğini işiten Ak- şehirliler telâşa düşüp Nasrettin Ho- caya gelmişler; — Aman Hoca! Ne olursa, senden olur. Bizi şunun elinden kurtar, di- ye yalvar yakar olmuşlar, Hoca bi- raz nazlandıklan sonra, — işi üzerine almış ve cesaretiyle tanınmış birisi- ni seçip: — Git! Timuru gör! Kendisine ta- rafımdan selim et! 24 sante kadar Akşehirden çekilip gitmesini, aksi halde ben de hareketimi tayinde se: best olacağımı söylei Diye Timur orduzühma gönder miş. Herif bin müşkülâtla Timurun huzuruna çıkmış ve Hocanın sözünü tekrarlamış. Timurlenk, bu sözden pek öfkelenmiş ve: — Getirin şu Nasrettin Hoca de nilen herifi! Diye emir vermiş. Ta bii emri hemen İnfaz olunmuş, Ho- cayı oAkşehirden, palaspandırıs or- dugâha getirmişler ve Timurun ça- dırının içine koyuvermişler. Hoca selâm verdikten sonra, Timurun yan tarafındaki sedire oturmuş ve bera- i "İsi hazırlamıştır. 19-4-939 Gedikli Erbaşlar Baremi Ankara 18 (Tan muhsbirinden) -—- Milli Müdafaa Vekâleti Kara, deniz, İ hava, jandarma, gümrük, orman muhafaza teşkilâtlarında omüstah - dem bulunan gedikli erbaşlarının hizmet müddetleri maaş ve muayye- nat vesair hususlarına ait olan ka- nunları değiştiren bir kanun proj» Bu proje gedikli erbaşlarının başka buşka ve muh- telif esaslar dahilinde tesbit edilmiş olan maaşlarını birleştirmekte, bü « tün gediklilere şamil bir barem tes- bit etmektedir. Vekâlet mevcut kanunlarda bulu- nan âile zammı, tayin zammı gibi Munzam tahsisat usullerini de bu suretle kaldırmaktadır. Proje esasla- Tma göre bil'umum gedikli erbaşla- rın asli maaşları şöyle tesbitlenmiş- tir; Gedikli erbaşlar 10, gedikli üstça- vuşlar 15, başçavuşlar 20, başgedik- iler 25. Her rütbede asgari terfi müddeti üç sene olacaktır, 15 sene hizmetten sonra sicilleri iyi olan gediklilere terhis edildikleri takdirde 300 lira mükâfat verilecektir. ——————— ber getirdiği heybesini de şöyle yan- cağızına yere bırakmış. Timur, böyle lâübâli bir şekilde içeri giren adamın kim olduğunu merak edip sormuş: — Kimsiniz? Hoca fütursuzca ce- vap vermiş: — Akşehirli Hoca Nasrettin! Timur bu ismi işitince, gazeplen- mişe — Ha! Sen misin, o bana; “24 sa- ate kadar Akşehirden çekilsin, diye haber salan herif? — Evet Şahım! — E, çekilmiyeceğim işte! Ne ya- pacaksın, be herif? — Ne yapacağım? Heybemi alıp ben çekileceğim de, onun için sor- dunıdu. Cevabını vermiş. Timur, bu söz- den pek memnun kalmış ve Hocayı Bir daha Yanımdan #yırmadığı gibi Akşehire de ilişmemiş. — Güzel ama anlamadım... — Olabilir. Kalabalıkta canın sr- kılmaz.. Yani demek istiyorum ki; bu davada taraflardan birisi heybe- yi alıp gidecek ama bakalım hangi si? — Şimdilik bana müsaade et; heh gideyim de sonra da heybe sahibi gitsin. Dedi ve ayrıldı gitti. Ben de bu muhaveremizi şuraya kaydettim. Günah 3 Yazan: Kerime Nadir — Lâkin bizi bedbaht eden asl ikinci kabahat tir ki, oda bana sit bulunuyor. Evlenmemiş olsay- dım, bu acı günleri görmiyecektik.. — Peki niçin o zaman bunu düşünemedin?. — Pekâlâ düşündüm.. Fakat intikam hissine mağ- Jüp oldum. — İntikam mı7.. Zavallı kadın! Nüvid, yavaş yavaş kendini kollarıma bırakıyor» du. Başımızda dönen büyük tehlikeyi artık ikimiz de unutmuş gibiydik... Tam bu sirada, bahçe kapısının kapanmasından hasıl olan bir $es kulaklarımıza aksetti. Birdenbire yerimizden sıçradık. Birbirimizin yüzüne korkuy- la, dehşetle bukmağa başladık. Şimdi, bahçenin çakıl döşeli yolundan pervasız adımlarla ilerliyen birisi köşke yaklaşıyordu... Nüvid beni ayağa kaldırmak için iterek: — Eyvah, mahvolduk.. Git!.. Kaç!.. Çabuk, ça buk kaç! Diye çırpınmağa başladı. Sersem bir haldeydim. Ayağa kalktıktan sonra, bir müddet şaşkın ve kararsız kaldım. Sonra bir. denbire pencereye doğru yürüdüm. Bahçe o kadar aydınlıklı ki, geleni görür görmez, Ali Rıza oldü- ğunu tanımıştım. Yapılacak iş, o köşke girer girmez geldiğim yer- den kaçmaktı. at nasıl oldu da, birdenbire ka- rarımı değiştirdim, bilmiyorum. Daima kafamda dönen bir tasavvuru yapmaktan kendimi alamadım. Gözlerim yüksek bir sehpsnır. üstünde duran bü- yük saksıya gitti Onu bir hamlede kavrıyarak açık Camın önüne geldim. Ve o esnada tam pencerenin altından geçen Ali Rızanın başını o hizalıyarak bi- .raktım. Kulaklarımın uğultusu arasında acı bir feryat duyar gibi olmuştum. Sendeliyordum., Eğilip asa- ğı bakmağa cesaretim yoktu. ende mi? : TEFRİKA No. 29 *-***- Bu sırada Nüvid çılgın gibi yanıma koştu. Der- hal pencereden sarkıp dikkatle aşağıyı gözden ge- çirdikten sonra yakama sarılarak: — Ne yaptın?.. Diye hıçkırmağa başladı. Dimdik, hareketsiz duruyordum. Şuurum boş luklarda uçuyor ve bütün bu olan şeyler bir rüya imiş gibi geliyordu. Nüvid yakamı bırakarak Iki eliyle omuzlarımı yakaladı ve beni sarsarak: — Halâk!. Ne yaptın Halük!. Allah aşkına çıldırdın mı? Diye bağırmağa başladı. Elimle ağzını kapadım: — Susl.. Gürültü etmek neye yarıyacak?.. Cina- yetimi ilân etmek mi istiyorsun?.. Beni ele mi ve- receksin?.. Bu kadar helecan ve korku onun zayıf kalbi için pek çoktu. Sendelediğini gördüm. Tutmak istedim. Buna meydan kalmadı. o Üzeri boş kalan sehpaya dayanarak onunla beraber yere yuvarlandı. Büyük bir gürültü hasıl olmuştu. Aşağı kattan ayak sesleri ve telâşlı bağırtılar geliyordu. Şüphe- siz uşak ve hizmetçiler uyanmışlardı. Artık bir dakika kaybetmek imkân haricindeydi. Fakat bahçedeki gürültüyü ve feryadı duyarak ora- ya koşacak olurlarsa, beni kaçarken yakalıyacak- ları muhakkak görünüyordu. Odanın arka tarafına koştum. Köşkün de arkası- na tesadüf eden bu cihette yalnız bir küçük penee- re vardı. Telâşla camı açtım. Lâkin yere on metreden zi- yade olan irtifar, diğer taraf gibi pencere parmak- lıkları, basamaklamıyordu. Atlamak, bir tarafımın kırılması demekti. An! bir karar vermek mecburi- yetinde kaldım. Ne yapacağımı şaşırmıştım. 'Tam bu sırada odaya yaklaşan ayak sesleri duy- Ne yaptın?.. Çıldırdın mı?.. Gi MA pe ini dum. Bahçenin ön kısmından da bir takım sesler geliyordu. balm 9) — Allahım!, Merhamet!,, Merhamet!., Teniyordum. Birdenbire gözüme prizin uzun kordonu ilişti. Derhal onun fişini çektim; bütün kuvvetimle asıla- rak diğer ucunu abajurdan kopardım. Ve bu kopuk ucu, pencereye pek yakın olan karyolanın demirine sıkıca bağladım. Bu işleri görürken odanın kapısı hızlı hızlı vuruluyordu. Nüvid baygın yattığı için, tabii ses veremiyor, ben ise bu intizar anından İs- tifade ederek işime devam ediyordum. Hemen telin diğer ucunu pencereden sarkıttım. Ve ellerimle ona sarılarak kendimi boşluğa bırak- tım. Kayarak yere inmem bir dakika sürmemişti. Artık bundan gerisini pek (hatırlıyamıyorum.. Yalnız, tenha yollarda koştuğum, nefes nefese koş” tuğum, bir rüyadan kalmış parçalar gibi kafamda yer yer beliriyor... Diye söy- * Garnizonda -iki günü nöbetler içinde geçirdikteri sonra, çavuştan izin alarak kasabaya indim. O gün hava biraz bulutluydu. Rüzgâr serin estiği için sır. tama ince bir pardesü geçirmiştim. Doğru soluğu kontun evinde aldım. Kapiyı açan hizmetkâr beni, misafir salonuna aldığı halde de- di ki: — Kont cenapları kiliseye gittiler.. Fakat yarım saate kadar dönecekler.. Siz gelirseniz, beklemenizi rica etmemi tenbih ettiler... Beklemeğe başladım. Çok sürmeden kont gel mişti, Salona girer girmez: Sizi mutlaka görmek istiyordum, dedi. Iyi ki, geldiniz... Ve ellerimi avuçları arasında muhabbetle sıkar- ken, gözlerime işleyici (bir nazarla bakarak ilâve etti — Nasılsınız?! Cevabımı tecessüsle bekliyordu. Gözlerimi indir- dim ve omuzlarımı silkerek: — Bir sefilin hatırı sorulur mu?. Dedim. Yanıma oturdu. Elimi bırakmiyarak: — Buvu sakın itiraf etmeyin, dedi. Sizden şüphe eden yek.. Hem... diği aka Devam etmek istemiyordu. Bu vakanın bende bi- raktığı tesiri ve hissiyatı anlamağa çalışıyordu. Ben cesur görünmek azmiyle: — Sizden hiç bir şey saklıyacak değilim, dedim. Evet.. Bir cinayet.. Fakat şuursuz bir cinayet. E- min olunuz, şuuruma sahip değildim... — Biliyorum dostum.. Hem iş zannettiğiniz ka- dar vahim değildir.. Ali Rıza yaşıyor... Yerimden sıçradım. o Yumruklarımı kafama vu- rarak: — Ne dediniz?.. Bu mümkün mü?. Diye bağır- dım. — Maalesef öyle!.. Lâkin çok ağır yaralı. Kafa tası çatlamış... — Hastanede mi?.. — Hayırı, Evinde. — Yana!.. Peki, işte bir kast sezilmemiş mi?. — Hayır!.. Karısı vaziyeti tamir etmiş... — Nasıl? Hangi vaziyeti?.. — Cidden garip sualler soruyorsunuz. Uzakta duran bir saksının pencereden kendi kendine bah- çeye düşüp kafa parçalaması, daima kapalı duran arka taraf penceresinin açılması ve en mühim- mi, prizin kordonunun koparılmış bulunması... — Evet. Evet... ' Bütün bunlar cürmün en büyük ( delilleri değil midir? . — Peki, Nüvid vaziyeti hasıl tamir etmiş?.. — İşte bu nokta şayanı hayrettir... Ali Riza elin kendini bilmiyorsa da, evin adamları ve etraftan yetişenler tabii derhal vaziyetten şüphelenmişler... Fakat zeki kadın, böyle bir kazaya sebebiyet vere ceğini düşünmeden, saksıyı geç vakit ( pencerenin önüne koyduğunu ve uykunun arasında acı bir fer- yatla uyandığı zaman şaşkınlıktan prizi yakalayıp pencereye doğru koştuğunu, lâkin kordon birbirine dolaştığından ve hızla çektiğinden tel koparak büs- bütün karanlıkta ve dehşet içinde kaldığını göz yaşları arasında anlatmış... Arka taraftaki pencere- yi de yatmadan evvel hava rüzgârsız olduğu için açtığım ilâve etmiş... — Ivanmıslar mı?,. #Devamı var)