Sultanahmet meydanının tarihi., K"_sî—d:m KORKU HİKÂYELERİ SALÇA Nakleden : Fikret Âdil - #o 3F Fareler avlanıyor ve Bunların birisini yakalayıp yiyebilenler mes'at sayılıyordu. Bir taraftan kadınlar yay yapmak için saçlarını keser- ken diğer taraftan şarada burada — yatan — ölülerin etleri diriler tarafından yağma ediliyordu Hipodrom — İstanbulun orta yerindeki bir yer, va -| Tuma ordusu en kuvvetlisiydi. Bu or - kit vakit ccnebi arkeoloji âlimleri tara -| dunun seçtiği imparator olan Septim Se- fından tetkik edilir veya kazılır. Bum -| ver de diğerlerinden daha cesur, usta, Tarın başlıcaları Cilli, Labart, Müle olup | çalışkan bir generaldı. Vaktile Romanın en sonuncusu ve şimdi de çalışan Baks- | insafsızca yakıp yıkarâk yerle bir ettiği terdir. büyük ve zengin Kartacanın evlâtların - Bugüri oraya (Sukkanahmet meydanı) | dandı. Lâtinceyi Kartacalı İehçesile ko- diyoruz. Yeniçeriler devrinde (Atmey -| nuşurdu. danı) diye anılırdı. Bizans zamanındaki| — Septim Sever yıldırım hızile Romaya adı (Hipodrom) du. yürüdü. Pretoryenlerin silâhlarını ala « * Bugün güvercinlerin uçup konduğu, | rak Romadan kovdu. Didiyüs öldürüldü. halkın gölgelerdeki kanapelerde dinlen-| Septim Sever önce Britanşa ordusu - diği bu yer, eskiden müthiş heyecanlara,|nun seçtiği imparator Albinusla uyuştu. ihtilâllere, rekabetlere sahne oldu. Sul-|Ona Çezar ünvanını ve Britanya ile tanahmedin zarif minarelerinin gölgele-| Fransa ve İspanyanın idâresini verdi. rini serdiği sakin yerlerde, aslan, kap -| Şarka, Suriye ordusunun seçtiği impa - lan, fil, kurt, ayı gibi korkunç hayvan -| rator Peçenyüs'e karşı yürüdü. Onu ye- ların bağrışları, yarış eden — arabaların | nerek esir ve idam etti. gürültüleri ve yüz bin seyircinin çılgın| Bütün Balkanlar, *Anadolu ve Suriye haykırışları göklere yükselirdi. tamamile Septim Severe boyun eğmişti. * > | Fakat Avrupa ile Asya arasındaki Bos - Sezar Romada imparatorluğu kurmuş-| forun Marmara ağzında bir şehir vardı ki tu. Neron, onun soyundan gelen son im-| bir türlü ele geçmiyordu. parator oldu. Yıllarca süren çılgınlıklar| Burası, bugünkü İstanbuldu. ve rezaletlerden sonra ardu ve senato * T La L AA Ta a RI D LN Bökne karaka B0 mear d mük içla atlaları görünce de: muştu. Takriben üç köşesi Sarayburnu l 'bdlmlyurhr. dünye ne büyük ile Yenikapıya ve Yemiş iske'esine da « bir san'itiür kayküdacuki yanan TMüselles üzerinde bulunuyordu. Diyerek intihar etti. gM Fakat mevkii itibarile daha o zamanlar X Çünkü o'köndi besinin çok güzel oldü: pek Fıqhırdu. Büyük duvarları ve ku- ğüna inanıyordu. Hattâ Roma ve Yune- | 'eri vardı. nistanda tiyatrolarda Şarkılar söylemiş, Bizanstaki halk ve asker yeni Roma para ile tuttuğu adamlara kendisini al -| İmparatorunu tanımıyorlardı. Bunun ü - kışlatmayı da ihmal etmemişti. zerine şehir muhasara edildi. Bu muha- O sırada Romada Pretoryen denilen bir gınıf hâssa askeri vardı. Bunlar, bizde Yeniçerilerin yaptığı gibi saltanat ve devlet üzerinde büyük bir nüfuza sa - hiptiler, Neronun yerine kendi kuman- danlarından birini geçirdiler, Kendileri- ne cülüs bahşişi verilmeyince başkala- rile pazarlık ettiler ve birinciyi öldüre- rek bahşişi daha çok yereni imparstor yaptılar, " Ka * n * Böylelikle Romada sık sık imparator- lar değişiyor; bazan bir Suriyeli, bazan bir İlliryalı zabit veya general, impara- torluga geçiyordu, Eakiden asalete o ka- dar ehammiyet veren Romaya eski kö- leler hâkimdi ve Roma imparatorluk tah- tı müzayedeye çıkarılmış bir maldan farksızdı. Roma ordusunun asıl büyük kısmı hu- dut boylarında bulunuyordu. Bunlar Le- #yon denilen kolordulara ayrılmışlardı. Romadaki Pretoryenlerin seçtiği impara- torları lejiyonlar beğenmiyorlardı. Hat- tâ Tuna boyundaki lejiyonların ilân etti- ği [mı;:lıorıkhrplık meselâ — İspanya veya ye lejiyonları da başka adamları ilân ediyorlardı. Ş 1983 senesinde Pretoryenler isyan ede- rek Pertinaksı öldürmüşlerdi. Zengin bir senatör olan Didiyüz, Pretoryenlerin Kkarargâhmın duvarları üstünden: — Beni imparator yaparsanız size şim- diye kadar verilenlerden daha çok cülüs Diye bağırdı. . Yaptılar ve paraları aldılar, Fakat hudutlardaki lejiyonlar bunu kabul etmediler. Britanya, Suriye ve Tu- na orduları kendi kumandanlarını im - Pparator ilân ettiler. Romada dört imparator vardı; ta hükümdarı (Dara) nin, ne de meşhur A- tina generalı cesur ve güzel Alkibat üe Makedonya kralı Filipin muhasaraları bu derece korkunç geçmişti. Halk ve asker omuz omüza, büyük bir cesaretle dövüşüyordu. Şehirde — kıtlık başladı. Fareler avlanıyoç ve bunların birisini" yakalayıp yiyebilenler kendile- rini mes'ut sayıyorlardı. Bir taraftan ka. dınlar yay yapmak için saçlarını keser - ken, diğer taraftan şurada burada yatan ölülerin etleri diriler tarafından yağma ediliyordu. Muhasaranın üçüncü senesi artık da - ha çok dayanamıyacaklarını anladılar ve düşmanın merhametine sığınarak şehrin kapılarını açtılar. İmparator, Bizanstaki askerlerin hep- sini kılıçtan geçirdi. Halkı soydu. Yük - sek duvarlarla kuleleri tamamile yıktır- dı ve yerle bir etti. Halbuki bu şehrin kaleleri Roma topraklarına hücum eden yabancı ve akıncı kuvvetlere karşı sağ- lam bir engel vazifesini görüyordu. İmparator yaptığı yanlışı çok yeçme - den anladı. Oğlu Antoninüs, yani Ka- rakalla da tekrar tekrar şehrin ehem - miyetinden, yeni olarak inşasından bah- setti, hattâ babasından rica etti. Bunun üzerine imparator derhai işe başladı. Yalnız kale duvarlarile kuleleri yapmakla kalmadı. Halkın çoğalması ve şehrin bir kat daha şöhret kazanması için yeni yeni sokaklar, caddeler açtırdı; sa- raylar, hamamlar, ve bunların en mü -» himmi olarak bir de Hipodrom yaptırdı. (Bizans) adını (Antoninia) ya çevir- di ise de bu isim herkes tarafından ka - bul edilemediği için kısa bir zaman son- SON POSTA Eskiden uzun romanları - sevmezdim, muharririn bize anlatmak istediği haya- ftın en ehemmiyetli sahnelerini söyle- mekle iktifa etmesini isterdim. Gerçi sa- natkâr bize birkaç satır, birkaç çizgi ile bütün bir ruhi! hâdisenin özünü hisset- tirebilen, onu bizim için âdeta elle tutu- lur hir hale getiren adamdır. Kendisinde bu kabiliyet yoksa sözünü istediği kâ- dar uzatsın, nafiledir, istediğini anlata- maz; biribiri üzerine yığdığı — sayıfalar mevzuu büsbütün karanlıklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Bu düşünceleri bugün de doğru bulu- yörüum; fakat uzun romanlarda başka bir zevk bulmağa başladım: onlar da ha- yatı olduğu gibi, yani ehemrmiyetli, e- hemmiyetsiz bütün hâdiseleri ile anlat. mıyarlar; onlar da, izah edicilik meziyeti olan hâdiseleri anlatıyor. Fakat kısa ro- manlardaki gibi bunların büyük bir e- hemmiyeti olduğunu bağırmıyor, alelâde şeylerden bahseder gibi bir eda takını- yor. Onlarda sanat, daha az göze çarptığı için, kendisini göstermediği için daha hakikidir, daha aşildir. Uzun romanın meziyeti bundan ibaret de değil: kısa roman yalnız bir şahsı, bir aileyi, nihayet bir grupu tasvir ottiği İhalde uzun român her türlü - insanları göstermek istiyor. Kısa romanda hayatı basitleştiren bir hal vardır; uzun roman ise hayatın gi- riftliğini de gösteriyor. Diyorlar ki: günler, yıllar çocuklara, gençlere uzün; yaşlılara ise kısa görü- nürmüş. Bir yıl, on yaşındaki bir çocuğa bitmez tükenmez bir zaman gibi gözük- tüğü halde elli yaşındaki bir adam için çabucak geçermiş; çünkü birinin ömrü- nün onda biri, ötekinin ömrünün ise elli- de biri... Uzun romanlara vaktile ta- hammül edemediğim halde onlara şimdi zevkle okuyabilişimin asıl sebebi belki de budur. * Paul Valöry, ne yaptığını bilmeden bir şaheser meydana getirmektense ne yap- (tığını bilerek orta halli bir manzume | yazmağı-tercih ettiğini söyler. İyi amma şilrlerini okuyanlar'da bunu, yani onun her mısraı bir maksadla, bir araştırma neticesi olarak yazdığımı hissediyor. Augüste Brdal, Cheminements'da çöy- le bir şey anlatır: İspanya'da genç bir toreador herkesin dikkatini celbetmeğe başlamış; eskiler onu pek beğenmiyor. larmış. Bir gün genç toreador büyük bir muvaffakiyet kazanmış. O gün Auguste Brdal, ihtiyar toreadorlardan biri ile ko- nüşürken: «Onun bugün yaptığı için güç olduğunu da inkâr edebilir mişiniz?, dı- İye sormuş. Toreador: <Zaor işti amma zor olduğunu herkes farketti» demiş, Paul Valâry'nin şiirlerinin zor olduğu- nu da herkes farkediyor. Sanat uzun uzun didinmelerin, yorul- maların mahsulü olabilir; fakat sana: e- serinin, keyifle, sanki oynıyarak meyda- na getirilmiş gibi. bir hali olması İlâ- zmdır, * Ecnebi dillerden tereüme edilen kitab- larda, doğrudan doğruya bizim dilimiz- Üe yazılmış gibi bir hal olmasını, tercü- me kokusu bulunmamasını istiyoruz. Hiç şüphesiz ki haklıyız: çünkü tercüme, xa- dece kelimeleri çevirmek değil, ecnebi dilde söylenmiş bir sözü iyice kavrayıp onu kendi dilimizde de olduğu gibi ifade etmektir. Fransızca söylenmiş bir sözde Fransızlar için yabancı gelen bir şey yoktur; halbuki türkçesinde o sör, fran: sızcadan tercüme edildiği hissini verirse sade bu hali, onun bozulduğunu, ona #*ihanet edildiğini» gösterir. Fakat, hiç olmazsa şimdilik, buna ta- mamile imkân yoktur: çünkü, ecnebi dillerden, bir takım fikirlerle raber onları ifade eden cümle şekillerin! de anlamağa mecburuz. Bugün tercüme e- dilen bir kitabın dili, bugün bize yaban- ci gelse bile on sene, yirmi sene sonra ftabil gelebilir. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra da yine tabilleşmemişse, yani cemiyete işliyememişse o zaman reddetmekte hakkımız olur. errermeermenereseneese erseemeeercaa e reLeeeeeeerERrEREAnArRLA ra büsbütün unutuldu. Müzemizde o devri hatırlatan ve üze- rinde Antoninia ismi kazılı bulunan taş- lar vardır. Hipodrom şimdiki Sultanahmet mey - danı ile camiin avlusundan ve diğer ta - raflarda bir çok binaların bulundukları yerlerden ibaretti. (370) metre uzunluğu ve (118,5) metre genişliği vardı. - — KDevamı H üncü sayfada) Yazan : H. H. Ewers O gün, İngiltere konsolosluğuna çaya davetli idim. İçeriye girdiğim zaman, en evvel gelen misafirin ben olduğumu gördüm. Konsolos ile annesi beni karşı - ladılar. Könsolos: —İyikı'.dı.dıbuhderctkmıddl-ı' niz. Size bir şey söyliyecektim. Beni bir koltuğa oturttu ve büyük bir tiddiyetle: — Azizim, dedi, hareketleriniz hakkıan- da hüküm vermek aklımdan bile geç - mez. Fakat Gıranadada uzun müddet kalmak ve esosyete» ye dahil almak ni « yetinde iseniz, bizim konsolosluk papazı ile alâkanızı kesmelisiniz. Şaşırdım. Kendisini şahsan tanımıyor- |dum. Yalnız, bir çok kereler, boğa gü- | reşlerinde, horoz dövüşlerinde onu, sa - bit bakışlarla mücadeleyi takip ederken ve mücadele kanlı bir safhaya girince merununiyetini sarih bir şekilde izhar e- derken görmüştüm. Bunları konsolosa söyledim ve: — İşte, dedi, bu sebepten dolaâyı onun- la görüşmemelisiniz; Pek vahği zevkleri vardır. Hattâ onun «salça» ya da merâ- kı olduğu söyleniyor. — *Salça» mı? Bu da nesi? Konsolos gülümsedi. Bana izahat ver- meğe hazırlandığı sırada, öteki davetliler geldiler, susmağa mecbur oldu. Ertesi gün, merakımdan duramadım, yanıma boğa güreşlerine ve horoz dö - vüşlerine ait çekmiş olduğum bir çok fotoğraflar alarak, gidip papazı gör - düm, ona, bunları hediye etmek iste - dim, Aldı, baktı, iade ederek: — Affedersiniz, dedi, bunlar beni alâ- kadar etmez. Hediyemin bu suretle reddedilişine ca- nimin sıkıldığını görünce, ilâve etti: — Sizi rencide etmek islemîyomm. kat'iyyen. Yalnız, beni alâkadar eden ye gâne şey, kızıl kan rengidir. Bu sözler, onun ağzında âdeta şairane bir mana alıyordu. Aramızda bir görüş- me mevzuu açıldı. Birdenbire dedim ki: — Bir «salça» da bulunmak istiyorum. Beni götürür müsünüz? Papazın rengi sapsarı oldu. Dudakları titremeğe başladı ve boğuk bir sesle sordu: — Siz «salça» nın ne olduğunu biliyor musunuz? Yalan söyledim: — Tabil biliyorum. Bana dik dik baktı; Gözleri, yüzüm « deki muhtelif kılıç yaralarına ilişti. San- ki bunlar, malümatıma kâfi bir vesika imiş gibi: — Peki! Dedi, Bir kaç gün geçrmen. na gece menüz yatmıştım ki, kapım vuruldu. Kalkıp aç- tım. Bu, bizim papazdı. — Haydi, dedi, gidiyoruz. Hemen giyindim. Onu takip ettim. Bir kelime konuşmadık, şehirden çıktık, El- hamra - vadizinden ilerlemeğe — başladık. Daro hehrinin layılarındi yaklaştığımız bİF girada, karşımığa, mantolara sarılmış üç kişi çıktı. Papaz: — Bunlar, dedi, nöbetçilerdir. Siz du- runuz. Ben gidip, konuşayım. İlerledi. Konuşmağa başladılar. İçle » rinden birisi kollarile hareket ederek yüksek sesle bir şeyler söylüyordu, Ni- hayet itirazlarını kesti. Hep birden ba- na yaklaştılar. İtiraz eden adam, şapka- sını çıkararak beni yerlere kadâr selâm- ladı. Papaz izah etti: d—Bu,pıumdur. Yani işi bu idare e- ler. Patronun daveti üzerine ilerledik. Bir mağaranın önünde durduk. Patron öne geçti, bizi içeri aldı. Papaz, cebinden pa- ra çıkardı, patrona verdi. İçeride yirmi kadar insan halka olmuşlar, oturmuş « lardı. Bir kenarda, meşaleler yanıyordu. Patron, papâzın verdiği paraları alarak Muayene etti, dişine vurdu. Kalp olma- dıklarına kanaat getirince memnuniyetle cebine koydu. Papaza sordum: a. ” — Ben de para vereyim mi? — Hayır. Siz bahse girişiniz, daha iyi olur. Sizin için daha emniyetlidir. — Hiç! Böylece anlarım suçlarına daha fazla ortak olmuş olursunuz da... .'Vh.mv um. Maamafih sordum: mek, kendilerinin boğalardan ve hor04 * lardan aşağı olfnadıklarını göstermek! binden kirli bir kâğıt çıkardı, sordu: de muhakkak kaybedesiniz. bita denilen adam, bir miktar lo denilen rakibi için bahse giriştim. Bt hisleri bire karşı üç olarak tu'ıu.!'“d a Öyle ki, neticede kaybetmem muhaf Bombita ile Lagartilloya iki hançer şal verdiler. Şalları, adamlar, rına sardılar, hançerleri ellerine Patron; kiler sinirlenmeğe, haykırmağa baf lar: ğam! Boynuzunu sapla da gı.m“m”,ı K İ — O halde siz ne diye bahse dfm*'!“' sunuz? Papaz gülümsedi: * — Ben, dedi, hiç bir vakit bahse gi rişmem, Zira, bahis, bütün manasile gö” mek, seyretmek zevkini azaltır. İ Bu esnada, içeriye beş on kişi Jl” girmişlerdi. Sabırsızlanmağa başladımdi. — Daha ne bekliyoruz? İ Patron cevap verdi: — Ayın batmasını bekliyoruz. Ve bana bir bardak aguardiente uzat tı. Teşekkür ettim, içmek istemedim. Yar kat papaz: — Alınız, dedi; biraz sonra lâzam ol cak.. iyidir. i Etrafımdakiler hepsi de içlyorlarÖ Ben de içtim. Şimdi artık ay kaybolmü' tu. Mağaranın dibinden bir kaç m: | daha getirip yaktılar. Bir taraftan da, izl kişi yavaş yavuş soyunmağa başlamış * ti, Üzerlerinde, yalnız pantalonları kalif na kadar soyundular. Halkanın ortasıl? daki boşluğa geldiler, karşı karşıya, bi daş kurup oturdular. O zaman, oturd! ları yerlerin arkalarında iri kütül geçirilmiş demir halkalar olduğunu kettim. Birisi geldi, onları, bellerin halkalara bağladı. Adamların ayakları bağlanmıştı. Öyle ki, yalnız kollarile cutlarının üst kısımları hareket edebi t liyordu, İki adama baktım. Her halde sarhaş * tular ve içmekte de devam ediyorla: Birdenbine kulakları yırtan bir gtt duydum. Döndüm. Birisi, ayakla çe' len bir bileği taşında, bir hançer biliyof! arasıra tırnağına vurup keskinliğini mW4* yene ediyordu. Papaza sordum: — Demek bu «salça» dediğiniz bir nt? | düello! — Ne düellosu!.. Sadece horoz dövüşü — Anlıyamıyorum. Bu adamlar ne ye böyle karşı karşıya geçtiler, Bir kâV” gaları mı var? Ayni kadını mı seviy0t” lar? — Hayır. Hiç bir sebep yok. Belki Ö? bunlar dünyanın en iyi ajıdışhın(w Belki de birbirlerini tanımıyorlar * | Maksatları sadece, cesaretlerini isbat & Bu aralık patron bize yaklaşmıştı. ce. — Bombita-için ktm bahse giriyor? — | İngiliz papazı, kolumdan çekti: ü — O suretle bahse girişiniz ki, nettf Zira, bu adamlar... a Dediği gibi yaptım. Bir miktar B“", | ae sol sidilaf — Haydi, dedi, başlayınız. 4 Fakat ikisi de düruyorlardı. Patt0f' y — Haydi, dedi, hayvanlar., Başlasâf Hasımlar kıpırdamıyorlardı. E"::-' ber — Haydi, Bombita.. benim güzt — Başlasana, küçük.., Senin (Devamı H üncü #