29 Nisan 1937 CUMHURIYET Edirnedeki Üçşerefeli cami kimin eseridir? Bu camiin ve Bursadaki Yeşil camiin mimarı olarak gösterilmek istenen Nakkaş Ali mimar değil, ismi gibi sadece bir nakkaştı Son günlerde bir akşam gazetesinde Edirnedeki Üç Şerefeli camiini inceliyen sayın bir mimar bu yazısile ortaya kendi mesleğine aid bir bahis ve üzerinde durulması lâzım gelen birkaç tarih meselesi attı. Mesleğine aid olan bahis te tarih mevzuu olduğu için medeniyet tarihimiz üzerinde çalışmaktan zevk duyan herkes, mimar olmasa da, bu bahis ve mevzu etrafında konuşabilir. Mesleki bahis, sayın mimarın Uç Şerefeli camiinin kubbesini dışından tutmak üzere bunun etrafına dört tane destek duvan (Contrefort karşılığı olarak kullandım) yapıldığını söylemesinden çıkıyor. Anlamak ve öğrenmek istediğimiz noktayı aydınlatahm: Osmanh Türklerinde mimarlık Bursada başlamış ve Edirnede olgunluk yoluna girmiştir. Bursadaki abide kubbelerinin hiçbirisinde destek duvarı yoktur. Edirnede Üç Şerefeliden sonra yapılmış olan İkinci Beyazıd camiinin kubbesinde de böyle birşey görülmemcktedir. Halbuki bu camiin mimarı Hayreddin gibi büyük bir üstad olduğuna göre kendisinden önce gelenlerin yaptıklarından hisse kapması ve gördüklerini muhakeme ederek faydalanması lâzım gelirdi. Mimar Hayreddin kubbelerin (dafia kuvveti) ni çok iyi bilirdi. îkinci Beyazıd camiinde kubbenin etrafına destek duvan yapmamakla beraber bu kubbeyi demirden kalın bir çemberle çevirmesi bunu gösterir. Divanyolundaki Atikalipaşa camii de mimar Hayreddinin eseridir. Onda da bugün görülen, destek duvarlarının aslında mevcud olmayıp sonradan yapıldığı zannolunur ve bugün göriilen bu duvarlarm arzettiği şekil barok tarzını andınr. Halbuki cami Bursa tipindedir ve uğradığı mühim değişiklikler esnasında içi baştanaşağı baroklaştınlmıştır. Kubbedeki desteklerin de sonradan yapıldığına onun şekli şahid olabilir. Bu hükmün doğruluğunu bize Cumhuriyet sütunlannda salâhiyetli kalemile yarattığı mimarlık edebiyatile kıymetli bilgiler veren Sedad Çetintaşın da teyid edeceğini umarım. Bunlardan başka mimar Sedad Çetintaşın tahminine ve eski büyük zelzelelerde büyük camilerden hiçbirinin kubbesi çökmediği halde Fatih camiinin duvarlannı dahi yıkan kubbe çökmesi hakkmda haklı olarak düştüğünü bildiğim şüpheye göre Üç Şerefeliden çok sonra yapılan camilerde dahi destek duvan yapılmadığına hükmolunabilir. Saydığımız bu birkaç misale göre Uç Şerefelide söylenen destek duvarlarının aslî olup olmadığı hakkında insan ciddî şüphelere düsüyor. Bizi aydınlatmasını gene mimar Sedad Çetintaştan rica ederiz. Yazısı üzerinde durduğum sayın mimarın asıl incelemeğe lüzum gördüğüm tarih bahislerine gelince: Muharrir Atik Sinan gibi üstad mimarlardan birinin Üç Şe refelinin tamamlanmasında çalıştığını muhakkak görüyor. Kendisi çok karanl:k bir noktayı aydmlatmak istemiş, fakat tereddüdden kurtulamamış. Keşki (Atik Sinan gibi üstad mimarlardan biri) nin adı belli olsaydı!.. Bununla beraber gene muharrir şimdiye kadar hiçbir mimara mal edilemiyen Üç Şerefeli için bir mi mar bulmuştur. Onun şu cümlesini okuyalım: «Bursadaki Yeşilcamii «Yeşilcami değil, Yeşilcamiidir» tamamlıyan mimar Nakkaş Ali (?) ayni eserin bir güzellik eşi olan Üç Şerefeliye de başlamıştır. Çünkü her ikisi de bir devrin mahsulü dür.» Bu cümleler şimdiye kadar mimarı bilinmiyen ve bilinmediği için Türk medeniyeti tarihile uğraşan birçok meraklılar gibi bizi de düşündüren Üç Şerefeli camiinin inşasına (Mimar Nakkaş Ali) nin başlamış olduğundan başka bir mânaya gelmez sanırım. Bu iddiaya göre zihinleri kurcalıyan meseleye hallolunmuş gö zile bakmak lâzım gelir: Üç Şerefeliye (Mimar Nakkaş Ali) başlamış ve onu Atik Sinan gibi üstad mimarlardan birisi bitirmiş. Keşki böyle olsaydı! Fakat Osmanh Türkleri arasında bir (Mimar Nakkaş Ali) olmadığı için Üç Şerefeliyi de bu nun yaptığı kabul olunamaz. Bu (Mimar Nakkaş Ali) bahsine biraz sonra dönmek üzere muharririn Bursadaki Yeşilcamii ile Edirnedeki Uç Şerefelinin ayni devir mahsulü olduğu ve yazısının ilk satırlarını teşkil edne (Bursadaki Yeşilcami gibi mimarisi çok üs tün bir san'at eseri) olan abide ile Uç Şerefeliyi yanyana getirmekten kasdettiği mâna üzerinde duracağız. Bursadaki Yeşilcaminin hususiyeti o nun çinilerle ve oymalarla mükemmel surette süslenmiş olmasındadır ve bu abidenin kıymeti onun süsündedir. Bunu mahfel ve teferrüatı bir tarafa bırakılmak şartile gene Bursadaki Yıldırım camiile karşılaştmrsak Yeşilcaminin ne plânında, ne de inşaatında bir hususiyet ve fevkalâdelik görülmeyip bir Yenicaminin tıpatıp kopyası olduğu teslim olunur. Yeşilca minin plânı kendisine mahsus değildir ve çok kullanılmıştır. Fakat Üç Şerefeli kendisine kadar sürüp gelen kanaatleri sarsmış, yepyeni teknik, yepyeni modelle yükselmiştir. Hakikî ibda'dır ve Yeşilcami ile kıyas edilecek hiçbir noktası yoktur. Şimdi (Mimar Nakkaş Ali) bahsine geliyorum. Osmanh mimarları arasında bu isimde bir mimar olmadığını söylemiştim. Bu isim Yeşilcami ile beraber zik rolunduğu için İlyas Alinin oğlu Nakkaş Alinin kasdolunduğu anlaşılıyor. Adı da gösteriyor ki bu zat yalnız nakkaştır. Bugün Yeşilcamiinde bile methalin tavanı nı süsüyen nakışlardan başka bir eseri görülmemektedir. Eserlerinin büyük kısnıı camiin tamirleri esnasında sıva ve badana altında kalmıştır. Yeşilcamiinin içine girilip ortadaki şadırvana kadar ilerle dikten sonra geriye dönülür ve Hünkâr mahfili üstünde bulunan levha okunursa nakkaş Alinin bu abidenin nakışlarını tamamladığı tarih okunur. Fakat ayni levhada Nakkaş Alinin camie başka bir hizmeti geçtiğine dair bir kelime yoktur. Halbuki Yeşilcamii kendisine hizmet eden bütün san'atkârların ve üstadiarın imzalannı taşır ve bazılarmın da hizmetlerini tasrih eder. Bu camiin mimarı Hacı îvazdır ve bu da büyük kapının iki tarafını donatan levhada yazılıdır. Bizim mecmua ve gazetelerde yazdığımız, hatta hakkında kitab neşrettiğimiz Yeşilcamii ve nakkaş Alinin hakkında da Denîzyollarmda kimler çıkarılıyor? Muavin Nihad Türkofis asbaşkanı oluyor Denizyolları idaresi teşkilâtmda 1 mayıstan itıbaren yapılacak tensıkat hazırlıkları bitmiştir. Verilen karara göre, Teftiş heyetinden üç kişi, Zat işlerinden şefile bir memur, idarenin fen müşaviri ve Fen heyetinden bir aza, Levazım şubesinden üç, Muhasebeden iki memuı, ticaret kısmmdan şefile bir memur açığa çıkarılacaklardır. Maamafih, bu şef ve memurlardan bir kısmı merkezde başka memuriyetlere geçirilecekleri gibi bir kısmı da acenteliklerdeki memurluklara tayin edilecekler dir. İdarenin Akdeniz, Karadeniz ve Marmara havzasındaki iskelelerde ai datla çalışan mahallî acentelikler de önümüzdeki aydan itibaren kaldırılmakta, buralar maaşlı birer memuriyet haline kalbolunmaktadır. Denizyolları işletmesi tekaüd kanunu mucibince, açığa me mur çıkanlamaz. Kadroların darlaştınldığı zamanlarda açığa çıkarılacak me murlara tam olan açık maaşı vermek mecburiyeti vardır. Kanunun bu hük müne göre, bir kısım memurları açığa çıkarmak suretile maaşlarından tasarruf yapmağa imkân yoktur. Bu sebeble, tensikat dolayısile merkezde açığa çıkarılacak olan bu memurluklar taşra acente liklerine tayin edileceklerdir. Bu tensikat meyanında vazifesi ilga edilmiş olan müdür muavini Nihad, Türkofis reis muavinliğine tayin edilmiştir. Nihade, aybaşından sonra yeni va zifesine başlamak üzere Ankaraya gıdecektir. Çocuk bakımı : İ Küçüklerde iştihasızlık Yazan : Doktor Kadri Raşid Birçok anne ve babaların çocukları nin iştahsızlığından şikâyetleri vardır. Bu şikâyetleri yapan ana, babaların çoğu büyük şehirler ahalisinin okumuş, yazmış, iyi terbiye görmüş, hassas gencleridir. Gencleridir diyorum; çünkü hakikaten iştahı kâfi görülmiyen alelu mum ilk çocuklardır ve şikâyetçiler de onların gene anne ve babalarıdır. Nitekim bunların ikinci çocukları iştahsız lık göstermezler. Halbuki topyekun hesab edersek anne ve babanın gencliği çocuğun da canlılığını icab ettireceğinden birinci çocuğun iştahsız olup ta sonra doğanlar iş tahlı olmasımn mantıkî ifadesi güçtür ve bunda ilk hevesin ve ifrat derece sevgisinin tesiri aşikârdır. Hakikaten fennen alırsak çocuk iş tahsız olur mu? Ve olursa ne sebeble olur? Kâhilin iştahımn azalması kabil ol duğu gibi çocuğun da iştahımn azalabilmesi gayet tabiidir; lâkin tıpkı kâhil de olduğu gibi çocukta da bu iştahsızlık marazî bir sebebden ileri gelir. Hatta denebilir ki çocuğun iştahını kesmek için ârız olacak hastalığın kâhillere ârız olacaktan daha kuvvetli olması lâzım dır. Yani ayni hastalıktan yatan bir baba ile çocuğu ele alsak çocuğun iştahı daha az kesilmiştir ve baba yalnız su ile geçinirken çocuk ekmek peyniri arzu ile yer; çünkü babada senelerin eskittiği uzuvlar iştahaya dokunan toksinleri çocuğun taze uzuvları gibi çabucak izale edemez. Kocaman bir zatürrie ile pilâv, külbastı yiyen çocuklar nadir değildir. Bu misali yazmaktan maksadım, çocuğun iştahını eksiltmek için hayli kuvvetli hastalık lâzım olduğunu, bu da tabiatin çocuğa beslenmek kuvvetini fazla vermiş olduğunu söylemek içindir. Filhakika kâhil yalnız yaşamak için yemeğe mecburken çocuk hem yaşa mak, hem büyümek, hem de cüssesi ufak olduğu sebeble fazla hararet kay bettiğinden (çünkü fennen ufak hayvanlar büyüklere nisbetle fazla hararet kaybederler; bunun için serçeler her vakit yemekle meşguldür; çaylak, leylek mahdud zamanlarda yer.) onu telâfi için fazla gıdaya ihtiyacı vardır. Ve bunun için tabiat kendisine büyüklerden daha ziyade iştah vermiştir ki kolay kolay da kesüemez. O halde iştahsızlığından şikâyet edi len çocukların bu yemeklerini reddedişlerinin sebebi nedir? Zavallı annelerin şikâyetleri o kadar haklıdır ki onlara acımamak kabil değildir. Çocuğa yemek verilince yeme; tabağı görünce kaçmağa başlar; yemek tabağı elinde annesi onun peşinden gider, oda oda gezilir; yalvanlır; kediye verilir, taş bebeğe verilir, küçük hiz metçiye verilir; bu suretle kıskandırarak ayak üstü birkaç lokma yedirmeğe muvaffak olunur; hikâye anlatılır; başa külâhlar giyilir, maskaralıklarm envaı yapılır. Bütün bu sahnelere büyük baba, büyük anneler, hizmetçiler karışır; mükemmel bir eğlence sahnesi teşkil edilir ve çocuğa yedirilebilen her lokmadan bu aile efradı kendi faaliyetine bir hisse çıkararak sevinir. Bazan da çocuk ağzına lokmayı alır ve yutmaz: geçen gün annenin biri anlatıyordu: Akşam yemeğinde avurdu nun içinde sakladığı lokmaları sabaha kadar muhafaza ediyor ve sabahleyin avurdundan çıkarıyorum, bu kadar iştahsız! Alelumum da bütün bu şikâyetlerin kahramam olan çocuk ise tostoparlak. sirleri vardır ya. Fotoğrafçılar, sinemacılar ve ressamlar bu farkları pek güzel hesab ederler, değil mi? Bu balkon ışığı size arkadan veya soldan gelseydi, belki de sizin benim üstümdeki tesiriniz de biraz değişecekti. Biraz, fakat etrafımızdaki eşyadan yağan bu «biraz» lan yanyana getiriniz, çoğahr; belki de bahtımıza yeni bir veçhe verecek kadar... Ah, benim budalalıklanma ne güzel manalar vermeğe çalışıyorsunuz. Fakat... hoşuma gitti bu teviliniz. Tevil değil, Vedia Hanım. Ben fala filân kat'iyyen inanmam. Çok materyalist olmağa çalıştım. Şimdi biraz tereddüd geçiriyorum. Çünkü ben maddeden başka şeyde kıymet aramadıkça, aksine, bütün kıymetler hep gayrimaddî şeyler üstünde görünmeğe başladı. Meselâ bütün hayatımda hep menfaatlerim aleyhine hareket ettim; sonra hep manevî saiklere kapıldım. Şimdi büyük söylemekten biraz korkuyorum. Balkon kapısına baktı, gülümsedi ve devam etti: Şimdi, hakikaten rüzgâr bu kapıyı açıverse ben eskisi kadar kat'iyetle «bu alelâde bir tabiat hâdisesidir, bize göre hiçbir manası yoktur.» diyip çıkamam. Rüzgânn hiç birşey düşünmeden, körükörüne buraya girdiğine hükmedemem. renkli, canlı bir çocuktur. Bütün bu iddiaları yalancı çıkaran bir manzarası olan kuvvetli bir yavrudur. O halde bu iştahsızlık zâhirî bir şeydir. Hakikaten bütün bu şikâyetlerin sebeblerini tahlile kalkışacak olursak, bermutad ilk çocuğa karşı gene anne ve babanın fazla derecedeki muhabbetle rile çocuğun haleti ruhiyesi icabasmda onların ifadesini buluruz! Yani fazla muhabbet ilcasile ve çocuğu çabuk büyütmek arzusile daha meme devrinin sonlarına doğru çocuğa moymuş olduğu halde yemek vermeğe ve zorlamağa başlıyan gene anneler bu yaştan itibaren çocuğun haklı olarak reddine maruz kalırlar; çünkü gıda kendisine henüz açıkmağa başlamadan evvel verilir ve yahut doyduğu halde gene verilmekte ısrar edilir; işte bu yaşlardan itibaren de karşısında ufak tefek maskaralık âlemleri yapılmağa başlatarak çalgılı lokanta alışkınlığı verilir. Çocuk biraz daha büyüyüp te şahsına ehemmiyet vermek hassası fıtrî olarak teşekkül etmeğe başladıktan sonra ki bu hassamn iki yaşından sonra çocukta nemalandığını bundan evvelki maka lemde yazmıştım bu ilk zamanlarm alışıklığı ruhî bir ihtiyaç halinde temadi etmeğe başlar. Yemek yememesine bu kadar ehemmiyet verilmesini şahsının muvaffakiyetine atfeder. Şahsına veri len bu ehemmiyete çocuk o kadar düşkün olur ki bazı annelerin bütün bu yemek yedirmek güçlüklerinden sinirlenerek çocuklarını her yemekte döverek yedirdikleri vakidir; işte çocuk bu dayaktan bile lezzet alır ve onu bekler. Öyle ki dayağın acısmı şahsına verilen ehemmiyetin lezzetile tekabül ettiriyor hissi verir. Bütün bu çacuklarm iştah sızlıklan sun'î olarak teşekkül etmiş naz hâkiyelerinden ibarettir. Nitekim bunlar yabancı bir yerde anne ve büyük anneden. yani bu yemek yedirmek sahnesinde vazife almış olanlardan uzak ve bilhassa başak çocukların bulunduğu bir sofrada mükemmel yerler. Daha büyük çocukların iştahsızlıkları yemek aralarında, vakitsiz yemiş ve saire yiyerek iştahlarını kesmelerinden ileri gelir; sofraya oturunca ellerini çeken bunlar da iştahsızlıklannı annele rinin ehemmiyetle herkese anlatmasmdan lezzet alır, şahsına ehemmiyet verildiği cihetle sevinirler. Çocukta bu ihtiyaç o kadar fazladır ki kendisinin sevildiği kanaati için sevenin üzülmesinden lezzet alır. Sun'î olarak devam ettirilen iştahsızlıklardan biri de fazla muhabbet ve fazla merak sebebile sıcak odada kapatılıp saf havada oynamaktan mahrum edil mek suretile teşkil edilenlerdir. Böy lece kapatılıp beden faaliyetinden ve saf havadan mahrum etmek çocuğun iştahımn uyuşmasmı mucib olur. Bundan sonra ciddî iştahsızlıklar gelir: Bunların bir kısmı muvakkat hastalıklar sebebile yememezliklerdir; fa raza grip, mide ve barsak iltihabları, tifo, anjiye ilâh.. gibi hastalıkların ze hirlerinin tesiri altında çocukların ye mek yiyemiyecekleri tabiidir. Bu muvakkat hastalıklardan başka verem ve saire gibi esaslı hastalıkların vereceği iştahsızlıkları nazari dikkate almak lâzımdır. Lâkin bu gibi hastalıklar iştahı kesmelerinden evvel birçok ârazla kendilerini gösterirler; o suretle ki manasız bk iştahsızlığm sebebini doğrudan doğruya vereme ve yahut onun gibi diğer bir ciddî hastalığa isnad etmek haksız olur. Gerek muvakkat. gerekse verem gibi Yalnız, gülüşümü mazur görünüz, rüzgâ nn birşey düşünerek bu kapıyı açmış olabileceğine de inanmam. Sizinle farkımız bu. Ben de buna uzun derin düşünerek inanmıyorum. Bu, bir his. Beni aldatıyor belki. Fakat kuvvetli bir his. Hem ben rüzgâr birşey düşünüyor demiyorum. Kapı birdenbire açılsa, birdenbire açıldığı için, benim içimde de birdenbire birşey olur, belki... İşte buna benzer bir his. Anlatamıyorum. Ikisi de sık sık balkon kapısına bakı yorlardı. Hava çok durgun ve deni7İn üstü bomboştu. Orhan bir sigara yaktı: Bu hissi anlamıyor değilim, dedi, sonra en abes duygularımıza bile hürmet etmek lâzım geldiğini anlıyorum. Bir düşünsek... Kimbilir ne büyük muvaffakiyetlerimiz buna benzer hisler vüzünden dir. Çok doğru. Vedia birdenbire bahsi değişürerek sordu: Siz... affedersiniz... hep muallim miydiniz? Orhan Vedianın merakmı anladı ve onun sormağa cesaret edemediği şeyleri de kestirerek cevab verdi: 'Aritast var) Nasreddin Hoca gibi mi davranmalıydı? enc, fakat olgun bir arkadaşım var, yüksek tahsilini henüz bitirdi ve Avrupadan parlak bir rfan hucceti alarak yurda döndü. İnşallah bilgisinden vatan müstefid olur ve kendisi de lâyık olduğu şerefi bulur. İşte bu arkadaş bize şöyle bir macera anlattı: Kalabahk bir mecliste bulunduk, tath tath konuştuk, uzun uzun eğlenip güldük, geceyansmdan sonra neşeli neşei yataklanmıza uzandık, şen ve müsterih uyuduk. Sabahleyin gene şetaret içinde kalktık, giyinmeğe hazırlandık, içimizden biri seslendi: Çorablanm yok!.. Lâtife yapılıyor zannile gülmeğe, yaınayak kalan arkadaşla eğlenmeğe yeltenirken başka bir ses tazallüm etti: Yeleğim yok!.. Ben, her iki arkadaşa uzaktan «geçmiş olsun» diyerek çorablarımı ayagrnıa geçirdim, potinlerime el attım ve ihtiyarsız haykırdım: Potinlerim yok!.. Bir kır âlemindeydik, çadırla sayvan arasında bir nevi al açıklarda yatmıştık. Kediler mi, köpekler mi, sansarlar mı, kimlerse neşe yorgunu, eğlence sızgmı bizleri işte alaya almışlar, kır ortasmda çorabsız, yeleksiz, potinsiz koymuşlardı. Bunu, kısa bir incelemeden sonra anla dık ve «kimden kime şekva edelim biz dahi şaştık» nakaratile bir iki millik yolu, çorabsız potin ve potinsiz çorabla yüriidük. Yeleksizler, bize göre çok bahtiyardılar. Çünkü dikenler, çakıllar göğse kadar yükselmiyordu, yalmz ayaklan incitiyordu!.. Bu hikâye bana Nasreddin Hocanın meşhur bir fıkrasını hatırlattı: Rahmetiiyi bir gün düğüne çağırmışlar. Köy düğütılerinin hali malum. Konukomşu veya bütün köy halkı değil. üç beş saatlik mesafeye kadar sıralanan köy ahalisi de komşuluk hakkına saygı göstermiş olmak içineski devirlerde düğün evlerine koşarlardı. Radyosu, sineması ve sahnesi bulunmıyan bir devir halkma, en basit vesjlelerden eğlence fırsatı çıkarmak kaygusu hiç te çok görülmez. Her ne ise. Hocanın davet olunduğu eve de girenin, çıkanm haddi, hesabı yoktu. Hoca, bu medli, cezirli insan seli arasmdan süzülüp yukarı çıktı, zaten kurulu duran sofraya oturdu. Göğsü, tabiî denilemiyecek derecede, şışkindi. Sofrada oturanlardan biri bu tümseğimsi şişkinliğe merak sardırdı ve dayanamıyarak sordu: Hocam, koynunuzda birşey mi var, çok şiş görünüyor! Evet azizim. Yolda bir kitab aldım, koynuma soktum. Ya... Neden bahsediyor bu kitab? Eşyanın saklanması usullerinden! Sahaflarda bulunur, değil mi?.. Bari biz de alalım. Sahaflarda bulunmaz, kavaflarda bulunur! Ve elini koynuna sokup kunduralarını çıkardı, sofradakilere gösterdi. Avrupadan dönen arkadaşa da bu fıkradan ibret almasını, şapkasına, bastonuna, pardesüsüne, kalabahk yerlerde sahib olmasını tavsiye ederim. Turgudluya Atatürk heykeli dikiliyor Turgudlu (Hususî) Belediyemiz geçen sene Atatürkün îstiklâl Savaşında İzmir kurtuluşunu kararlaştırdığı yere bir abide dikmeğe muvaffak ol muştu. Bu sene de istasyonun İstiklâl meydanmda istimlâk ettiği yere Büyük Önderimizin bir heykeli dıkilecektir. Bu iş için bütçeye tahsisat konmuş ve heykelin yapılması kıymetli san'atkârımız Zeynel Akkoça bırakılmıştır. Yeni Gümrük ve înhisarlar Vekâleti kanunu Ankara 28 (Telefonla) Gümrük ve İnhisarlar Vekâleti, gümrük ve inhisarlar kanununu esaslı bir şekilde değiştirecek olan kanun projesi üzerinde son tetkiklerini yapmaktadır. Bu projede bilhassa cenub vilâyetlerimizde kaçakçılığın daha fazla önüne geçilmesi için mühim kayıdlar olacaktır. ha pek çok neşriyat vardır. Üstad Hasan Fehmi ve mimar Sedad Çetintaşm yazıları olsun okunsaydı böyle tarih hatalarına düşülmiyecekti. Fakat bu kadar neşriyata karşı gene Yeşilcamiin mimannı (mimar Nakkaş Ali) diye dünyaya gelmemiş birisi zannetmek bir defa zihinlere yerleşmiş olan malumatı düzeltmenin zorluğunu gösterir. Nakkaş Alinin hüviyetini ortaya çı kardıktan sonra bir hakikat tebellür ediyor ki, o da sayın mimar tarafından Üç Şerefelinin mimarı hakkında vâki olan iddianın varid olmamasıdır. Üç Şerefelide mevhum (Mimar Nakkaş Ali) nin değil, hatta (Nakkaş Ali) nin de eseri görülmüyor ve halletmek düşüncesinde oldu ğumuz meçhul gene meçhul olarak kal makta devam ediyor. Ankara Dr. Osman Şevki Uludağ maddeler yolumuzu çiziyorlar. İşte ben de bunun için fala inanırım. Sanki herşey üstünde bahtımız vardır. Onlara talihimi sormak isterim. Şimdi, meselâ, rüzgâr şu balkon kapısını birdenbire açsa, bana öyle gelir ki... nasıl söyliyeyim... sanki bu rüzgâr bana birşey haber vermek için içeri girmiştir. Onu anlamağa çalışmm. Orhan güldü. Kendini alamamıştı. Fakat boğazından fırlıyan bu kaçak gülüş, Vediayı hafifçe yerinden sıçratacak kadar sarsmıştı. Kız büyük bir korku geçiriyormuş gibi omuzlarmı yukarıya doğru büzdü, gözlerini açtı ve derin bir nefes alarak içinde tuttu. Orhan bu neticeyi telâşsız düzeltmeğe karar vererek, hemen manasını değiştirdiği samimî bir gülüşle tekrar güldü ve dedi ki: Beni yeni bir zaviyeden düşünmeğe mecbur ediyorsunuz. Etrafımızdaki eşya ile mukadderatımız arasında bir takım bağlar olduğunu hissediyonım. Meselâ balkon kapısı dediniz. Işık şimdi sizin yüzünüze sol taraftan geliyor. Ben dikkat ettim ki çehrelerimizin manalan ve tesirleri aldıkları ışıklara göre değişir. Belki bunlar küçük farklardır. Fakat küçük te olsa hâdisele^ üstündeba^a ba|ka tt M. TURHAN TAN esash bir hastalık sebebile iştahsızlık gösteren bir çocuğun iştahsızlığmm ve mevcud hastalığımn tedavisi doktora aid vazife olduğundan onu bırakıyorum. Lâkin asıl anne ve babanın istemiyerek sebeb olduğu ve devammdan bedbahtlık duyduğu sun'î iştahsızlıkların önüne geçmek, çocuğun iştahsızlığım izam etmemek, onu herkese anlatmamak, etrafında maskaralık etmemek, yalvarma mak, bir kelime ile lâkayid kalmakla kabildir. Yalnız muayyen saatlerde verilmesi lâzım gelen gıdayı önüne koyup ta yemediği vakit ondan dört saat sonra gelecek olan diğer yemek saatine kadar kendisine sudan başka bir şey ver memekte ısrar etmelidir; çünkü ekseriyetle yemeğini reddeden çocuk, annesinin kendisine biraz sonra bir şeyler vermesini bekler ve ekseriyetle de aç kalmasm diye biraz sonra bir gıda verilir; binaenaleyh bundan tevakki et mek lâzımdır ve çocuğun yememesine ehemmiyet vermemek ve lâkayid kaı mak, üçüncü bir şahsa onun iştahsız olduğunu anlatmamak, yemediği vakit ne üzüldüğünü göstermek, ne de tehdid etmek, ne de dövmek, yalnız dört saatini kat'î olarak bekletmek kâfidir. Şahsına verilmesini arzu ettiği ehemmiyet ve muhabbeti başka türlü okşamalarla tatmin etmek suretile de kendisini sevin dirmek lâzımdır. Sıcak odada kapalı tutarak iştahları uyuşturulan çocuklara gelince; o kadar merakın sakim bir şey olduğunu, çocuğun soğukta uyuşarak, sıcakta terliyerek saf havada oynamasmdan hayat ve sıhhat kazandığını bilmek lâzımdır. Cumhuriyetin edebî tefrikası: 61 BiZ İNSANLAR Yazan: Peyami Safa Bana bakıyorsunuz zannederek size se lâm vermiştim. Orhan önüne baktı ve sustu. Sonra ağır ağır başını kaldırdı: Şimdi sizi tanıyışımın, burada bulunuşumun ilk sebebini düşündüm, dedi. Bu sebeb bir taştır, değil mi? Vedia gözlerini açtı ve sülümsedi: Evet. Çok garibdir. Sustular. Orhan Vedianın yuzüne baktı ve kız gene tasdik etti: Evet. Tahsinin attığı taş hakikî bir sebeb midir? O taş atılmasaydı belki de ben sizi hiç tanımıyacaktım, burada hiç bulunmıyacaktım. Bakınız bir taş insanın hayatına yeni bir istikamet veriyor. Ben mektebi de o taş yüzünden terkettim. Taş yerine Tahsinin eline daha yumuşak bir şey, bir mukavva parçası geçseydi Cemilin yüzü yarılmıyacaktı; ben onu buraya kadar getirmeğe mecbur olmıya caktım, tanışmıyacaktık. Hayatımızda kimbilir böyle nekadar ehemmiyetsiz Değil mi? Yoktur. Ve ben bu ihtiyacı duyan bir kadına ilk defa raslıyorum. Vedia başını arkaya doğru atarak, sessiz bir gülüşle, titriye titriye güldü: O... dedi, ben de bir kadmda bu ihtiyacı takdir eden bir erkeğe ilk defa raslıyorum. Orhan önüne baktı: Ben de bu yaşıma kadar böyle bir adama raslamamıştım. Yalnız, bu mek tebde bir arkadaş kazandım. Necati isminde bir arkadaş. Hepsi o kdar. Başkalarile her meseleyi konuşmak cidden güçtür. Orhan hatırlıyarak doğruldu: H a . . . dedi, siz Necmiyi tanıdımz. O gün, pastacıda, yanlmda duran gene. Evet, biz dükkâna girmeden, ca mın önünden gecerken ben size selâm vermiştim. Görmediniz. Arkadaşınız kendisine zannetti ve hayret etti. Sonra size galiba beni sordu. Evet. Benim gözlerim bıraz miyoptur.