6 Mart 1937 Tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 4

Saatlik sayfa görüntüleme limitine ulaştınız. 1 saat bekleyebilir veya abone olup limitinizi yükseltebilirsiniz.

Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

. M a 6 Sayfa Bir Si—livri : İstanbul seyahatının intıbaları - * * x Otomobil çamura gömülü.... Şoförlerden biri arabanın önüne yığılı çamurları kucak kucak kenara taşıyor. Öteki kenardan tekerlek- lerin altlarına etek etek taş getiriyor. Çamurdan hiçbir taraf- ları gözükmiyen şoförlerin birbirlerine “ Sen misin Mustafa ? ,, “ Sen misin Tevfik ? ,, diye seslenmelerini hâlâ duyuyor gibiyim. Yazan: — Naci Sadullahtan hâlâ bir ha - ber yok mu? — Yok,.. Aratmadığımız yer kalma- dı... Ne bilen var, ne gören! — Başına bir kaza gelmiş olmasın! Matbaada, bulundukları odaya gir - diğimin farkma varmıyan dostlarım, benden böyle bahsediyorlardı Beni karşılarında görmek gözlerindeki hak- lı endişeyi giderebildi. Fakat kılığımın çok aşikâr perişanlığına bakınca, hep- si de, sevinçlerinden evvel hayretleri- ni, ve meraklarını ifadeleştirdiler: — Bu ne hal böyle? — Geçmiş olsun yahu? ç Ben, uzatılan elleri sıkamıyorum: Çünkü çamur, tırnaklarımdan dirsek - lerime kadar siyah bir eldiven gibi geçmiş... Altıma sürülen sandalyeye oturamı- yorum: Çünkü tabanımdan saçlarıma kadar bulaşan çamur benimle, ıslak kerpiçten yapılmış bir insan heykeli a- rasında çok az fark bırakmış. Tıpkı etrafa sirayet etmekten çeki - nen merhametli bir hastalık gibi hiç kımıldanmadan duruyorum. Dostiarım beni, müthiş facialardan” kurtulmuş garip bir kazazede gibi merhametle, hayretle, tecessüsle süzüyorlar, ve sü- kütumun büsbütün kamçıladığı bir merakla soruyorlar: — Nerelerdeydin? — Bu hale nasıl girdin? Nthayet içlerinden Hirisi, avuçla - ranın gamura bulaşmasını dahi göze alıp yakama sarılıyor: — Anlatsana yahu? Sen çamurdan kurtulmuşsun amma, eğer biraz daha susarsan biz meraktan boğulacağız! Anlıyorum ki, sükütu biraz daha de- wam ettirirsem, benim için sua: yağ - muru altında boğulmaktan kurtul - mâk, çamur deryası içinde boğulmak - tan kurtulmaktan zor olacak. Bir sandalyeye yaydığım eski bir ga- zete üzerine yerleşiyorum, çamurlu| paketimden çamurlu bir sigara çıkarıp, çamurlu kibritimle yakıyorum. Ve ça- murlu maceramın hikâyesine girişiyo- rum: Ortadan tam iki gece, üç gün kaybo- luşumun, onları hiç istemeden endişe- ye düşürüşümün, ve hepsini hayrete boğan o perişan kılığa girişimin, ber- taraf edilmesi elimde olmıyan sebep - lerini anlatıyorum. Beni bazan güle- rek, bazan şaşarak, bazan kızarak din- liyorlar. Ve ben susar susmaz hemen hep bir ağızdan kışkırtıyorlar: — Yazsana bunları!., O anın, kılığım kadar perişan haleti ruhiyesi içinde, karşıma dikilen fo - toğrafçının objektifinden kaçınmayı bile akledemiyorum. Bu suretle de, muzip dostlarım, arzularını yerine ge- tirmemi bir emri vaki haline sokmuş oluyorlar. Ve ben bugün, boynuma borç olan işi görüyorum, onlara anlat- tıklarımı size yazıyorum! Koca İsîanbulun. gazeteci kalemile eşelenmedik köşesi kalmadı. Ve biz, mevzularımızın hududunu şehir hari- cine doğru genişletmeyi tasarladık. Ve tatbikma devam edeceğimiz bu çok ye- rinde niyetle de, işe evvelâ yakınlar- dan başlamayı, ve ilk seyahati Silivri- ye yapmayı kararlaştırdık. Bana bu ka- rarı verdiren meslekdaş: — Şilivri " diyordu... — Şuracıkta, burnumuzun dibinde.. Hem ora- nın,; kayda değer bir çok hu- susiyetleri de vardır... Meselâ Silivri- nin yoğurdu meşhurdur. Gidip te sade Silivri yoğurdunun nasıl yapıldığmı görüp yazsan bile kâfi!. Az sonra, her gün Sirkeciden Siliv- riye gidip gelen ötobüsün şoförile ko - nuşuyorum: — Biz, dior. Buradan her gün saat on dörtte kalkarız. Ve geteyi Silivride geçirip, ertesi sabah saat 8.30 da ora:- dan İstanbula hareket ederiz!. Geceyi Silivride geçirmek işime gel- miyor. Benim mütereddit ve isteksiz Naci Sadullah Altıma sürülen iskemleye eturamıyorum. Çünki tabanımdan — saçlarıma kadar — bulaşan — çamür benimle, ıslak topraktan yapılmış bir insan hey- keli arasında çok az fark bırakmış ! dudak büküşüm, nedense şoförün gu - ruruna dokunuyor: — Zaten, diyor, gelmek isteseniz de götüremeyiz sizi.. Çünkü otobüse on sekiz kişiden fazla yolcu alamayız. Ve mevcut yerler de, daha sabah'lan tutul du!., Büu cevap beni, seyahatimı bir gün | isonraya atmak mecburiyetinde bırakı- yör, Verilmiş bir karardan dönmek râddesinde kalmanın hoşnüutsuzluğu içinde Babıâli yolunu tutuyorum. Bi- zim meşhur yokuşun başınrda, tesadüf beni, bildik bir şoförle karş:laştırıyor. Selâmlaşırken, kabule müsait bir ce - vap ummamanın verdiği ümitsizlikle soruyorum: « — Beni Silivriye götürüp getitir mi- sin Mustafa? Bu sualime hiç tereddütsüz: — yVGideriz bayım! cevabını ve- ren Mustafanin, ummadığım ka - dar müsait bir ücret — isteme - si. bana, vaz geçmek — mecbu - riyetinde kaldığım kararı fatbik im - kânını kazandırıyor: Şoför Mustafa, ve onun eskı araba - sını işleten şoför Tevfik hiç vakit ge - çirmeden silivri yolunu tütuyoruz! Kısa'seyahatimizin asfaltın nihayot- lendiği noktaya kadarki kısmı, en şai- rane tasvirlerin ilhamını verebilecek kadar zevkli geçiyor. Fakat sabık Bigados, lâhik Selimpa- şa köyile Silivri arasındaki kısa me - safe bize bütün bunları unutturuyor. Çünkü Bigados köyünden ÇI- karken; takip ettiğimiz yol bir patika halini alryor. Ve otomobil, bir manda çarabası ağırlığile ilerlemek mecburi - yetinde kalıyor. Hele az sonra, kuru - muş çamurları; üzerinden isimleri ve hudutları silinmiş bir kabartma hari - taya dönmüş olan yolda, otcmobil, di- ri diri kızgın tavaya atılmıs bir koca hamsi gibi zıp zıp sıçrıyor. Otamobilin tekerleklerini, çamur - lu zamanda oradan geçmiş olan nakil vasıtalarının bıraktıkları derin. izlere kaptırmamak için, adım başında bin çareye baş vuruyoruz. Şoförler müte- madiyen: — Bereket, diyorlar, yağmur yağ - mamış'.. Eğer buralar ıslak - olsaydı, içinden çıkılmaz bir bataklık halini a- hrdı! Ve işte, bütün facia, şoförleri gi - derken korkutan bu tehlikeye, dönüş- te uğramamızdan doğuyor. Vâkıa ha- reket etmek için, başlamış olan yağ- murüf dinmesini bekliyoruz, fakat o zamana kadar da yağmur şeçeceğimiz yolun, o kuruüyken bile güç aşılan kıs- mını tutkallı ve yağlı bir bataklık hali- ne sokmuş bulunuyor. Biz de üzerinden uçarak geçemiye- SÖON POSTA ız£"1wüüğa⣣ğ%!i “ Biz Türkçe konuşmiyacağız! ,, Bir gazeteye beyanatta bulünan Mu sevi cemaati reisi Marsel Franko, İstan buldaki Musevilerin türkçe konuşmala rı hakkında demiş ki: — Buü iş küçük merkezlerde daha ko laylıkla tatbik edilebilmiştir. Fakat İs- tanbulda pek o kadar kolay olmıyacak tır. Burada yalnız elli bin Musevi var- dır. Bunlara evvelâ türkçeyı öğretmek, bunun için bütün talebeyi Türk mek- teplerinde veya daha ziyade Türkleş- miş Musevi mekteplerinde okutmak lâ zımdır. Bu suretle yetişen talebe za- ten kendiliğinden türkçe konuşacaktır. Bay Marsel Franko, türkçe bilmedik lerini söylediği elli bin kişiden bıridir. Türkçe bilmedğine nazaran da kendi- sine müracaat eden gazeteci ile konu- şabilmesi için herhalde bir tercümana ihtiyaç hâsıl olmuştur. İhtimal tercüman da türkçeyi iyi bil mediğinden Frankonun sözlerini gaze- t teciye yanlış tercüme etmiştir. Marsel Frankonun elli bin Musevi- |nin elli bininin de türkçe bilmedikle- |. rini iddia edeceğini hiç zannetmem. Sonra beyanatın şu kısmını da yanlış tercüme edilmiş olacak: Bay Franko, «Bütün talebeyi Türk mektepierinde veya daha ziyade Türkleşm'ş Musevi mekteplerinde okutmak lâzımdır.» Dememiştir. Dese dese şunu demiş- tir: «Bütün talebeyi türkleşmiş Musevi mekteplerinde, daha ziyade Türk mek teplerinde okutmak lâzımdır.» Hele asla * «Bu suretle yetişen talebe zaten ken diliğinden türkçe konuşacaktır.» Diyip bugünkü nesli : — Türkçe öğrenmediğimiz için türkçe konuşmıyacağız! : Sözünü söylemeye teşvik etmemiş - tir. İMSET ceğimiz bu bataklığa gömülüyoruz. O- tormdblli kurtarmıya çalışmaktan, ve otomobili kurtarmıya çalışabilmek için de çamura gömülmekten başka çare kalmıyor. Çünkü, şiddeti gittikçe artan müthiş bir ayaz ve tipi altında, ne donmadan Biğados köyüne kadar yürüyebilmiye, ne Silivri kazasına kadar dönebilmi - ye, ne de saplandığımız yerde ümitsiz ümitsiz tesadüflerin yardımını bekle - miye imkân var!.. memiz, otomobili kurtarabilmemize bağlı... Ve bizim, canımızı dişimize ta- kariasına çabalamamız da, çamura sap: lanan otomobili değil, çamura sapla- nan hayatlarımızı kurtarmak için!. Burnunun dibinde bulunduğumuz İStanbul bizden öyle uzak kı.. Kendimizi içinde bir milyona yakın insan yaşıyan, ve sokaklarında eşek görmiye bile tahammül kadar medenileşmiş'koca bir şehre iki saat mesaflede sanabilmemize imkân yok;.. Şoför Tevfik, otomoabilin önüne yı- ğilan çamurları kucak kucak kenara ta- şiyor. Şoför Mustafa, patinaj vapma - maları için, tekerleklerin altlarına e- tek etek taş getiriyor. Ve ben, kopan bir tekerlek zincirini tamire çabalar - ken: «İş başa düşünce kaptan pasa kü- rek çeker!» darbı meseline gülemiyo - rum, Şoför Mustafanın üstüne titsediği yepyeni esvabı, çamurdan bir tuluma dönmüş. Benim ondan geri kalır yanım yok. Hele Tevfik, iyice yüz göz olduğu çamurların içinde hemen hemen kay- bolmuş. Size mübalâğalı bir şaka gibi gelecektir amma, ben, çamurdan hiç bir tarafları gözükmiyen şoförlerin birbirlerini: — BSen misin Müus'afa? — Sen misin Tevfik? diye dürtüp sorarak bulduklarını, tanıdıklarını ha- tırlıyorum! Bir aralık direksiyon tut - mak için, kenardaki yağmur gölcü - günde elini yıkamıya giden Tevfiğin: — Yahu... Çamurların içinden elimi bulup çıkaramıyorum! diye eseflenişi- ni unutamıyorum! O arada, bir öküz arabasının bize yaklaştığını görünce, tesadüfün vüzü- müze tam sırasında güldüğünü sani - yoruz: Tabiate mağlüp olan medeniye- Binaenaleyh, hayatımızı kurtarabil. ) edemiyecek ' Meşhut suçlar kanununun faydalı neticeleri Mahkemedeki işler azaldı. Fakat çocuklar suçlarının çoğaldığı görülüyor ve ıslahhaneler açmak icap ediyof Meşhut suçlar kanununun geçen yı- lın sonuna doğru, Teşrinievvelin başın az fazla bir müddet içerisinde, elde edi len neticeler müsbettir. Meşhut suçlar gün günden azalmaktadır. Kanun tat- bik edilmezden evvelki vazıyetle bu günkü vaziyet arasında, bariz bir fark vardır. Bu fark, meşhut suçlara da münha- sır değildir. Binnetice, umumi hüküm- lere tâbi olan suçlar da eskimekte, is- tintak dairelerine ve ceza hakyerlerine verilmsi gerek olan suçlar da, müddei umumiliğe, eskisine nisbetle daha az gelmektedir. Aradan bir bu kadar zamar: geçtik- ten sonra, vaziyetin bir kat daha lehte değişiklik göstereceği ve daha fazla za- manla da, kat kat düzeleceği kuvvetle umulmaktadır. lanan hırsızlık suçlularından - birçoğu- nun, çocuklar olduğu görülmektedir. Bunlar, muhtelif yaşta, fakât en ziya- de 12 - 14 yaşlarındaki çocuklardır. Çocuk suçlular, hemen umumiyetle suçlarını açıkça söylemekte, bu arada hattâ «ben vaktiyle filân yerden de fi- da tatbikına girişilmişti. Beş aydan bir | Öte taraftan, son zamanlarda yaka-|, lân şeyleri aşırmıştım!» gibi, yakalağ" malarile ilgili olmıyan suçları da sâ dökmektedirler. Fakat, bunlar hapishanelere göndd! lememekte, saliverilmektedirler, kü, ceza kanununda yapılan tadi nazaran, 15 yaşını tekmillemiş olmi * yan çocuklar, ceza müddetlerini mü ka ıslahhanelerde geçireceklerdir. nüz ıslahhanler kurulmadığına göre © 18 yaşına gelince yakalanıp cezalari pishanede çektirilmek üzere, şimdi sali verilmeleri lâzım gelmektedir. ; Kndilerine cezal mes'uliyet t,eveclîıîh «&den büyük yaştaki kimselerin çı:ıcl'-lkjı rı hırsızlığa sevkederek, kendi hesâf' larına çalıştırdıkları ve onların ha konulamayışlarından istifadeye başvVif dukları, onları elaltından idare ede!'e' kendileri gölgede kaldıkları sanı tadır. Bu itibarla, ıslahhanelerin bir an _""ı vel kurulması ve çocuklarda bu Sıh’ temayüller uyanmasının, kendileri büyük yaştakiler tarafından istismaf dilmesinin önüne geçilmesi, icap €© ,mektedir. Alâkadarların bu nokt nazarı dikkate almış ve tetkikata bit lamış oldukları da şüphesizdir. Babalık icabı işlemediği işlemiş gibi itiraf eden adam AMAĞ .suçu kendi Mesrur oğlu Âsaf, iki hırsızlıktan suç lu ve mevkuf: Üçüncü cezada duruş - ması yapılıyor. 'Tıknazca, orta boylu bir adam! Bu iki hırsızlıktan biri, Beyazıtta olmıyan kilidi kırılarak yapılmış ve içe riden yatak takımları aşırılmış. Diğeri, Akbıyıkta olan bir hırsızlıktır, ki: bun- da da bir zerzevatçı dükkânının açık duran kapısından içeriye girilerek, bir kadın fanilasile bir kadın atkısı aşırıl- mış. Mesrur oğlu Asaf, bu davada çalmak tan suçlu. Fakat, başka bir suçu da var: İbrahim adlı, esmer, dinç tavırlı bir a- dam! Bu da, çalınmış malı, çalındığını bilerek satın almaktan suçludur. İbrahim, tamamile inkâr - ediyor, «ben, çalınmış olduğunu bi:erek mal satın almadım» diyor. Hırsızlık suçlu- suna gelince, Mesrur oğlu Asaf, şu yol da cevap veriyor: — Yatak takımlarını çalan ben de- ğilim. Bu İbrahimdir. Bunları bana sat mak istedi. Ben, şüphelenip almak is temeyince, bana ölkelendi. Bu yüzden suçu bana yükletiyor! Hattâ, İbrahimin evinin sahibi Osmanın karısı bilir bu çişin içyüzünü! — Ya öteki iş? Akbıyıktaki ? — Haaa, onuü da ben yapmış değilim, â&ama üstüme aldım! — Neden ? — Eh, ne yapayım? Babalık icabı! — Babalık icabı da ne demek? — Ne demek olacak? Oğlumu koru- mak istedim. Çünkü, her nasılsa bir ca bir handaki oda kapısının pek muhkem |. Kendini müdafaa edeceği yerde ikinci suçluyu göstefîf yor ve onun evvelce de mahkemeye verildiğini söylüy? hillik etmiş, Dükkânın kapısını açık & rünce dalmış içeriye, atkıyla fanilâ alıvermiş eline! Çocuk aklı bu! BöY” şeyin kanunen yasak olduğunu, ne. ” lecek! Duruşmada beş şahit dinlenildi. Bü arada araştırmayı yapan polisler d& şahitlerin dinlenilmesi tamam olundâr duruşmanın tahkikat safhası da tam” lanmış oldu ve müddeilumumi muav Feridun Bağana, Mesrur oğlu Âs her iki hırsızlıktan, İbrahimin de çâîî miş malı çalındığını bile bile satın maktan cezalandırılmalarını ıstedi. — Dosyadaki bir kayıttan yatak tak’”.ı larının yeni iken otuz lira değerin” olduğu, fakat kullanılmış — bulundu?” | anlaşıldı. ie İbrahim, müdafaasını, başta kaydfu tiğimiz gibi yaptı, kısaca Mesrur Oglt_ Asafa gelince, o da, yukarıda kaî'd,a tiklerimizi tekrarla beraber, sözleri" şunları kattı: — Bü İbrahim, 'evvelce bir dikiş mt | kinesi meselesinden de mahkemeye g; | miştir. Bundan da edindiklerimin d* ruluğu anlaşılır. O... Hırsızlık suçlusu, «O» diye bâşhyîıp w birçok cümleyle, asıl suçlunun İbrah b olduğunu iddiaya devam etti. Fakâ şöyle ihtarla karşılandı: — Sen onu birak ta kendinı faa et! ir | Necip Nadir, Hüseyin ve Tahir, *?7 hâdisede babalık icabı kendini yak"'n ğından ve bir vak'ada bir yaban€if! suçu kendisine yükletildiğinden» seden adamla, öteki hakkındaki kaâ'? müzakere edecekler! H müd” | ti öküzlerin arabasına bağlıyoruz. Fakat gelin görün ki cılız öküzler de saplandıkları yerde kalıyorlar. Ve biz otomnobili unutup o biçareleri kurtar - mıya koyuluyoruz! Tam ellerimizi ümitsiz ümitsiz bel- lerimize koyacağımız sırada, şoför Tev- fik karavı seçmiş bir kristof Kolomp tayfası gibi bağrıyor: — Otobüs geliyor! İstanbula çoktan vardığını sandığı- mız otobüsün, tesadüfen geç kalmış ol- duğunu görerek bize, tasavvur edebi- leceğiniz kadar geniş bir sevinç veri - yor, Saplandığımız sahayı güç halle a- şan otobüs, çamur deryasınm selâmet sahiline varınca, bize halatm: atıyor. Otomobilin dingillerine bağlanan bu halata, bütün otobüs yolcuları birden yapışıyorlar. Hepsi de, ucüna Can çi takılmış bir ağı çeken bhirer bahğa" gayretile asilıyorlar: Ve otomobilir " layısile hayatlarımızın manasız. & |yesiz bir ölümden kurtulmasından ğan haklı bir sevinç içinde biz, Ot? sün mert şoförü Muharreme, ve iV! y rekli yardımcılarımıza teşekkürü unutuyoruz. O teşekkür borcunu burada a€Ik derken biçare Silivrinin şüpheli ** , betâni düşünüyorum. Eğer Sil_“"!ı:â İstanbul yolu, bu kabil kazalara ım'bii bırakmıyacak hale sokulmazsa, tal” toprağı kadar zengin görünmiyeP . vallı kaza; tez günde nefis ve â$ )râl’ ğurdile değil, berbat ve kara çami” meşhur olacak demektir. avs! İ tal Naci Sadu

Bu sayıdan diğer sayfalar: