166 Bu bir dahi miydi ? Bazı, parıltılı bir renk yüzünde dalgalani- yordu. O zaman gözlerinin içi bir radyo am- pulü gibi kırmızılaşiyordu. Bazı yüzünün hat- ları tarifi imkansiz bir maharetle tek bir nok- tada birleşivordu. Orada maddi, ma'nevi bütün kudretlerin acaip ve müthiş imtizacı çarpışıyor- du. bu teksif kabiliyeti kendisini tabiatin meç- hullerine tanıdık . yapmıştı . İnsan ruhunun seyirlerini riyaziye düsturu kabiyetile anlıyordu. Bazı da bir bebek kadar masum görünüyordu. O zaman bile, kirpiklerinde esrarlı ve birbi- rine Zıt kuvvetlerin çılğın firarı vardı. O zaman bile, nekadar korkunçtu! Bu adam bir dahi idi! Ne deli, ne ahmak ve nede serseri! Bila- kis, Tezilcesine unutulmuş bir dahi! XIV Günün ilk ışığında Ben ne vakitten beri bu sandalın içindeyim? Sular, ağaçların esmer gölgesinde çırpınıyor. Fecrin soluk aydınlığı yaprakları pırıldatıyor. Sazların ince ve çarpık başakları ağır, ağır eğiliyorlar. Gök yüzünde tek bir yıldız var. Ben, ne vakitten beri bu sandalın için - deyim ve dudaklarımdaki rayıha kimindir? Kuşlar ötüşiyorlar. Gözlerim belirsiz kaybölan hayali ariyor. Fakat, ne beyhude bekleyiş: fecir, mantosunun kıvrımlı eteklerini ayak ucuma kadar seriyor! Sen, ey sevgilm, günün ilk ışığı belirmeden sihirli atına binerek maveranın bulutlarına saklanan bir şeytan mısın? Gök yüzündeki tek yıldız da söndü. Kuşlar, yine ötüşiyorlar ! XV Ormanda Önümüzde karanlık ve rutubetli bir dehliz uzanıyor. Tepemizde, ağaç dallarını birleştiren sarmaşıkların kurduğu asma köprü var. Dalların arasindan sıyrılan güneşin aydınlığı, yeşil bir sis halindedir. Üstümüze düşen çi damlaları, yaprak parçıları içimize garip bir ürkeklik sindiriyor. Avaklarımızın altında yarı kuru yatı ıslak ağaç döküntülerinin clız sesleri kıpırdaniyor. Yolumuz bir mağara ağzı gibi: gittikçe aydın- UYANIŞ No. 1696—11 lığı azalan ve nihayet biten yuvarlak bır oyuk içindeyiz ! Şaşkın, yorgun adımlarla ilerliyoruz. Ormanın birbirine karışmış dal örgülerinde vahşi gölgeler hareketleniyor. Sonra üştümüze hışırtılı bir sarsılma çoküyor. Korkunç say- halar, acı acı feryatlar içinde ulumaları ya- rm kalan bir hançerenin kırık ve boğuk hırıltısını duyuyoruz. Yolumuzun toprak ve ağaçtan yapılmış kıvrımlarında ayak seslerimizden ürken kuş- ların kanat vuruşları göğsümüze çarpıyor. — O kuşlar, ki renklerinin parlaklığı, ötüşlerinin tuhaf ahengile, yabani ormanın hudutsuz ve değişmiyen manzarasi içinde hızla silinen iZ- ler ve nağme akisleri bırakımaktadırlar. — Yürüdükçe bir su girdabındaki tahta par- çaları gibi, ormanın derinliğinde kayboluyo- TUZ. Rutubetli dehliz. Sarmaşıklarının asmaköp- rüsü. İçimizdeki ürkeklik. Ayaklarımızın al- tındaki çıtırdılar. Gözlerimire vuran parıltılar. Göğüslerimize çarpan kamt sesleri ve yeşil ışık: OBir mağra ağzına giriyor gibiyiz ! Orman yolu ve soluksuz gidiş. İstirabımız gibi, yolculuğumuzun da sonu gelmiyecek mi? XVI Sema ve toprak Gözlerimizi semaya (çevirince, içimizde azamet ve gururla çerçevelenmiş bir duygunun canlandığını hissederiz. Sanki ayaklarımız yerden kesilmiş, esmer Ve kabarık “bulutlar üstümüze yıkılmış ve utuk keskin bakışlarımı- yn dehlizinde küçülmüştür. Alnımız da sert, inatçı bir hava ile serinlemiştir!.. Tatlı bir ürperme başımızı döndürür. Güneş bize o kadar yakındı ki göğsümüzdedir. Ayın uykulu ve sevdalı ışıkları gözlerimizin içind- edir ! Yıldızlarsa saçlarımızın kıvrımlarında ışıldıyan çi damlalarını andırır. Ufkun nar çiçeği rengindeki kızıllığı alnı- mızı gölgelendiren geniş bir hâledir! Ufkun şehvet kadar sıcak olan karanlığı, gözlerimize asılan sisli bir perde gibidir. Ufkun sarı bir gül kokusunu, tazeliğini taşıyan ilk aydınlığı ise, kuş seslerile beraber kalplerimize inen coşgun bir dalgaya benzer ! Semanın verdiği sarhoşlukla kendimizi o