SON POSTA Yuğonlayga do ktplaras Yugoslavlar harpten sonra bir çok şehirleri imar ettiler Türk gazetecileri Zağrebi ziyaret ettikleri gün nezafet memurları grev yapmışlardı. Fakat cadde —t — Teğrep - 9 - 9 < 936 Belgradda gördü- ğömüz ikramı söy- lemekle bitiremem. Sabah, akşam, ziya- fetten ziyafete koş- tuk. Bize si De, çırpınırcasına, ik- ram eden matbuat müdürü — dostumuz Lakoviç ile onun kıymetli muavinle- ri, Yugoslav payi- tahtında üç günlük misafirliğimizi unu- tulmaz Bir hatıraya kalbetmek için ça- lıştıklarından maa- da, Skupçina reisi Mösyö Çiriç ile na- urlardan Bay Şevki Behmen de bize bi- ser ziyafet çektiler. Bu arada, sefiri- miz Haydar Aktayın da lütüfkârlığını unutmamalıyım. En değerli diplomatlarımızdan olar Hay - 'dar Aktay burada kendini pek çok sev- İlirmiştir. Bizim için verdiği suvarede Belgradın en seçkin ve yüksek sima - larile tanıştık. O gün Bükreşe hareket eden başvekilden maada bütün nazır - lar orada idi. Kendilerile, hep Türk - Yugoslav dostluğundan konuştuk. Yugoslavların bizim — dostluğumuza atfetlikleri fevkalâde ehemmiyetten artık bahsedecek değilim. Bu dostluk ve bu duygu burada artık her ferdin gön- lünde yerleşmiş, kökleşmiştir. Sofra - da, salonda, teati edilen nutuklarda, hususi sohbetlerde, resmi beyanatta mevzuü hep budur. Ve matbuat müdürlüğünün hazırla- dığı program mucibince Belgraddan ay- mılıp ta yola çıktığımız zaman, bize tıp- kı kendi yurdumuzdan ayrılıyoruz gibi geldi. Bu sabah saat yedi buçukta trene bindik. Asımın şemsiyesi gene koltu - ğunda. Falihin çenesi durmadan işli - yor. Emin not alıyor. Kâzım ile ben ge- vezelik ediyoruz. Tren hareket etti. Yavaş yavaş eski Sırbistandan çıkıp, Yugoslavyanın Hır- vatistan ülkesine giriyoruz. İslasyon - larda Sırp yazısı sola, lâtin harflerile Hırvatça sağa geçmiş. Burası eski Ma- caristan. Fakat harpte harap olmuş; Yugoslavlar sonradan tekrar imar et - mişler. Şirin köyler, münbit bağlar, bah çeler geçiyoruz. Hepimiz pürneşeyiz. Asım şemsiyesini taşıyor.. Falih bize uzun fakat cidden istifadeli konferans- lar veriyor. Emin bir ingilizce gazetenin müta- keasına dalmış.. Kâzım, dostumuz — ve mihmandarımız Lukaşeviçi ufaktan u- ——mo—co——I0 Benim mühim Gördüğüm Nokta... Kadıköyünde «Toplu İğnes imza- # ile mektup yazan bir genç diyor ki: — Genç bir kızla 6 yıldanberi se- vişiyorum, Bu yıl - vaziyeti aileme anlattım, biz o kızı tanıyoruz, — ola- maz, dediler. Halbuki ben bu kız- dan vazgeçebilecek halde değîl)'m. Yaşım 22 bu yıl liseyi bitirip ha- yata atılacağım. Kendi işimi ken- dim göreceğim, ne dersiniz?» GONÜL İŞLERİ ve sokaklar da çörçöp görülmüyordu Zağraptan bir sokak faktan istintak ediyor. Topladığı ma - lümatı sonradan paylaşacağız. Akşam üzeri Zağrebe geldik. Burası Hırvatların payitahtı, Hır - vatlığın merkezidir. Harpten — önce 80,000 nüfusu varmış. Avusturyalılar, adına Agram derlermiş. Bugün yep - yeni' binalarının içinde - 200,000 den fazla nüfus barındırıyor. Şehir, eskiden, kurunu vustai bir hu- susiyet arzedermiş: Zağrebin aristok - rasisi halktan ayrı yaşarmış. Burasını gezdiğimiz zaman, iki sınıf halkı, ha « vas ile avamı biribirinden ayıran varoşu gösterdiler. Tepede, yalnız asilzadegânın ika - metine mahsus saraylar, kâşaneler var. Aşağıda avamın evleri. Zağreb valisi doktor Rujiç, on dördüncü asırdan kal- ma hükümet dairesinde bizi kaobul ve izaz ettikten sonra, vaktin geç olması - na rağmen şehri gezdik. Fahri Türkiye konsolosu doktor Milân Mariçin rela- katlinde Zağrebin belli başlı gazeteci - leri de bizimle beraber oldukları hal » de her tarafı dolaştık. Burada 60 metre yüksekliğinde bir kilise vardır. Çok eskiden, ve götik de- nilen tarzda inşa edilmiştir. * Zağrebe vardığımız esnada, bizi is - tasyonda karşılamak lütfünde bulunan, eyaletin genç, zeki ve kıymetli valisi, sokağı işaret ederek: — Affedersiniz.. dedi; ortalığı biraz kirli göreceksiniz. Fakat kusura bak » mayın; bu balin sebebi, nezafet me « murlarının dündenberi ilân elmiş bu - lundukları grevdir. Amele ile müzake- redeyiz; umarim ki yarın sabaha her tarafı tertemiz bulacaksınız. Şöyle bir ortalığa baktım.. Çörçöp Ne diyeceğim? Bu her şeyden evvel bir gönül hikâyesi değil, bir hesap meselesi: Mektübu yazan gencin yaşı 22, sevişmeye 6 yıl evvel başlamıs, yani henüz (16) sındayken.. Binaena- leyh bu yaşa kadar liseyi bitireme- miş olmasının sebebi meydanda, bu gidişle ümidi hilâfına liseyi bu sene de, bitireceği şüpheli. Gönlünde aşk macerası, kafasında aile ihti Jan bir genç bakalorya im kolay kolay veremez. Ailesinin fikrindeyim, Kıcı bırak- malı, mektebini bitirmeli, sonra ü- niversite tahsilini yapmalı, evlenme- yi de sonra düşünmelidir. TEYZE Kardeş kavgası ski kitapların hepsi yazar: * Allah dedi ki; — Ey âdem, insan neslini çoğaltmak ve sürdürmek için ikizlerin her birini diğer ikizlerden birisile evlendir. (Kabil) le beraber doğan kız güzeldi ve onu almak hakkı (Habil) indi. Fa- kat Kabil, Habil'le doğan çirkin kızı al- mak istemedi. Habil'in hakkına göz koy- du ve bir gün onu bir taşla öldürdü. Bir kargayı örnek tutarak toprağa gömdü. Kabil niçin Habili, öldündü? Hem de o zamana kadar hiç kimse (öldürmek) denilen işin ne olduğunu bilmiyordu. Bunu nasıl olup da icad etti? Elbet bunun daha ehven ve insanca bir çaresi vardı. İlk bakışta belli ol - masa bile (öldürmek) adı verilen kor- kunç işi keşfetmek için harcanan enerji bu uğurda sarfedilseydi o çare de bu- lunurdu. Tarihi tetkik edenler kardeş kavgaları diğer daima insafsızca olmuştur: Me'mun, kardeşi halife Emin'in ke - görürler ki kavgalardan sik ve kanlı başı önünde de- rin bir zafer neş'esile gülüm - semişti. Roma imparatorlarının bir çokları kardeşlerini ya zehirletti - ler yahut boğazlattılar. Bizans impara- torlarının çoğu da kardeşlerinin göz- lerine mil çekmişler, hadım yapmışlar, hapsetmişler, zehirletmişlerdi. Osman- h padişahları arasında düzine ile kar- deş öldüren var. Yıldırımın ölümü ü - zerine beş kardeş arasında başlıyan ve yıllarca süren kavga saltanat tarihinin en kara sayfalarıdır. Hattâ sallanatın devamı uğruna kardeş öldürmeyi vâcib kılan bir kanun bile yapılmıştı. Yalnız padişahlar ve imparatorlar a- rasında değil, halk arasındaki kardeşle- rin de böyle insafsızca kavgalarına sık sık tesadüf edilir. Yeni fikirler, yeni gayeler kardeşli- ği geniş bir sahaya yaydı. Kardeş kavgası da böylelikle büyü - dü. Bugün İspanyada bu kavgaların en korkuncu var, Bir buçuk ay içinde ö - lenlerin sayısı yüz bine yaklaşıyor. Bü- tün bir şehir halkı kurşuna diziliyor. 'Teslim olanlara, hattâ ihtiyarlara; ço- cuklara ve kadınlara bile aman verilmi- yor. Birbirine düşman iki millet bile birbirlerile dövüşürken silâhsız köy ve gşehirlere, bu şehirlerin halkına zarar vermemeye çalışır. Hele teslim olan düşman askerleri kurşuna dizilmez. Niçin kardeş kavgaları iki yabancı - nım kavgalarından daha vahşice olu - yor? " Kapbil'in verdiği örnekde ne câzibe vardır ki bize önüu tekrar ettiriyor? Yoksa «gülmekle ağlamayı doğuran sinir titremelerinin birbirinden fark - ları yoktur.» diyen filezofa uyarak şöyle mi söylemeli: Sevişmekle boğuşmayı doğuran his- ler ayni kaynaktan gelirler. Çok sevi- şenlerin boğuşmaları da o derecede ya- man olur. HarersesareeserenLErEEDELELAEAEAALE BALEEEALELAECELENAEAEADAA denilecek bir nesne göremedim. Belki yerde, atılmış boş bir sigara paketi, bir kibrit kutusu vardı. Fakat ondan başka hiç bir pisliğe gözüm ilişmedi. Bunun üzerine dayanamadım. Kâ - zımın kulağına eğildim ve:; — Hay, Allah bu adamdan razı ol - sun! dedim. Bize akıl öğretmiş oldu. Yugoslavyalı meslekdaşlarımız İstan - bula gelecek olurlarsa, biz de kendile - rine, şehrimizin murdarlığını mazur göstermek için: «Ne yapalım? Bizim ne- zafet memurları ezeldenberidir. grev halindedirler!» deriz. * İçerimden kan akarak yaptığım bu şakayı, biraz sonra Hali gezerken de az kaldı tekrarlıyacaktım. «Bal dök te yala!» tabirini icat eden adam her kimse, mutlaka Zağrebdeki hâli görüp te uydurmuş olacak. Ben, bizdeki bazı hastane koğuşla Si rının bu Zağreb hali kadar temiz olma- sını isterdim. O kadar ki, ben: kullanıl!mıyor mu? diye şüpheye düş- tüm, Halbuki ön senelikmiş!. Ne bir koku, ne bir kir, ne bir çöp, Eylâl 21 )N |Amerikada lehimize knniaranâ veren genç kız ölümle tehdit edildi! *“Türklerin ilk yapmaları lâzımgelen şey Amerikada, mukabil bir propaganda teş Bir kaç gün evvel, Kaliforniyada Pa- lbalto'da tahsilde bulunan kardeşimden bir mektup almıştım. Kardeşim — bu mektubunda, bende sevinç ve hayret uyandıran bir hâdiseden bahsediyordu. Bana bu mektubunu yazışından bir hafta kadar evvel, Paloalto'ya Mrs, Blake namında bir kadın gelmiş. Ve gazeteler, tahsilini Türkiyede tamam- ladığını yazdıkları bu kadının, Türkiye hakkında bir konferans vereceğini ha- ber vermişler. Kardeşim: «— Senin, diyor, bu haberin uyan- dırdığı alâkanın hudütsuzluğunu — an- layabilmen için, buralıların hakkımız- | daki kanaatlerini bilmek lâzım. | — Türkiyeden geldiğini söyliyenlere burada, kutuplardan, yahut içine ayak basmamış vahşi ormanlarda avlanmak- tan dönmüş bir insan muamelesi yapar- lar. , Çünkü Amerikada, Türkiyeyi Habe- 'î'm:mla hemhudut zannedenler çoktur. çlerinde, Türkleri Filistin araplarile karıştıranlar vardır, Ve onların hayallerinde yaşayan Türk kadını, dünyaya hâlâ kalın peçe- sinin altından ve kafesi arkasından bakmaktadır. Türk erkeği ise, hâlâ zeybek kılı- ğındadır. Türkler hakkında çıkarılmış acaip ve asılsız; rivayetlerin haddi hesabı yoktur. Türkiyeye ve Türklere öyle garip, öyle tuhaf hususiyetler, âdetler ve an- aneler mal etmişlerdir ki şaşarsın! Bu yüzdendir ki, Türkiyeden gelmiş bir insanın etrafında derhal, geniş bir tecessüs halkası peydahlanır. Ve onun sözlerini, en lâkayd insanlar bile, tekmil kulak kesilerek dinlerler. Hakkımızda konferans vereceği haber verilen Mirs. Blake'nin misyoner oldu- ğunu da öğrenmek, bizi hayli endişeye düşürdü, ve: — Kim bilir, dedik, hakkımızda ge- ne ne cevherler yumurtlanacaktır? Fakat bittabi, aleyhimizde açıktan açığa propaganda yapılmasına taham- mül edecek değildik. Bu itibarla, burada bulunan arkadaş- la beraber, konferansın — verili kilisenin yolunu tutarken, icabında bir hâdise çıkarmayı bile göze almıştık. Kiliseler, burada, bir tapınma yeri leceği le evlidir. kilâtı kurmaktır,, diyor Sahnede namaz kılıp şarlatanlık yapam ve «Ali baba» ismile dolaşan Ermeni budur rekten teşekkür ettiğimizi lüzum yoktur sanırım. Bizi, o könferansı dinleyen mahduf kimseler tarafından olsun, bir Afrika vahşisi telâkki edilmekten ku Mrs, Blake'nin elini sıkarken, gözlerim minnet yaşlarile dolmuştu. Mrs, Blake, yarın, İstanbula haresi ket edeceğini söylüyor. Kendisini gel- diğinde bulabilirsin! x Ben Mrs. Blake'e açıkça teşekkür e- debilmek için, bir hafta beklemek mec- buriyetinde kaldım. Çünkü Mrs. Blake buraya, kendi« sinden bahseden mektuptan tam bin hafta sonra, yani dün gelebildi. Ben, Türkçeyi, Mrs. Blake kedar pü- rüzsüz konuşan bir ecnebi daha görme- dim diyebilirim. Kendisi, İzmir Ameri- kan Kolejinde muallimmiş. Ve her yaz İtatilini, Amerikada geçirirmiş: — Ben, diyor, Amerikada, memleke- ftiniz hakkında kırktan fazla konferans verdim. Lise tahsilimi burada bitirdim. Türkiyeyi vatanım, ve Türkleri karde- gim kadar severim. Şimdi yanında mi- safir bulunduğum hemşirem, bir Türk- | söylemeğe Fakat benim Amerikada verdiğin: konferanslarla, yeni Türkiyeyi ve Türk leri tamıtmaya çalışmamın, deryayı değil, bir sosyal toplantı yeri sayılıyor. | Kepse ile boşaltmaya çabalamaktan far- Bu itibarladır ki, konferanslar ekse- riya kiliselerde verilir, Biz, herkesten erken davrandığımız için, kürsünün tam önündeki sandal- yalara oturabildik. Mrs. Blake, saçmalamaya başladığı takdirde, itiraz edecek, ve lözimgelir- se, patırdı yapacak, ıslık çalacaktık, Fakat ıslığa hazırlanan ağızlarımız, keyiften klarımıza vardı. Ve sıra kapakla! atırdatmaya hazırlanan a- vuçlarımız, alkışlamaktan kızardı. Çünkü Mrs. Blake, bir misyoner ol- masına rağmen, burada, propaganda yapan bir Türk hatibini bile aratma- dı. Ve bizi sade sevince değil, hayrete düşürebilecek kadar lehimizde bir kon- ferans verdi. Kendi elile kadife kumaş üzerine iş- lediği Türkiye haritasını kara tahtaya raptiyelerle gererek, dinleyicilere, bir çok kimselerin dünyanın hangi — kıt'a- sında olduğunu bile bilmedikleri vata- nımızı tanıttı. Ve Türkiyeyi, kendi vatanından bah- seden bir insan sevgisile anlattı. Mrs. Blake, eskiden köylülerimizin giydikleri elbiselerden getirmiş. Bu el- biseleri, arkadaşlarından bitine giydir- di. Bir diğer arkadaşını da, mektepli kızlarımızın kıyafetine soktu. Ve: kı yoktur. Çünkü orada, Türkiyeyi kötüleme- ge çalışanların haddi hesabı yok. İnsan orada, Türkiye hakkında üy- le hikâyeler dinliyor, ve öyle suallere maruz kalıyor ki sormayın. Bence Türklerin ilk yapmaları lâs zimgelen şey, Amerikada, bir mukabil propaganda teşkilâtı kurmaktır. Düşünün ki ben, Türkiye lehinde ka- nuştuğum için, tehditlere bile maruz kaldım. Fakat insan, yalan, riya, iftira karm şısında, her şeyi göze alacak kadar is- yan duyuyor. Ben, Türkiyeyi düşmanlardan din- leyen bazı Amerikalılara, Türk kadını- nın bugün, Fransız kadınından daha geniş haklara sahip olduğunu söyledie ğim zaman, hayretten dillerini yorlardı. Bazıları da gü — Haydi canım... Alay ediyorsun! Diyorlardı. Sokağa çıkmak üzere hazırlanmış bulduğum halde, yolundan alıkoydu- ğum «Mirs. Blake» i, randevusuna, da« ha fazla geciktirip de, hakkımızdaki kanaatini değiştirimekten korktum. Elini teşekkürle sıkarken, dudakla- yından hiç eksilmiyen aydınlık gülüşü ile: — Hele, dedi, o, «Türk güreşçisi» ng- mile soytarılık edenleri görmeyin... Gü- — İşte, dedi, eski Türk kızı ile, yeni|cüm yetseydi, onları birer birer - evire Türk kızı! Konferanstan sonra kendisine yü- çevire döverdim. Naci Sadullah Tatlı bir serinlik içerisinde, temiz, pâk |mına ben, münasip bir cevap verdim. bir yer, Sonra, şehrin gece hayatını görmek üzere sokaklarda bir kolaçan ettik. Her Gece, burada Ban ünvanını taşıyan|taraf elektrik ampullerinin, neen ışık- — Acaba yeni yapılmış ta, henüz vali doktor Rujiç bize bir ziyafet çek-|larının altında pırıl pırıl yanıyordu., ti. Belediye reisi, yerli gazeteciler ve On ikide yataklarımıza girdik. Yarın bazı eşrafın da bulundukları bu ziyafet- | sabah, gene karanlıkta yola çıkıp, Slo- te vali memleketimizi, inkılâbımızı ö -| venyanın payitahtı olan Ljubijanaya ( ven bir nutuk söyledi. Ar) na -| gideceğiz. K