Kai Yi No.1889—204 Ve bunları ben görebilecek miyim? bunlar haki. kati seven mağrur kadınlık hisleri benim gözlerimin önüne serebilecek mif Gece yatağın içinde sabaha kadar dalğın yattım kat'iyen uyumadım, iyi biliyorum. Kamaramda üç kişi daha var, kimlerdir yüzlerine bile bakmadım Kamarama girip çıkıyorum, güğertede geziyorum, farkındayım, ne iş yaptığımın farkındayım. Fakat nasıl tarif etmeli. Rütün hareketlerim, bütün muhi- tim bir bulanıklık içinde. Yatağımda kamara arkadaşlarımdan ikisi akşam yemeği yiyorlar, lavabonun üstünde rakı şişesi ve kadehleri var, — Affedersiniz! diyorlar. Hiç bir cevap vermiyorum. Fakat ytizümde katiyen bır şikâyet çizgisi yok. Yatıyorum, sabaha kadar dalgın yatıyorum. Rakı kokan pis bir havanın içinde, kulaklarımın dibinde zırlayan makine gürültüsünü dinliyerek bir mum ışığı gibi sönük ve titrek elektrik lâmbasına gözleri- mi tesbit etmiş, dalgın yatıyorum. Sabah oldu. Güneş kamaramın toparlak pencere- sinden içeri girerek karşıya aksedince yataktan çık- tım. Yapur Çanakkalenin önünden geçiyor. Saatler- denberi toprak ve ev gör:memenin verdiği pek te 'tabii olmıyan bir hasret arzusile göğertede sahilleri sevreden yolcuların arasına karıştım. Vapur bu defa gidiyor.. hissediyorum. Ve bu his sabır manivelasına basıyor, içimdeki fırtınayı sustu- ruyor, biraz rahat ediyorum Nağra e iki taraflı yeşil sahilleri topeleri geçiyoru Beyaz esi Gelibaolu.. nihayet Marmaraya çıkıyoruz. Sahiller yine sağdan ve soldan sıklaşmıya başladı. Biz yürüdükçe onlar da uzaklaşıyorlar ve bir an geldi ki biz yine çepçevre bir ufukla muhat denizin “ortasındayız Öğle oldu, aynı manzara: Mâvi, düz bir sema, 4mavi fakat kıvrımlı bir deniz ve gemi, Nihayet sağdan, soldan sahiller yaklaşmıya ve uzaktan bir nokta halinde İstanbul görünmiye başladı. Yanımda duran ve her önlerinden geçtikçe kula- ğıma fener atları, küçük kasabe, köy isimleri sayan iki yolcuya kulağımı verdim, dinliyorum. Ancak sekizde rıhtıma yanaşabileceğimizi söylüyorlar,. Oh! .şu halde İstanbula kavuşmıya üç saat var. Bu üç saati en kolay ve üzüntüsüz geçirmek için ne yapmalıyım. Hiç. Birisile ahpap olsam ve konuş- .sam. Kabil değil adamcağızlar anlatırken yarı yolda bırakıp kaçmam ihtimali çok. Ve sâbretmekten başka çare yok. Hapi sokakta bir takım satıcılar vardır. Bunlar tenekeden yapılmış küçük yeşil kurbâları veyahut diğer küçük hayvanlı karınlarındaki makineleri ku- rarak seyircilere göstermek için yere korlar ve elle- rinde iken gakin duran bu cansız mahlüklar yere değer değmez sanki canlanmışlar gibi bir gürültü ile koşarlar. te benim de rıhtıma ayak basar basmaz hâlim bunlara benzedi. İmkânsızlığın ayaklarımı ve kolla- rımı 'bag,lıyan demir çenberini parçalamış gibi mh- küçük yine gahiller başlıyor, SERVETİFÜNUN 351 tımdan koşa koşa iskeleye geldim, Hemen vapura atladım, ve deli gibi koşan otomobilin ginirlerime serin bir su tesiri yapan sür'atini şöförle birlikte hesaplıyarak, gözlerimin içine gülen bu tanıdık so- kakları, yolları geçerek evin önüne geldim. Bahçe kapısının zilini uzun, uzun çaldım. Cevap yok,. pencereler perdesiz, içerde insan bulunduğuna dair hiç bir alâmet yok. Kapıyı bir az zorluyorum, aşılıyor. Ürkek adımlarla bahçe yolundan geçiyorum. Evin kapısı kapalı. Merdivenin yanındaki pencereden içeri bakıyorum, Odada bir tek eşya yok, evin etra- fını dolaşıyorum. Her taraf öyle, her tarafta, metrük bir ev hâli var. Bir agacın mltında duran kırık bir iskemleye mecalsiz çöküyorum. Başımı ağaca dayıyorum, göz- lerimden ılık yaşlar akıyor. Üst katta onunla başbaşa günlerimizi geçirdiğimiz, boyasız tahta pencereye bakıyorum. Tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı annesi ölmüş, son ümidini de kaybetmiş bir yetim gibi dudaklarımı ısıra ısıra ağlıyorum., XX İşte İstanbulu geleli iki hafta oldu. 'Tam on beş gündür İstanbul sokaklarında sefil ve derbeder, yaş&- yan bir ölü gibi dolaşıyor ve her tarafta Sireti arıyorum, Evimizin bir az ilersinde oturan yaşlı bir kadın evin bir ay kadar evvel bir gün ansızın boşaltıldığını nereye gittiklerini bilmediğini söyledi. Bekçi de fazla bir şey bilmiyor. Bir gün evi boş bulmuş, kendisine anahtar bırakılmadığı için gelen ev sahibine bile fazla bir şey söyliyememiğ. İlk işim Nigârın kocasını bulmak oldu. Bir öğle üstü memurlar yemeğe çıktıkları esnade kapıda yakaladım. Kıyafetim ve çehrem onu hayret ve merhamete düşürdü. Ellerimden tuttu: — Ne o Fikret dedi. Bu ne half — Sorma öyle bitkinim ki diye cevap verdim. — Gel Fikret diyor, seninle hem konuşalım hem yemek yiyelim. Bir lokantaya giriyoruz. Beni köşede bir masaya götürüyor. — Halinden nakadar mustarip oldoğunu anlıyo- rum Fikret diyor, fuzuli lâflar şimdi senin müthiş canını gıkar, bana hemen derdini anlat! — Siret.. diyorum Sireti kördün mü' Sireti görmiyeli tam iki ay olmuş, bize geldikleri günden sonra onu hiç görmemiş, beni de pek az görmüş ve hatta o kadar çekingen davranıyormuşum ki konuşmak için içinden gelen arzuya galebe ediyor ve yolunu değiştiriyormuş. — Peki sen Siretin yakın akrabası değilmisin? » — Evet Siret benim dayımın kızıdır, diyor, fakat zaten eskidenberi bize fazla gelmezler. Bilirsin Siret çok mağrur rve alıngandır. Daimi kendisine en iyi muamele edilmesini ister. Ka'iyen istihfaf ve ihmale tahammül edemez. Diyorum ya sana, zaten fazla temas etmezdik, hele dayım ölünce bize hiç uğramaz oldular. Yalnız benim düğün gecem gelmişlerdi. — Mabadi var —