M YA BSON POSTA H Bir kadın terzisinin hatıraları İşsizlik çok fena ty.. Baş vurmadığım , çalmadığdım ka- B kalmadı. İş Permiyorlar. Gitti » yerlerde goru - Yorlar: | — Ne bilirsin? — Biraz okumam war, diyo - bum. İstihfafla ba - hurlır: — Sade okumak, Yazmak kâfi değil!. Kapilar — yüzüme hapanıyor. İ * Tramvay - kondök- irü olmak istedim.. kete baş vurdum. İ ümamı, yazmamı PZ görmediler, Es- Üİ bir kondöktör yanında —<t gön staj | Yaptım. Bu işi beceremiyeceğime bük - | .Itmq olacaklar ki erlesi günü: — Olamaz, seni alamayız. cevabını VPerdiler. * Çoluk çocuk açız.. Belediyeye müra - Kat ettim: * Bir iş verin! Dedim, münhal çöpçülük varmış. Der- u talip oldum. Nihayet çöpçü yazıl - Hum. Gerçi pek imrenilecek bır i$ de- Ülse de her halde işsiz kalmaklan iyi idi J Ğ Beni nedense Beyoğlu tarafında çalış- İtyorlar.. Bir zamanlar kaldırımlarında Klına salına dolaştığım Beyoğlunu şimdi izlemiye memurum. Arasıraı yorulun- A Çöyle bir sokak başına oturuyorum. “üuıdzn geçenleri seyrediyorum. Onla- biç biri bana bakmıyorlar. Fakat ben hepsine ayrı ayrı bakıyorum. Bilhassa nazarı dikkatimi celbediyorlar. Kadının güzel giyinişini, daha doğrusu :ıf Biyinişini görmek istiyen Beyoğ - a çıkmalıdır. Aman ne çeçit, ne çeşit hlııtlık'ıııı- göze çarpıyor. ; * Gene yorulmuş, biras dinlenmek için b kaldırım kenarına oturmuştum. Kar. ki binanın Üzerindeki tabelâyı o- ün: *Kadın terzisi» | J:ıe dikkat ettim. Bu ismi hatırlıyor- Bütün gazetelerde kendinden bah- iren bir terzi idi. En zengin kadınlar =enıuı yaptırmış olmakla iftihar © - k erdi, kapıya baktım. Girenler çıkan. goktu. Allı morlu giyinmiş, kadınlar :;anlır. Pembeli yeşilli giyinmişler çı- Otlardı. famın içinde bir çimşek çaktı: k Ne diye çöpçülük ediyorum, dedim, _eümm terzihanesi açsam. Sokak süpü- lüğünden kurtulur, rahat rahat ya- bzim * .:kâ-im. bir odalı evime döndüğüm za- n hh' meseleyi karıma anlattım. Karım l çekti. B . Evet, dedi, çok para kazanıyorlar, Yazik ki sen o işi de yapamazsın! , — Niye? .: Kadının giyimine ait bir fikrin var da? ..T Biraz okumam, yazmam var. Bir Va da fransızca konuşabiliyorum. wS Bunlar niye yarar ki.. Aylarca iş &- Yazısız hikâye Yazan: İsmet Hulüsi radın, nihayet, çöpçülükten başka — bir iş bulamadın.. — Öyle amma, kadın terzisi olurum. Hani sen bilirsin. Ben biraz da resim yaparım. — Senin resimlerin mi, onlar da resim mi? — Bir model çizmek için o kadarı kâfi! Karım: — Sen aklını bozmuşsun! der gibi yü- züme baktı. Sonra içini! çekti — BSefalet senin sinirlerini bozuyor. * Bugün işe gitmedim. Onbaşı kızsın, ça- vuş küfretsin.. Bana ne? andıktan uzun zamandır. giy- bağı.. Ay- naya baktım. Kıyafetim mükemmeldi. * 'Tevekkel — İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir! Dememişler. Evden çıktıktan biraz sonra eski bir mektep arkadaşıma tesa- düf ettim: — Ne o, ne dolaşıyorsun? — Hiç! — Ne hiçi, nerelerde idin yahut — Hiç, sen nerelerdesin? — Ticaret yapıyorum. — Barj kazanıyor musun? — Mükemmel, ya sen? Kafamda gene bir şimşek çaktı: — Behn, dedim, Paristen yeni geldim. — Ya, geziyorsun demek? — Hayır iş için gitmiştim. — Ne işi? 'Yalana başlamıştım. Artık arkasını ge- tirebilirdim: — Bazı kadın terzilerile angajmanla- rım vardı. Kendilerine yeni mevsim için modeller hazırladım, döndüm. — Demek kadın terzisisin.. — Evet! — Burada yerin nerede? İstihlafla dudak büktüm: — İslanbulda çalışmıyorum — Niye? — Burada ne iş olur ki.. Geçen kadınları gösterdim: — Bu tarzda bayağı giyinen kadınlara ben elbise yapamam.. Eski mektep arkadaşım koluma gir - di. Bir çok şeyler anlattı. İstanbulda da iyi giyinen, bugün iyi giyinen değilse bi- le iyi giyinmek istiyen kadınlar olduğu- nu.. Fakat iyi kadın terzisi bulamadık. ları için giyinmedik- lerini eğer ben bir terzihane — açarsam müthiş para kazana- cağımı uzun uzadıya anlattı: — İlyi bir fikir, ver- din, dedim. Derhal işe başlıyayım, pek ümit etmiyorum am- ma. Bir kaç bin lira zarar etsem de gene bir ehemmiyeti yok! Büu söz onu coştur- du: Epeydenberi di- linin altında evi« rip, çevirip söyliye- mediği sözü ortaya attı: — Zarardan çeki- niyorsan, bunun e- hemmiyeti yok. Sermayeyi ben koyuyo- rum. Kâra yarı yarıya ortak oluruz. Emelim tahakkuk ediyordu. Fakat ben biraz ağır almak istedim: — Yok canım, sermayeyi yarım, Ne ebemmiyeti v: —H Arkadı bi kinirsen diye!, m benim bu işi kendi n korkuyordu. Kütı: lacaktı. Dil döktü, çene yordu. Ve niha- yet ortak olduk. Hemen o gün ilk tesi - sala ve saireye sarfetmek üzere emrime elli bin liralık bir çek yazıp verdi. * Elli bin lirayı bankadan şektim, Bir o- dalı evimden, sekiz odalı bir apartımı na taşındım. Beyoğlunun göbeğinde de bir yer tuttum. Kapısının üstüne «Kadın terzisi» Jevhasını astırdım. Levhadı be- nim de ismim yazılı idi. * Bütün gazetel Bütün kibar muhitlerde adım anıüyor. Benden elbise yaptırmıyan kadınlara nis- bet veriyorlar. Bazıları şurada burada diktirdikleri elbizeleri bende diktirdik - lerini söylüyorlar, e * Elbiseleri diken ben değilim, ipliği iğ- neye geçirmekten Âciz olan ben böyle işlere kalkmadım. Sadece modeller çizi - yorum. Amma ben bu işi bilir miyim? Meğer bilirmişim. Bir röbun bir kolunu çarpuk yapıyorum, bir yeni moda oiv - yor. Bir mantonun yakasının ken: a biraz tüy koyuyorum, yeni moda oluyor. Bir kostümün ceketinin bir önünü başka kumaştan, bir önünü başka kumaştan ya- pıyorum. — Ne fevkalfide bir kostlüm! Diye herkesin hayretten ağrı açık ka- lhyor, Ve bütün bunlar benim kesemi dolduruyor. * Sayın okuyucularım, Meşhur terzinin hatıra defteri nasıl - sa bir gün elime geçti ve bu vasıtaları aynen kopya ettim. Ben bu terzinin ismini de biliyorum Fakat ne yazarım, ne de kimseye söyle- rim. Varsın gene o model çizip pata 'kı. zansın, varsın gene onun terzihanesinde giyinenler en zarif kadınların kendüeri olduklarını zannetsinler. Zarif giyindiğini zannetmek her halde gülünç bir vaziyete düşmüş olduğunu öğrenmekten daha iyidir. İsmet Hulüsi benden bahsediyorlar, | Kadın gözü ile Avrupa : Atinada bir saat kalan yolcu neler görür? Biz Akropole tırmanırken bir* fol:iıııf:ı haberimiz olmadan resmi- mizi almış, geri dönerken satmak istedi. Resim okadâr çirkin çık- mıştı ki benim gibi kadın olan arkadaşlarım almaya GBir türlü yanaşmadılar. Korent kanalı Sıcak... Rüzgârın durmasından Pireye yaklaştığımızı anladık.. Boğucu bir &1 - caklık a| ağır vapurun üstüne iniyor ve gözl 5l rengini andıran bu çıplak şehre bakarak yoruluyor. Atinayı, daha doğrusu Akrepolü ziya- rot etmek için vapurun bir iki saatlik te- vakkufundan istifade ederek çıkmak İs- tiyen yolcularda bir telâş.. pasaportları nan parası bulmak telâşı.. Böyle iken, güneş tam ba « nde imiş gibi hec taraf kav- ruluyor. hafif bir serinlik olsa, Ati- nayı ne kadar istiyerek gezeceğim. Pireden Akropole kadar gidip gelmek rde kısa bir cevelân yapmak için, mda dizilmiş bekliyen atomobillerin şoförlerile sıkı bir pazarlık yapmak lâ « zım olduğunu söylemişlerdi. Bunun için adımlarımıza takılıp, sikici sıcak kadar göğsümüzü daraltan şoförlerin ve kla- wuzların sözlerine kulak asmıyormuş gi- bi lâkayt bir tavır alıyoruz. Esasen yanı- mızda Atinayı tanıyan iki İsviçreli ar - kadaş olduğu için kılavuza ihtiyacımız yok. Geniş bir otomobile beş kişi rahatça yerleşerek yola düzüldük. Aslalt, temiz, düz yol.. Arkadaşlarımız vakit vakit ellerile işa- ret ederek gösteriyorlar: İşte üniversite. burası adliye sarayı.. büyük stadyora... Güzel heykellerin süslediği büyük bi- naları, yeşil köşeleri, şık vitrinleri, mun- tazam bahçeleri, kaldırıma doj liyen kahveleri, çabuk dönen bir sinema kordelâsı gibi, ancak görebiliy . Bu yerlerin uzaktan yaplığı tesir çok gü - zel; fakat yakından görmek için vakti - miz yok... Durmadan Akropole tırmanı- yoruz. Sıcak.. sıcak... Başımızdaki geniş ke - narlı şapkalara, gözlerimizdek; siyah göz- lüklere rağmen yüzümüzün yandığını du- yuüyoruz. Uzakta kral sarayının etrafın- daki yeşillik, bu sıcak günde, geniş bir ağacın gölgesini hasretle aratıyor. 'Tepede ilk gözüme çarpan şey, harap mâbetlerin rengi oldu... Bejle pembe a - rasında tatlı, cazip bir renk... Gözler bu- nun üzerinde durdukça daha çok dur - mak istiyor. O kadar ki, renklerine baka- yım derken, karyatidlerin kendi güzel - liklerini göremiyecek kadar gözlerim bu- ğulandı. Yanımızda, İstanbuldan gitmiş ve türk- çeyi mükemmelen konuşan bir fotoğraf- çı, bilinmez nasıl bir söylemek ihtiyacile, durmadan ve cevap beklemeden, haltâ kendisini dinleyip dinlemediğimize e« yet vermeden anlatıyor: Karyatidlerin bir tanesini, arın elinde (ken, bir Ir kümetten müsaade alarak Atina âliz lor- hangisi sahicisi Kendi kendime, İskoçyalı ginin san'at namına yaptığı bu yeti ve bu sebeple, Yunan dostu meşhur İng'- Hiz şairi Lord Byronun kıyametleri ko - pardığını düşünüyorum ve o zaman yur- | Lord El .|& dumuzun dört bucağında çıkan böyle kaymetli eserlere ehemmiyet verilmemiş olmasına bir defa daha teessüf ediyo « Tüum, 1 Akropol tepesi başlı başına bir tarih... Ayaklarımızın altında yatan taşların her bir parçası, tâ ilâhlar zamanından baş- hyarak, en yakın günlere kadar bir çok devirleri yaşatıyor: Şurada Venediklile- rin toplarile yıkılan bir mübet, beride yere yatmış türkçe bür kitabe.. daha öte- de yazısı silinmiş ve üstü toprakla ör - tülmüş, her biri başlı başına bir müzeyi zenginleştirecek kadar kıymetli taşlar... İşte uzakta Jüpiter mâbedi, Dionisos tiyatrosu, Odeone, Anfiteatr ve saire ve bütün bu yıkık yerlerde, eski ilâhların ve yüzlerce sene evvel buralarda yaşamış medeni insanların ruhları dolaşıyoc gi - bi... Fakat niçin, bu güzel tepenin, kra! sa- raymı gören tarafından aşağı doğru bak- mak istiyen gözler, bu muhteşem man « zarayı birdenbire körleten, çirkinleştiren yıkık kulübelerle, tam manasile bir ete- neke mahallesi» le karşılaşıyor? Demek, asfalt caddelerine, güzel binalarına — ve bütün temizliğine rağmen Atina hâlâ bir şark şehri olmaktan kurtulamamış... Bugün ilâhlar zamanında yaşamadığı- mız ne kadar belli; yoksa kadir Jüpiter, bir gazaplı saatinde kendi haşmetile a - lay eden bu mahalleyi mutlak bir yıldı- rımla ortadan kaldırırdı. Akşam yavaş yavaş iniyor.. Asırların eskittiği bu taşların pembe rengi kur - şunileşiyor. Hafif, bir nefes kadar hatif bir serinlik toprakların üstünü karıştı - rıyar... İnce bir toz ağır ağır yükselerek yüzlerce yılan ihtişamımı hâlü başların. da taşıyan karyatidlerin rengini soldu « ruyor. Ağır ağır yokuş aşağı iniyoruz. Bütün Atina ayaklarımızın altında şimdi... Seyyah bekliyerek sabahtan akşama kadar yakıcı güneş altında kavrulan sa « tıcılar, ellerindeki malları yüzümüze doğru uzatıyorlar: — Kartpostallar.. Güzel işlemeli bluz- lar.. D; ar... On üç, on dört yaşlarında bir çocuz, elindeki kartpostalı ısrarla görüme doğ- ru itiyor. — İstemem çocuğum. — Bakınız madam.. sizin resminiz var burada... Hakikaten elinde bizim beş kişilik gru- pümuzun resmi vardı. Açık göz Rum ço- cuğu, çetrefil türkçesile anlatmağa çalış- tı. — Siz tepeye çıkmak için buradan ge- çerken, haberiniz olmadan resminizi çeke tik. Size bir sürpriz yapmak istedik. Resimler o kadar çirkin çıkmıştı ki, yaısızlığı kadar bu da bizi kız- temiyoruz. — Amma ucuz vereceğim.. alınız. istemiyoruz. ımız, hiddetli yan çocuğun babası, yanındaki satıcı « larla dertleşiyordu. (Devamı 10 uncu sayfada)