YOLCULUK NOTLARI Almanyaya girerken | Hırçın bir gümrük memuriyle karşılaşmak ne gibi neticeler verebilir ? "Alman topraklarına yaklaşıyo- ruz, ayni renkte uzanıp giden tar- lalar arasında, insan elinin çizdiği muhayyel hudutları nafile arayıp duruyoruz. Tarlaları dereler. kulü- beler, köprüler ve fabrikala, takip ediyor; bahçeler içinde güzel mün zevi evler, büyük bir şehrin ilk müjdesini veriyor, ve bu manzara bir çiğ gibi büyüyerek bizi Alman- yaya götürüyor. Öğleden biraz sonra ilk Alman istasyonu olan Beuthen'a geldik. Her şey birdenbire değişiyor baş- ka bir âlem başlıyor, makineleş- miş ve görüp geçirmiş bir insan kalabalığının uğuldadığı bir istas- yondan, yeni bir hayatın fışkırışı- pa şahit oluyorsunuz. Kapılar açılıp kapanıyo;, pen- cereler muayene ediliyor, inip çı- kan memur kafilesi treni tesellüm ediyor, her taraf siliniyor, dezen- fekte ediliyor ve siz bütün bu ken- 'di kendine olup biten işler arasın- da bir elden öbür ele geçtiğinizi anlıyorsunuz: Almanyaya her gelişimde duy- duğum tatlı bir heyecanı gene du- yuyorum, bu heyecanı (ilk defa bundan tam yirmi yıl önce, gene ilk Alman istasyonlarından birin- de ve Almanyaya ilk ayak bastı- ğrm zaman duymuştum. Bu heye- can bana, belki de gençliğimir en tatlı günlerini hatırlattığı için dai- ... ma taze kalacak.. Bu heyecan, yuvasının tatlı alışkanlığından bir gece yatısı mektebine (o bırekilan çocuğun heyecanna benziyor. Tam yirmi yıl önce, genz böyle bir istasyon kubbesi altında ilk yurt ayrılığının sızısını duymuş - tum, bende bu heyecan, hev c $r - zıyı tazeler. Bu heyecan, içli vel tecrübesiz bir çocuğun hayatla ve madde ile karşı karşıya gelliği ilk dakikalarda doğar; hayal ve şiir diyarından garba gelen bir şarklı- nın, yeni bir iklime adapte ol mak için harcadığı ilk kuvvet, bu heyecanın ta kendisidir. Bunu benim çocuklarıma anlat. mak ne kadar güç, heyecanın en güçlüsünü onlar, tunç başlı, çelik enerjili, pembe nurlu Atatürk'ün karşısında duydular, ve bu vecd i- çinde yaşayacaklar. Biz o yaşta başsız ve ruhsuzduk, yaşadığımız dar muhitten geniş bir hayat ova- sına çıktığımız ilk ayrılık günle .rinde duyduğumuz bu heyecanı, ionların kudsi duygulariyle muka- yeseye hakkımız yok.. Bir hâdise anlatacağım, bu kü- çük ve ehemmiyetsiz gibi görünen "hâdise, çok defa ve çok kimsenin başından geçmiş olabilir, fakat büyük bir neşe, iyi duygu ile gir- diğiniz bir memleketin kapısı ö- nünde böyle bir hikâye ile karşılaş manım tesiri çok başka oluyor. Ka- nuna saygısı ile tanınmış Alman. karşısma çıkaracağı o memurları seçmekte biraz daha titiz olursa, karşılıklı sevişmelere yardım et- miş olur.. Hırçın ve sert bi: güm- rük memurunun yol arkadaşımızın bir pakçt çeşit cigarası ile iki pa- ket lokumu için gösterdiği (o fena muamele, kapısını henüz çaldığı- nız misafirlikte, ayakkabılarını- zın çamurundan şikâyet eden ev sahibinin nezaketsizliğine benzi. yor. Kanun her yerde saygı bekler. yıllarca memurluk eden arkada - şım kadar kanunu tanıyan ise pek az bulunur, kanunu tatbike memur olanların karşısındakine en yük- sek nezaket göstermesini de yine ayni kanun emreder. Bizim güm- rüklerimizi ve gümrükçülerimizi tenkit edenlere bu Alman memuru ile çatışmak dilerim. Tren Beuthen istasyonundan kalkıyor, ağır bir hastalıktan yeni| kalkmış bir hasta gibiyiz, istasyo. nun saatine bakarak saatlerimizi Avrupa vakitlerine uyduruyoruz. Hayattan bir saat kazandığımıza avunur ve aldanır gibi oluyoruz. . 4 * .Bir sürü şehirlerden geçiyoruz, Breslau ve Frankfurt gibi şehir. ler, bu hattın en büyük şehirleri. dir. Beşaltı saat gibi pek kısa bir zamanda ve, saatte doksan kilo- metre gibi büyük bir hızla Berline girdik. Her taraftan gelip giden bir sürü trenlerin hücumuna şahit oluyoruz, binlerce halkm sakin ve muntazam tren (beklemesine gıpta ediyoruz. Karşılamağa gelenlerin sarıl- malarmdan gözünüzü açtığınız za man çahtalarmızın çoktan olomo- bile taşınmış olduğunu görüyor - sunuz, hamallarda iyi bir disip - lin ve fiyaltarda İstanbula kıyas edilemiyecek kadar itidal var. Büyük şehirlerin kendine mah- sus ve bu büyüklükle mütenasip yaşama zorlukları var; ilk gelen bir yabancının bu yeni hayat şart- larına uymas' için öğreneceği şey- ler var. Bunları okuduktan sonra belki de Kristof Kolombun yu- murtasına benzetebilirsiniz Bun. ları, kargaşalıktan ve intizamsız- lıktan kurtulamıyan (o bizler için faydalı bulduğumdan © selecek mektubumda yazacağım. Dr. Fridun Neşet Türk Hava Kurumu Büyük Piyansosu Şimdiye kadar binlerce kişiyi zengin etmiştir. 79.cu tertip 4.cü keşide 77 Ağustostadır Büyük İkramiye : Ayrıca: 15.000,12.000, lerle (20.000 lira)lık mükâfat vardır... 35.000 Liradır 10.000 liralık ikramiye HABER — - Akşam Posta? . TAĞUSTOS — 1885. ÇiNGENELER ARASINDA — No3 Onu orada yalnız bırakmamak için son trene kadar Bakırköyünde kaldık. Gelglelim, son tren geldiği halde gene bitmek istemiyen ve bi- zi istasyonda âdeta kovar gibi azar İryan İrfanı orada bırakıp Nâzım” la meyus ve bitkin oradan ayrıl - | dık.. OÖygünden sonra bir daha İrfanın yüzüne bakmadım. Onunla tama * mile selâmı, sabahı kestim, Ne o - lursa olsun! deyip adını bile artık ağzıma almaz oldum. Çünkü onun Bakırköyde son o kırdığro potlar, son yaptığın o maskaralıklar artık tam manaâsiyle canıma tak demiş, beni kendisinden © olanca hiztile soğutmuştu. Onun, o gün Balur - köyde kırdığı ilk pot, yaptığı ilk maskaralık ertesi günü gene benim oradaki akrabalarımını kulağına gitmiş beni orada çok mahcup bir duruma sokmuştu. İstasyonda kırdığı potla yaptığı maskaralık ise onun üzerine büs - bütün tüy dikmişti. Zira İrfano akşam son tren kalkarken Nâzım- la bana bütün yolcuların yanında: — Buyurunuz, siz gidiniz, ce * henneme kadar yolunuz var! Esa- sen bende kabahat ki sizin gibi dö- | nek insanlarla yola çıkmışım, Diye barbar bağırmış ve böyle likle benim artık (kendisiyle yüz yüze gelmem için en ufak bir rüz- gâr deliği bile bırakmamıştı. O - nun için İrfan artık bana göre öl - müş bir arkadaştan başka bir şey değildi, Zaten sonraları araya as - kerlikler, harpler, göçler falan da girmiş ve bu suretle günün birinde biribirimizi büsbütün kaybetmiş, unutmuş; gençlikte çok-durgun ve az aydınlık bir temmuz gecesi Top çulardaki çingene çadırları önün * de tatlı tatir Kars ve çingene nin- nisi dinleyişimizin bile gitgide ben de hiçbir hatırası kalmamıştı. Aradan ne kadar ozaman geç * mişti, bilmiyorum, belki iki, belki üç, belki dört yıl sonra, genel sa- vaşta ben İzmirde (o askerken bir gün bizim Aksaraylı Nâzımla bu - luşmuş ve ondan İrfanın anasının öldüğünü, kendisini de asabi has - talığı yüzünden askere almmayıp İstanbulda çingenelerle birlikte a » | nasmın mirasını yemekle vakit geçirmekte olduğunu duymuş; on" dan sonra bir daha çok uzun yıl - lar kendisinden hiç bir haber ala - mamış ve kati'yyen almak da iste- memiştim... — İKİNCİ KISIM — nındaki kahveyi bilirsiniz, Bura- ya eh çok tapu dairesinde işleri o - lanlar ve öğle (o paydoslarımda da tapu memurları falan çrkarlar. Öğ- le paydosu zamanı ile akşam pay- dosundan sonra bu kahvenin ön A alınmış hakiki bir macera Yazan: Osman Cemal Kaygısız irfan artık bana göre ölmüş bir arkadaştan başka bir şey değildi. tün gürültüleri hep birden kulağı - mın dibinde ötüyordu. Sağımda solumda, önümde ar- dımda dört beş takım tavla birden oynanıyor. Ve her pul (o olanca şiddetiyle hanesine indikçe kulaklarım zonk zonk ötüyordu, Kılıksız kılıksız nane şekerci, karamelâcı çocuklarının biri sus- madan öteki başlıyor; kadir er- kekli çoluklu çocuklu dilencilerin üçü gidip beşi geliyor; kahvenin arka bahçesindeki yaz lokantası - nin çatal, tabak şakırtıları arasin- da ikide bir garsonların öradaki İyi sucuya: — Ahmet Çavuş, suuu! Diye bağırmalarının o hiç ardı, arası kesilmiyor ve bütün bu cur- cuna arasmda keman, ut, kanun | ve deften mürekkep (dört kişilik gezgin bir incesaz takımı oracıkta piyasa şarkılarınm en oynakları - nı çalıyordu. Bu alacalı ve hoş şamata ara » sında yarım saat kadar bekledi - ğim halde yolunu gözlediğim a - dam nedense gelmemişti. Paydos zamanı bitip detapu (dairesinde işleri olanlar yavaş yavaş oradan kalkmağa başlarlarken artık be - nim iğin'de kalkmak xâmânt'gel- miş sayilrdr. o Ancak, tam mak için elimdeki kahve parasını mermer masanm kenarma vürur- ken beklediğim (adam da geldi. Merhabadarı, bir iki (o hoşbeşten sonra: — Aman, dedi, pek yorgunum, müsaade et bir nargile © içeyim, kalkarız! Bahçe şimdi bir hayli tenhalaş- mış, gürültünün onda sekizi kesil- miş, gezgin saz takımı susup baş- ka tarafa göçetmiş; gel gelelim bunlara mukabil, şimdi de, kula - ğrmm dibinde bizim ahbabın nar- gile tokurduları başlamıştı. Oradan bir ân önce kalkıp serin deniz kenarına ulaşmak için ben olduğum yerde (can atıyordum; bizim ahbap ise şimdi gideceği « miz o serin deniz kenarını filân u- nutmuş; nargilenin verdiği keyif- le oracıkta tatlı o bir uyuşukluğa dalmıştı, Derken o birde baktım, arka taraftan kulağıma hafif ha- fif bir gıy gıydır geldi. — Bu da nesi? Diye döndüm ve gördüm ki saç sakala karışmış, suratsız, pe- rişan, berbat bir herif kendisin - den daha kırtipil kemanını çene- sine dayamış taksim etmeğe çaba- Sultanahmette hapishanenin ya- yor, Nargile tiryakisi ahbaba: — Çabuk ol da, dedim, kalka - rm! Zaten bir sâattır burada ka - fam kazana döndü. Şimdi bir de bu yeni zırıltı ile o kazanı patlat- mıyalım! — Adam, yapma, be, tam nar - ve arka bahçesi çok kalabalık o - | gilenin tadı gelmişken kaçırma; lur. Ben, hele yaz (o günleri, böyle kalabalıklardan hiç hoşlanmadı - ğım halde evvelki (o yaz, bir öğle vakti, bir işim dolayısiyle nasılsa o kahvenin ön bahçesine oturmuş birisini bekliyordum. Bu gibi kahve bahçelerinin, yaz günleri, insanın başını ağrıtan bü İLan Mika otur biraz daha da şunu yim! Biz çaresiz: — Peki! Dedik; herif de arkamızda gıy- gıyını artırdı, Hicazdan mı, hü- zamdan mı, uşaktan mı kıtıpiyoz bir taksim yaptı; arkasımdan şar- bitire » kd kısına geçti. Hay geçemez olaydı” Çünkü taksimi yalnız yayla yap!” yordu. Şimdiyse şarkıya kendinif o pürüzlü, boğuk ve tıkanık s€* de karışıyordu. İstemiyerek biraz kulak kabart tım, çalıp söylemek istediği şarf şuydu: “Meyle teskin eyle sâki âhü # teş zarımı!,, Snora dönüp herifin o saç sak$" la karışmış bitkin, perişan yüzün” ve o seksen yerinden yamalı, yağ” lı kıyafetine bakıp içimden: — Be herif, dedim, ya Darülâ * cezeye, ya darüşşifaya, yahut E * dirnekapı mezarlıklarma birka$ öksürükle birkaç tıksırık oborcuf kalmış; sen hâlâ: “Meyle teskin eyle sâki ahü âtef zarımı!,, Diye yalvarıyorsun! Sende ar * tık mey içecek, bilmem ne yapa * cak hal mi kalmış? Sen şimdi vaf geçsen de şu meyden onun yerin? “Çayla teskin eyle garson midel pürzarımı!,, diye Otuttursan ds kahveci sana bir bardak çay ge” tirse ve şuradaki hayır sahiplerin den biri de sana © altmış paralık bir simit alsa da akşamüstü bira safra bastırsan fena mı olur? O... i,nuüsü voyle soylenirkef “lo, bu eski şarkıyı bitirip bir yeni piyasa şarkısma geçti, Yarım ya * malak onu da çalıp (söyledikte” sonra kalktı, bir çay tabağıyle © radakilerden parsa toplamıys başladı ve en sonra bizim önümü * ze geldi. O zaman, baktım tabağı# içinde tam altmış par vardı. O * rada oturan on beş kişiden ancak bu kadar toplıyabilmişti. o Bizin önümüze tabağı uzattığı vakit vö” zünü yere eğip derin bir ah çekti! — Arash! Felek! Tabağın içine bir kuruş arka “ daşım fırlattı; o bir kuruşda bet attım. Hiç ummadığı halde böyle iki kuruşu birden görünce bitik h* rifin gözleri faltaşı gibi açıldı: — Allah razı olsun, Allah gön, lünüze göre versin! Dedi ve yanımızdan uzaklaşı"” ken dönüp bizi bir süzdü. o Sonr# gitti, yerine oturdu, teşekkür m#" kamında kemanı eline alıp Y' birşey daha tutturdu. Bir iki dah# çaldı, mırıldandı, Şimdi bizim 2h” babin nargilesi de bitmişti. Mar” pucu elinden (bırakıp kolları sandalyanın arkasına doğru uza * tarak şöyle dörtbaşı bayındır (m9 mur) bir gerindikten sonra; — İstersen kalkalım! Dedi. Garsonu çağırıp para *€ rirken baktım o © külüstür herif çaldığı hayavı (o birden değiştirdi ve birden başka, amma bambaşl/* acayip bir havaya geçti. Allah Ar lah, bu da nesiydi böyle? Bu wi; taksime, ne peşrefe, ne şarkıy#* ne türküye, ne kantoya hiçbir 1€“ ye benzemiyen pek tuhaf, pek 8” rip bir şeydi. Arkadaş tekrarladı: — Haydi kalkıyor muyuz? — Kalkalım amma, hele bir de kika dur bakalım, şu herif ne Li j lıyor? (Devamı var),