HABER'in Hikâyesi Mestan, Mersinin Pmalr köyün- r den Mustafa kâhyanın çobanıydı. Babası, anası kimdi, necilerdi, on- ları hiç tanrmadı. Kendini bildi | | bileli yalnız Mustafa kâhyayı ta- nımış, ona bir baba gibi bağlan- mıştı. Mustafa kâhya da onu hor görmez, iyi bakardı. Mestan için her yıl kara don, güdük, postal a- ladı. Onun için estan başka biri- sinin yanına kaçmağı falan düşün- meden kâhyanınm davarlaerını gü- derdi. Günleri hep bir biçim üze- rinde geçerdi. Daha alaca karan- lıkta azığını beline bağlar, davar- ları ağıldan çıkarır, Torosların çamlı yamaçlarında otlatmağa gö- türürdü. Akşama kadar dere, te- pe, sırt dolaşır; güneş Torosların arkasımdaki yuvasına çekilince ©o da davarlarmı önüne katarak kö yün yolunu tutardı. Ayni sakin, gürültüsüz, tüsüz hayatı.. * » & Mestan, on sekiz yılını doldur- | muştu. Bir gün kâhya onu karşısı- | na aldı: , — Eh Mestan, dedi. Artık sen de büyüdün. Kocaman delikanlı oldun. Yarım ramazanın biri; ben dini bütün müslümanım. Senin de bizim gibi oruç tutman lâzım. Ge- ce ablan seni de sahura kaldırsın. | Ve ona orucun nasıl tutulacağı- | nı, tutmıyanların yarın cehennem- | de nasıl kavrulacağımı bir, bir an- ' latı, Gece abla onu da sahura kal- dırdı, bulamacı önüne koydu. Mes | tan, ikinci günün sabahtan akaşa- | ma kadar sürecek açlığını düşü- | nerek karnını tıka basa şişirdi. ve | sabaha karşı bu kez eli azıksız | davarları önüne kattı. Öğleye kadar aldırmamıştı am- ma, ikindiye doğru olunca karnı büsbütün zil çalmağa başladı. He- le susuzluk, hele susuzluk canına tak diyordu. Toroslarım güzelim kaynaklarından büngüldeyen su- lara özlenti ile bakarak iç çekiyor- du. Bir kaç defa beni burada kim görecek, şundan bir yol içeyim di- ye düşünmedi değil, fakat cehen- nem alevleri, gayya kuyuları ak- hna gelince bu düşüncelerinden caydı. Hem ağa ona: — Tanrı her şeyi görür deme- miş miydi. Böylece akşamr etti ve ikinci | gün gene oruçlu davarları önüne kattı Günler geçiyor, ne ramazan bitiyor, r € oruç tükeniyordu. Bir akşam ağa, köylüleri iftara çağırmıştı. Yağlı ballıyı gövdesine | indiren imam teraviyi kıldırdıktan | sonra etrafına toplanan köylülere orucun bn bir faziletlerini sayıp döktü. Bir aralık: — Haydi yarım bayram nama- zına hazır olun. Bugün müftü e- fendiden kâğıt geldi. Molla Ah- met ayı görmüş, Yarın — bayram. Mübarekin geldiği ile geçtiği bir oldu. Bu haberden sevinen köylüler sabahleyin namaza kalkmak için dağıldılar. ÖO gece abla Mestani sahura kaldırmadı. Sabahleyin bir avuç allr yeşilli şekerle beraber ağanın şehirden getirdiği güdüğü postalı, | kara donu Mestana verdi, uçları işlemeli bir çevreyi ayrıca uzata- rak: — Al dedi bu da sana benim bayram armaganım olsun. Hadi yenilerini giy d& ağanım eline var. Mestan, yeni güdüğü, kara do- nu cekiştirdi, çevreyi cebine koy- | du, şekerlemelerden de beş altısı- | | gün çoban Mestan ölmüş bulunu- HABER — Akşam Postası nı atıştırdı ve doğru ağanın oda- sına gitti elini öptü. Ağa: — Aferin Mestan dedi. Gördün | mü orucu tuttun bayrama - kavuş- tun ve elinde tuttuğu çil bir meci- diyeyi ona uzattı: — Al bakalım dedi. Bunu da harçik edersin. Mestanm sevincine son yoktu. İçinden: — Hay gözünü sevdiğim bay- ramı, şu domuzu daha tez görseler de bir gün önce bayram olsa ya.. diye düşündü. e.*6 A Bunun üzerinden bir yıl daha geçti. Gene mübarek ramazan geldi, çattı. Köylü günlerce oruç tuttu. Mestan da beraber. Mesta- nn aklına imamın sözü yer etmiş- ti. Ramaazn başlryalı kaç gün ol- muştu. Mestan bunu bilmiyor ve hesaplamayı da düşünmüyordu. | Bir akşam davarları ağıla koya- rak ağaya koştu: — Müjde ağam dedi. Ben ayı gördüm. Mustafa kâhya, nasıl gördün. Nerede gördün diye sormağa lu- zum gömeden hemen Mestanı ya- nına alaak imama götüdü ve Mes- tanın ayr gördüğünü imama an- lattı.. İmam parmaklarıyle bir he- sap etti, daha ramazanın 26 sıydı Fakat mübarek belli olmaz ki, bel ki erekn doğacağı tutmuştur. Tan- vımm işine karışılır mı? diye dü- şündü ve derhal hükmünü verdi: — Bu işi savsaklamağa gelmez, hemen bunu şehire götürelim. O- rada işi müftüye danışalım. İkinci sabah imam, Mustafa kâhya ve Kköylü Mehmet çavuşla Mostan yo- lu tuttular ve ersine varır varmaz da soluğu müftünün yanında aldı- lar. Ünce imam müftünün yanma girdi, işi anlattı, ötekiler kapıda beklediler, Müftünün bu işe aklı pek ermiyor, boyuna: — Fesüphanallah, fesüphanal- lah diye tespih çekiyordu. İmam: — Hele getirin bakalım bir yol- da biz dinliyelim dedi. Köylülerle Mestan müftünün Gelecek harplerde yapılacak tayyare bombardmanları, gaz hü- | cumları herkesi düşündürüyor; fakat şimdiye kadar kimse böyle bir taarruzu deledecek kat'i ça. reyi bulamadı. Koca gaz bombalarıyle bütün bir şehir sakinlerini boğacak, ze- hirliyecek olan tayyarelerin önü- ne acaba set çekmek kabil mi? Böyle bir tayyare hücumuna kar- şı koymak için uçurulan mukabil | tayyare filolarıyle topçu baraj- larrnm kat'i bir tesiri — olmadığı müteaddit tecrübelerle anlaşılma- dı mı? Kılıç ile kalkanm, taarruz ile müdafaanın ebedi rekabetinden kılıcın kalkana tefevvuku meyda na çıktı. Hele muharebe esnasın- da şehirlerin tahliyesi, maskele- rin kullanılması, hususi hava ter- tibatını havi sığınma yerlerinin yapılması gibi başarılması güç pasif müdafaa usulleri meseleyi büsbütün karışık bir şekle sok- maktan başka bir şeye yaramadı! Nihayet; hedeflerine — varıp müthiş tahribat yapmadan. önce *“tayyareleri düşürebilmek,, için en kat'i çare olarak önlerine bir | mevce yahut bir ışık duvarı ger- mek düşünüldü. î Ölüm saçacak olan böyle bir mevce veya ışık duvarına çarpan tayyareler, hareketten sakit kalıp düşecek, içinde bulunanlar yanıp kavrulacaktır. Bu yolda ilk adım atıldı bile! Bir defa zikredelim: Fransız gümrük idaresi şimal sınırlarında kaçakçılarla mücadele eden me- murlarını “şualı tabanca,, larla resmen teslih etti. Bu tabancalar, tesirleri azaltılmış silâhlardır: Ö- lüm değil de sadece muvakkat felç tevlit ederler. Uzaktan öldürücü veya yakıcı şualar göndermek fikri hiç de yeni değildir. İlk yakıcı şuaları tecrübe eden meşhur Arşimed ol- muştur. O, bir çok aynalarla gü- yanma girdiler, karşısmda el pen- çe divan durdular. Mustafa kâhya ile Mehmet çavuş Mestanm doğru bir adam olduğuna şehadet etti- ler, müftü de estana, doğru söyli- yeceğine kitaba el bastırarak and içirdi ve sonra: — Eh şimdi anlat bakalım Mes- tan ağa dedi ayı nasıl gördün. Mestan: — Efendim, dedi. Her akşamki gibi davarları önüme katmış köye dönüyordum, Dippmmarm üstünde Fıralanı derler bir düzlük vardır. Oradan geçmiş ormana sapmış- tım. Arkamda bir hışırtı oldu, bir de döndüm ki ne bakayım, alaca karanlıkta iri bir ayı çalılıkları ya- rıp gitmiyor mu? Yalan söylersem cehennemde yanayım — domuzu müftü efendi vallahi de gördüm billâhi de gördüm. Bu vak'a üzerine Mestanın öz adı unutuldu, onu kendi oğulların- | | dan ayırt etmiyen Mustafa kâhya | bile onu: | — Gel bakalım ayı gören.. diye * çağırmağa başladı. Aradan uzun yıllar geçti. Bu- yor, fakat “ayr gören oğulları,, Torosun bu köyünde hâlâ yaşa- maktadırlar. Hikâyede geçen bir kaç Türkçe ke- Timenin Osmanlıcada karşılığı: Güdük — Toros köylerinde giyilen neşin ışığını bir noktada tekâsüf ettirerek Sirayüze limanmdaki düş | man kalyonlarını uzaktan yak- mağa teşebbüs etmişti. Meşhur tabiiyatçı Büfon'un takriben üç yüz sene önce, boş zamanlarında imal ettiği ayni cinsten diğer bir cihaz da Paris- | teki “Konservatuar de zor se met- ye,, de mevcuttur. Küçük küçük ay nacıklardan mürekkep olan bu cihazla güneşin ışığını bir nokta- da tekâsüf ettirerek uzaktan tah- taları, kâğıtları tutuşturmak, ba- ruta ateş vermek mümkündür. Hele bu aynaları eli kolu bağlı birine tevcih etmek onu işkence- * en müthişine mahküm et- mekle beraberdir. Bugünkü — fen,“enfra — ruj,, nevinden gizli sıcak şunlarla ce- hennemt tesirler icra etm mu- vaffak olmakta ve kuvretli hara- ret neşreden husust surette imal edilmiş sobaların sıcaklığını ref- | bir nevi mintan, Büngüldemek — Suyun yerden kay nıyarak çıkışı, Üzlenti — Tahassür, Savsaklamak — Sürüncemede br- rakmak, geri birakmak, Alan — Saha, meydan. Düzlük — Saha, meydan. Er — Erken. Bulamaç — Unla yapılan çorha. Doğan Ay Fele yapan tabanca “öldürücü ışıklar,,ın ilerdeki harblerde en büyük müdafaa sılahı olacagı anlaşılıyor “ölüm ışığı,, neşreden projektörlerle tayyareleri birer ” Birin cıklıın 1844 birer düşürmek bir çocuk eğlendesi haline gelecektir! lektör lerle tekâsüf ettirerek yer yer görünmiyen kızgın ocaklar meydana getirmektedir. Şimdi, harp esnasında; bir - si- perde, böyle bir cihazın gizlendi- ği farzedilsin: Düşman askerleri bilmiyerek, istemiyerek bu ocak- lardan birinin içine düşerdi, vücu du kavrulacak elbiseleri ateş alıp cayır cayır, yanacak, bir iğne ü- zerined müteharrik olan cihaz ise ocakların yerini değiştirerek düş- man efradı takip edecek ve her bi rini ayrı ayrı kavuracaktır. Lâkin, kızgın şuaların - tesiri mahalli ve mahduttur. Onlar ni- hayet bir siperin müdafaasında kullanılacak bir kaç metre mürab bar dahilinde mahdut miktarda askerlerin manevi kuvvetleri üze- rinde tesir gösterebilecektir. İşte bu yakıcı elektrik şuaları- nın tesir sahaları bir iki kilo met- re genişletilecek olursa tayyare- lere karşı en müthiş müdafaa si- lâhı da icat olünmüş demektir. Kı sa mevceleri istenilen noktaya sevketmek çaresi bulunalıdan be- ri imkân demiyelim de artık bu da ihtimal sahasına girmiş - sayı- labilir. Otomobil fenerinin ışığı gibi, bugün, Parabolik veflektör'lerle mevceleri' sevketmenin yolu. bu- hindu. Uzun direkler üzerine ko- nulmuş üç milimetre kutrundaki reflektör'ler sayesinde elyevm Manş denizinin iki kıyısında kâ. in Lemn ile Sent İnglver şehirle- rinin tayyare istasyonları arasın- da muntazaman işliyen bir Ra- dio telefonu tesisatı mevcuttur. Ayrıca Markoni Elektro adında- ki hususi yatmda fevkalâde kü- sük mevcelerle tecrübeler yapmır ve onları âdeta riyazi bir kal'i- | yetle muayyen bir hedef üzerinde temerküz ettirmeğe muvaffak ol- muştur. Ş$imdiye kadar böylece küçük kuvvetlerin sevki tecrübesi yapıl- mış ve anlaşılmıştır ki - bugünkü vasıtalarla elde edilmesi müm- kün olan müthiş kuvvetlerin düş- man üzerine sevki imkân dahili. ne girerse, sevkedildikleri yere, onlar, gerçekten yıldırımlar yağ- dıracak, ölüm saçacaklardır... Tıbbın yeni yeni tatbike baş- ladığı Diatermi tedavi usulü bu ölüm mevceleri hakkında bize bir fikir vermeğe kâfidir. Yüksek tevettürlü bir adese sayesinde Diatermi vücutta içten hararet tevlit etmektedir. İşte bu harare: ti binlerce defa — taz'if edersek “vücutlarının içinden yanıp tutu- şan,, tayyarecilerin hali gözümü- zün önüne gelir! Bu arada tayyarenin de, mam yeto'ları delinerek, benzin depo: ları tutuşrak, gaz bombaları pat* lryarak bir iki saniye içinde mah- volacaklarında hiç şüphe yoktur. Bilhassa harp sahasınm geri- sinde bulunanların müdafaa - ve muhafazasına çalışan fen adam” larmın meşgul olduğu diğer bir icat ta, bugünlerde mevkii fiile konulan Kristmas'ın “felç şualı dır. Nikel kaplı bir muakkar ay - nanın ortasında infilâklı bir mad” deden mürekkep bir fişenk ta- savvur edilsin. Tetiği çekince ay- nadan müthiş, korkunç bir ışık aksediyor işte buna 'felç ŞUAL » deniyor. 1500 metre dahilindeki hangi bir dirinin gözü bu ışığa rast ge- lirse, o, evvelâ yerinde dona kalır yor ve sonra olduğu yere yıkıdır yor. Tam tesir ile bu ışık bebeği akıtmak suretiyle gözleri kör et mektedir. Aksi halde bu ışığa bö* kanlar istikamet hissini kaybet mekte, sersemleşip oldukları yer” de dönüp dolaşmaktadırlar. Bu şuaa karşı henüz siyah göf lük kullanmaktan başka çare bu” lunamadı. Bu ise, şuaa maruz kâ” lanların ya kör, yahut ta mefluf kalmaları demektir. Demek oluyor ki böyle bir sır$ projektörün himayesine sığmat” askerler taarruzdan korkmıy?” cakları gibi bu projektörler "' yesinde şehir sakinleri tayyare cumularından endişe ıtmlya.ı rahat rahat uyuyabilecekler, i$ ; ve güçlerini görebileceklerdir. Him hududu dahiline bu günün ihtimalleri belki de yer rtam birer hakikati olacaktır. Şim diye kadar gaz ve mikrop h.ıı"’ıd müsait kılmış olan fennin bunda! sonra cana kıymaklan 217'd canm muhafazasına yardım etm” sini temenni etmekten başka den ne gelir!