M İZ A H Bır kadın terzisinin hatıraları İşsizlik çok fena Yazan : İsmet Hulüsi İey.. Baş vurmadığım r, çalmadıdım ka- İş | kalmadı.. #ermiyorlar., Gitti ' yerlerde soru - Horlar: KADIN TERZİSİ i — Ne bilirsin? * — Biraz okumam hım.m var, diyo - —. İstihfafla ba - T Yorlar: om— Sade okumak, ;!ınnak kâfi değil!.. Kapıilar — yüzüma Fapanıyor. - Tramvay kondök- Börü olmak istedim., —rJ irkete baş vurdum. mamı, yazmamı üfi görmediler, Es- ti bir kondöktör yanında -<t gün staj l Bu işi beceremiyeceğime hük - %ış olacaklar ki ertesi günü: V Olamaz, seni alamayız. cevabını Perdiler. - çi * — Çoluk çocuk açız.. Belediyeye müra - at ettim: | % — Bir iş verin! Dedim, münhal çöpçülük varmış. Der- ü talip oldum. Nihayet çöpçü yazıl - İ Üştim. Gerçi pek imrenilecek bır iş de- fmsedeharhaldeışsızkalmalıtan iyi idi. * - Beni nedense Beyoğlu tarafında çalış- h"Wm"lar Bit zamanlar kaldırımlarında a salına dolaştığım Beyoğlunu şimdi * hnizlemiye memurum. Ârasıra yorulun- Şöyle bir sokak başına oturuyorum. %mden geçenleri seyrediyorum. Onla- Tn hiç biri bana bakmıyorlar. Fakat ben hepsme ayrı ayrı bakıyorum. Bilhassa nazarı dikkatimi celbediyorlar. güzel giyinişini, daha doğrusu H“f Biyinişini görmek istiyen Beyoğ - ! çıkmalıdır. Aman ne çeşit, ne çeşit r hhaf;hklar göze çarpıyor. * ıuşrene yorulmuş, biraz dinlenmek için kaldırım kenarına oturmuştum. Kar- | rhdald binanın üzerindeki tabelâyı o- —Kadm terzisi» Hı_ dikkat ettim. Bu ismi hatırlıyor- Bütün gazetelerde kendinden bah- ! bâı' terzi idi. En zengin kadınlar | elbise yaptırmış olmakla iftihar e - ' kıpıyı baktım. Girenler çıkan. Çoktu. Allı morlu giyinmiş, kadınlar h?oı— hır Pembeli yeşilli giyinmişler çı- tl_fanıııı içinde bir şimşek çaktı: | k — Ne diye çöpçülük ediyorum, dedim, —üü kadın terzihanesi açsam. Sokak süpü- hıı ünden kurtulur, rahat rahat ya- * Akşam bir odalı evime döndüğüm za- hıl meseleyi karıma anlattım. Karım kldmm ı;—- Evet. dedi, çok para kazanıyarlar, Yazıiık ki sen o işi de yapamazsın! 8. * Niye? ' .:—Kıdmmımmcdtbütıkdnm h * Biraz okumam, yazmam var, Bir ."Gl da fransızca konuşabiliyorum. « — Bunlar niye yarar ki. Aylarca iş a- radın, nihayet, çöpçülükten başka iş bulamadın.. — ÜÖyle amma, kadın terzisi olurum. Hani sen bilirsin. Ben biraz da resim yaparım. — Senin resimlerin mi, onlar da resim — Bir model çizmek için o kadarı kâfi! Karım: — Sen aklını bozmuşsun! der gibi yü- züme baktı. Sonra içini çekti: — Befalet senin sinirlerini bozuyor. * Bugün işe gitmedim. Onbaşı kızsın, ça- vuş küfretsin.. Bana ne? Evdeki sandıktan uüzun zamandır giy- mediğim elbisemi çıkardım. Karım ütü- ledi. Bir gömlek, bir de boyunbağı.. Ay- naya baktım. Kıyafetim mükemmeldi. * birw Tevekkeli: — İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir! Dememişler. Evden çıktıktan biraz sonra eski bir mektep arkadaşıma tesa- düf ettim: — Ne o, ne dolaşıyorsun? — Hiç! — Ne hiçi, nerelerde idin yahu? — Hiç, sen nerelerde$in? — Ticaret yapıyorum. — Bari kazanıyor musun? — Mükemmel, ya sen? Kafamda gene bir şimşek çaktı: — Ben, dedim, Paristen yeni geldim. — Ya, geziyorsun demek? — Hayır iş için gitmiştim. — Ne işi? Yalana başlamıştım. Artık arkasını ge- tirebilirdim: — Bazı kadın terzilerile angajmanla- rım vardı. Kendilerine yeni mevsim için modeller hazırladım, döndüm. — Demek kadın terzisisin.. — Evet! — Burada yerin nerede? İstihfafla dudak büktüm: — İstanbulda çalışmıyorum — Niye? — Burada ne iş olur ki.. Geçen kadınları gösterdim: — Bu tarzda bayağı giyinen kadınlara ben elbise yapamam.. Eski mektep arkadaşım koluma gir - di. Bir çok şeyler anlattı. İstanbulda da iyi giyinen, bugün iyi giyinen değilse bi- İte iyi giyinmek istiyen kadınlar olduğu- nu. Fakat iyi kadın terzisi bulamadık- ları için giyinmedik- lerini eğer ben bir. terzihane — açarsam müthiş para kazana- cağımı uzun uzadıya anlattı: — İyi biı- fikir, ver- Bir kaç bin 1ira zarar etsem de gene bir ehemmiyeti yok! Bu söz onu coştur- du: Epeydenberi di- linin altında — evi- rip, çevirip söyliye- mediği sözü ortaya attı: — Zarardan çeki- niyorsan, bunun e- hemmiyeti yok. Sermayeyi ben koyuyo- rum, Kâra yarı yarıya ortak oluruz. Emelim tahakkuk ediyordu. Fakat ben biraz ağır almak istedim: — Yok canım, sermayeyi ben de ko - yarım, Ne ehemmiyeti var ki.. — Hani sen zarardan çekinirsen diye!.. Arkadaşım benim bu işi kendi başıma yapacağımdan korkuyordu. Kârından o« | lacaktı. Dil döktü, çene yordu. Ve niha- yet ortak olduk. Hemen o gün ilk tesi - sata ve saireye sarfetmek üzere emrime elli bin liralık bir çek yazıp verdi. * Elli bin lirayı bankadan şektim. Bir o- dalı evimden, sekiz odalı bir apartıma - na taşındım. Beyoğlunun göbeğinde de bir yer tuttum. Kapısının üstüne «Kadın terzisir levhasını astırdım. Levhada be- nim de ismim yazılı idi. * Bütün gazeteler benden bahsediyorlar. Bütün kibar muhitlerde adım anılıyor. Benden elbise yaptırmıyan kadınlara nis- bet veriyorlar., Bazıları şurada burada diktirdikleri elbiseleri bende diktirdik - lerini şöylüyorlar. * Elbiseleri diken ben değilim, ipliğ: iğ- neye geçirmekten âciz olan ben böyle işlere kalkmadım. Sadece modeller çizi - yorum. Amma ben bu işi bilir miyim? Meğer bilirmişim. Bir robun bir kolunu çarpuk yapıyorum, bir yeni moda oilu - yor. Bir mantonun yakasının kenarına biraz tüy koyuyorum, yeni moda oluyor. Bir kostümün ceketinin bir önünü başka kumaştan, bir önünü başka kumaştan ya- pıyorum. — Ne fevkalâde bir kostüm! * Diye herkesin hayretten ağzı açık ka- hyor. Ve bütün bunlar benim kesemi dolduruyor. * Sayın okuyucularım, i Meşhur terzinin hatıra defteri nasıl - sa bir gün elime geçti ve bu vasıtaları aynen kopya ettim. Ben bu terzinin ismini de biliyorum. Fakat ne yazarım, ne de kimseye söyle- rim. Varsın gene o model çizip para ka- zansın, varsın gene onun terzihanesinde giyinenler en zarif kadınların kendileri olduklarını zannetsinler. Zarif giyindiğini zannetmek her halde gülünç bir vaziyete düşmüş — olduğunu öğrenmekten daha iyidir. İsmet Hulüsi L Yazısız hikâye: İntikam Kadın gözü ile Avrupa : Atinada bir saat kalan yolcu neler görür?” * 4 x Biz Alıropolı tırmanırken bir fotoğrafçı haberimiz olmadan retsmi- mizi almış, geri dönerken satmak istedi. Resim okaddr çirkin çık- mıştı ki benim gibi kadın olan arkadaşlarım almaya Gbir türlü yanaşmadılar. Yıııiıı Muazzoez Tahsin Korent kanalı Sıcak... Ru;gâun durmasından Pireye yaklaştığımızı anladık... Boğucu bir sı - caklık ağır ağır vapurun üstüne iniyor ve gözler, çöl rengini andıran bu çıplak şehre bakarak yoruluyor. Atinayı, daha doğrusu Akrepolü ziya- ret etmek için vapurun bir iki saatlik te- vakkufundan istifade ederek çıkmak is- tiyen yolcularda bir telâş.. pasaportları almak, Yunan parası bulmak telâşı... . Saat beş... Böyle iken, güneş tam ba - şımızın üstünde imiş gibi her taraf kav- ruluyor. Ah, hafif bir serinlik olsa, Ati- nayı ne kadar istiyerek gezeceğim. Pireden Akropole kadar gidip gelmek ve şehirde kısa bir cevelân yapmak için, rıhtımda dizilmiş bekliyen otomobillerin şoförlerile sıkı bir pazarlık yapmak lâ - zım olduğunu söylemişlerdi. Bunun için adımlarımıza takılıp, sıkıcı sıcak kadar göğsümüzü daraltan şoförlerin ve kla- vuzların sözlerine kulak asmıyormuş Bgi- bi lâkayt bir tavır alıyoruz. Esasen yanı- mızda Atinayı tanıyan iki İsviçreli ar - kadaş olduğu için kılavuza ihtiyacımız yok, Geniş bir otomobile beş kişi rahatça yerleşerek yola düzüldük. Asfalt, temiz, düz yol... Arkadaşlarımız vakit vakit ellerile işa- ret ederek gösteriyorlar: İşte üniversite.. burası adliye sarayı.. büyük stadyom... Güzel heykellerin süslediği büyük bi- naları, yeşil köşeleri, şık vitrinleri, mun- tazam bahçeleri, kaldırıma doğrüu iler - liyen kahveleri, çabuk dönen bir- sinema kordelâsı gibi, ancak görebiliyoruz. Bu yerlerin uzaktan yaptığı tesir çok gü - zel; fakat yakından görmek için vakti - miz yok... Durmadan Akropole tırmanı- yoruz. Sıcak.. şıcak... Başımızdaki geniş ke - narlı şapkalara, gözlerimizdek;i siyah göz- lüklere rağmen yüzümüzün yandığını du- yuyoruz. Uzakta kral sarayının etrafın- daki yeşillik, bu sıcak günde, geniş bir ağacın gölgesini hasretle aratıyor. Tepede ilk gözüme çarpan şey, harap mâbetlerin rengi oldu... Bejle pembe a - rasında tatlı, cazip bir renk... Gözler bu- nun üzerinde durdukça daha çok dur - mak istiyor. O kadar ki, renklerine baka- yım derken, karyatidlerin kendi güzel - | liklerini göremiyecek kadar gözlerim bu- ğulandı. Yanımızda, İstanbuldan gitmiş ve türk- çeyi mükemmelen konuşan bir fotoğraf- çı, bilinmez nasıl bir söylemek ihtiyacile, durmadan ve cevap beklemeden, haltâ kendisini dinleyip dinlemediğimize e- hemmiyet vermeden anlatıyor: — Karyatidlerin bir tanesini, Atina Osmanlıların elinde iken, bir Ingiliz lor- du, hükümetten müsaade alarak memle- ketine götürüp yerine bir sahtesini koy- durmuş, fakat öyle iyi taklit edilmiş ki bilmiyen bir insan bunların hangisı sah- tesi, hangisi sahicisi olduğunu anlıyamı- yaor. Kendi kendime, İskoçyalı Lord El - ginin san'at namına yaptığı bu cinayeti ve bu sebeple, Yunan dostu meşhur İngi- Hz şairi Lord Byronun kıyametleri ko - '. /"pardığını düşünüyorum ve o zaman yur- “ dumuzun dört bucağında Ççıkan böyle kıymetli eserlere ehemmiyet verilmemiş olmasına bir defa daha teessüf ediyo « rum. | Akropol tepesi başlı başına bir tarih... Ayaklarımızın altında yatan taşların hen bir parçası, tâ ilâhlar zamanından baş- lıyarak, en yakın günlere kadar bir çok devirleri yaşatıyor: Şurada Venediklile- rin toplarile yıkılan bir mâbet, beride yere yatmış türkçe bir kitabe., daha öte- de yazısı silinmiş ve üstü toprakla ör - tülmüş, her biri başlı başına bir müzeyi zenginleştirecek kadar kıymetli taşlar... İşte uzakta Jüpiter mâbedi, Dionisos tiyatrosu, Ödeone, Anfiteatr ve sajire ve bütün bu yıkık yerlerde, eski ilâhların ve yüzlerce sene evvel buralarda yaşamış medeni insanların ruhları dolaşıyor gi - bi... Fakat niçin, bu güzel tepenin, kra! sa- rayını gören tarafından aşağı doğru bak- mak istiyen gözler, bu muhteşem man « zarayı birdenbire körleten, çirkinleştiren yıkık kulübelerle, tam manasile bir «te- neke mahallesis le karşılaşıyor? Demek, asfalt caddelerine, güzel binalarına ve bütün temizliğine rağmen Atina hâlâ bir şark şehri olmaktan kurtulamamış... Bugün ilâhlar zamanında yaşamadığı- mız ne kadar belli; yoksa kadir Jüpiter, bir gazaplı saatinde kendi haşmetile a « lay eden bu mahalleyi mutlak bir yıldı- rımla ortadan kaldırırdı. Akşam yavaş yavaş iniyor.. Asırların eskittiği bu taşların pembe rengi kur - şunileşiyor. Hafif, bir nefes kadar hafif bir serinlik toprakların üstünü karıştı - riyor... İnce bir toz ağır ağır yükselerek yüzlerce yılın ihtişamını hâlâ başların- da taşıyan karyatidlerin rengini soldu - ruyor. Ağır ağır yokuş aşağı iniyoruz. Bütün Âtina ayaklarımızın altında şimdi... Seyyah bekliyerek sabahtan akşama kadar yakıcı güneş altında kavrulan sa « tıcılar, ellerindeki malları yüzümüze doğru uzatıyorlar: — Kartpostallar.. Güzel işlemeli bluz- lar.. Dantelâlar... On üç, on dört yaşlarında bir çocuz, elindeki kartpostalı ısrarla gözüme doğ- ru itiyor. — İstemem çocuğum. — Bakınız madam.. sizin resminiz var burada... Hakikaten elinde bizim beş kişilik gru- puümuzun resmi vardı. Açık göz Rum ço- cuğu, çetrefil türkçesile anlatmağa çalış- İ — Siz tepeye çıkmak için buradan ge- çerken, haberiniz olmadan resminizi çek- tik. Size bir sürpriz yapmak istedik. Resimler o kadar çirkin çıkmıştı ki, çocuğun saygısızlığı kadar bu da bizi kız- dırmıştı. — İstemiyoruz. — Âmma ucuz vereceğim.. alınız. — Hayır, resmi yırt at.. istemiyoruz. Bunları İsviçreli arkadaşımız, hiddetli bir sesle söylüyordu. Arkada bize bu «güzel!» sürprizi hazır- lıyan çocuğun babası, yanmdakı satıcı « larla dertleşiyordu. * c (Devamı 10 uncu sayfada)