18 İkinciteşrin 1936 CUMHURÎYET Donanma Akdenize çıkarken MALTA TARİHİ Dragut ve La Valet isimlerin! yaşatan iki hatıra Sovyet askerî plânı çalınmış mı? Ingiliz gazetelerinin verdikleri malumat Londrada çıkan Daily Express gazetesinin Varşova muhabiri şu haberi ver mektedir: «Sovyet Rusya gizli polis teşkilâtı Umumî Harbdenberi misline tesadüf edilmiyen bir casusluk hâdisesile karşı k a r şıya bulunmaktadır. Rusya dört senedenberi garbden gelecek bir tehlikeye karşı müdafaa tertibatı almakla meşgul bulunuyordu. Şimdi bil" dirildiğine göre bu müdafaa harbinin bütün plânlan ve projeleri çalınmış bulu nuyor. Bu suçlardan dolayı da eski Rus komünistlerinden olup Sovyet gizli polis teşkilâtına dahil bulunan İrene Miha ilovna adında bir Rus kadını ile Kızı lorduda büyük rütbeli bir erkânıharb zabiti olan âşıkı tevkif edilmiştir. İkisi de yabancı bir hükumet namma askerî vesaik çalınmasında methaldar olmakla itham edilmektedir. Askerî esrarın bu şekilde bir ihanete kurban gitmiş olması, son günlerde 100 den fazla şüpheli eşhasm tevkifine sebeb olmuştur. Dün Moskovadaki Alman sefiri de tevkif olunan yedi Alman tebaası hak • kında hükumet nazdinde protestolarda bulunmuştur. Tevkif edilen eşhas arasırr da Ingiliz tebaasından kimseler bulun * duğu tekzib edilmektedir. Çalınan gizli vesaik, geçen ay Minskte yapılan manevralan müteakıb Mareşal Voroşılof tarafından üzerlerınde tashıhat yapılmış bulunan müdafaa plân larını ihtiva etmektedir. Bu vesaik Moskovada Kremlin sarayındaki Erkânıharbiye dairelerinde ki lidli kasalar derunünde bulunuyordu. Kasanın numaralı açılma formülünü ancak yüksek rütbeli beş erkânıharb zabiti bilmekte idi. On gün evvel bu zabitlerden ikisi gizli vesaikin muayeneden geçirildiğinden gizli polis teşkilâtı ile askerî casus teşkilâtını haberdar ermişlerdir. Bu iki teşkilât uzun tetkiklerden sonra vesaikin evvelâ çalınıp kopye edildikten sonra tekrar yer lerine konulduğuna *kanaat getirmiştir. Şüpheler şavanı itimad olan beş zabitten birinin üzerinde toplanmaktadır. Bu zabitin ikametgâhı basılmış ve dostu kons ile birlikte tevkif edilmiştir. Şimdi her ikisi de sıkı bir sorgfı aJtındadırlar.» ölü bir hale getirdiğinden hücum sonsuz kaldı. Türklerce bin Malta değen şöhretli Amiralın yaralandıktan beş gün sonra şehid olması üzerine ordu galeyana geldi ve ne hendek, ne kaya tanımıyarak ileri atılıp Sent Elmo bürcünü devirdi, içinde bulunan 300 şövalye ile 1800askeri kılıcdan geçirdi. Lâkin bu bürcün arkasında birkaç müdafaa hattı daha vardı. Serasker Mustafa Paşa, ancak şimdi nasıl bir çıkmaza girdiğini anlamıştı ve elindeki eksik vasıtalarla adayı düşüremiyeceğine kanaat getirmişti. Bu sebeble iki buçuk ay kadar daha adada kaldıktan sonra 1565 yılı eylulünün on birinci günü muhasarayı ve yirmi beş bin şehidin mezarlarını bıraktı, cepaneleri tükenmiş askeri gemilere bindirerek adadan ayrıldı. Granmetr La Valettein yanında da sağ olarak topu topu 600 kişi kalmıştı!. Bu kanlı vakıadan sonra eski Musceit burnundaki bir tepeye Turguda izafetle Dragut tepesi adı verildi ve Seberras sırtı üzerine de La Valette şehri kuruldu. Adanın bütün tarihinde yaşadığı en heyecanlı günleri hatırlatan şimdi bu iki isimdir. IZMİR MEKTUBLARI Izmirli kızlar askerlik gününü bekliyor Türk Kuşunun genc elemanlarından Yıldız Uçman, Izmirde arkadaşlarile samimî hasbıhaller yaptı Hüseyin Rahmi Gürpınar ayatm ve içtimaî hâdiselerin gülünc tarafını yakalamak ve onu edebî bir üsluba sanp, felsefî hükümlerle de süsleyip kelimeleşmiş tebessüm, cümle olmuş kahkaha halinde okuyucuya sunmak yazı san'atının en güç kısmıdır. Yunanlılar bu müşkül tecrübeyi Milâddan beş yüz yıl önce fakat piyes olarak yaptılar, Kratinus, Opolis, Aristofanis gibi komedi muharrirleri yetiştirdiler. Ayni tecrübenin Romada yapıhşı Milâddan iki yüz yıl sonradır. Uk edebî hikâye örneğini Ondördüncü asrın ortalanna doğru Decameron eserile yaratabilen Avrupa, uzun yıllar Polichinellelerle oyalandıktan sonra güldürücü eserleri edebiyat çerçevesi arasına sokmak bahtiyarlığına erdi. Molyer, şüphe yok ki, bu genre'ın en olgun üstadıdır. Bizde Ferhadla Şirin, Yusufla Ze Ieyha, Tutiname, Hançerli, Binbir Gece gibi eserlerden edebî hikâyeye geçmek çok güç oldu ve fransızcadan tercüme suretile ilk tecrübe 1857 de yapıldı. Miliî veya mahallî romanların yazılmıya başlanılması ise ancak 1870 yılına doğrudur, lâkin hayatı, hâdiseleri ve insan ruhunu mizah adesesinden temaşa eden ve halka da ettiren Türk muharririnin edebiyat âlemine doğması hayli gecikti ve yurd bu müjdeyi 1886 yılında alabildi. Molyerin ölümünden yüz on üç yıl sonra vukua gelen bu doğum, «Şık yahud Ayna» adlı zarif bir hikâyenin sahifeleri arasında tecelli ediyor ve o eser, Türkiyenin tam elli yıl yegâne kalacak olan üstad romancısı Hüseyin Rahmiye şöhret beşiği oluyordu. Evet, Hüseyin Rahmi muhak, birinci ve ikinci terbi, hilâlî gibi safhalar ge çirmeden «Bedirtam» haline gelmiş bir ay gibi edebiyat ufuklarında göründü ve birden göz kamaştırdı. Lâkin bu pırıltılı doğuşla ve görünüşle kalmadı, biribirinden parlak yıldızlar dökmeğe başladı. Mürebbiye, Tesadüf, Bir muadelei sevda, Şıpsevdi, Nimet Şinas başta olmak üzere elliye yakın büyük eser, işte o bedirtam halinde doğmuş edebî ayın sönmiyen ve sönmiyecek olan yıldızlarıdır. Fakat şu fani âlemde herşeyin bir sonu vardır ve güneşlere de söıımek mu kadderdir. Bahtiyarlık, gurub günlerinde arızî sarsınblardan uzak kalabilmektir. Halbuki san'atkâr, kılıc gibidir. îşlemeyince paslanır. Hayat merhaleleri ise ayn ayn zaruretlerle doludur. Bir gün kilir, bir gün biçilir. îki işi bir arada yapmıya imkân yoktur. Bu sebeble Hüseyin Rahmi Gürpınar, edebiyat toprağına bol bol döktüğü feyyaz tohumlann manevî hasadını yapmak durumundaydı. Lâkin bu da, her hünervere nasib olan saadetlerden değildir. Meselâ Molyer, ömrünün sonunu nankör bir kayidsizlikten doğan ıstırablar, hüsranlar içinde geçirmemiş miydi? Temeli Türk milletinin necib seciyelerine dayanan Türkiye Cumhuriyeti, tam zamanında bu halk romancısını da hatırlıyarak millî irfana hizmet edenlerin sırası gelince millet tarafından mükâfatlandırılacağım bir kere daha ispat etti. Şimdi büyük san'atkâr, elemlerine ve emellerine yıllarca tercüman olduğu milletinin reyile saylavlar meclisine girmiş bulunuyor. Halk Partisine böyle bir kadirşinaslık yakışırdı ve Hüseyin Rahmi Gürpınar böyle bir mükâfata lâyıktı. Edebiyat tarihimiz bu hâdiseyi yaldızlı hatla ve şükranla sahifelerine geçirsin. Valeta Umanından baska bir manzara daha Osmanlılar devnnde Türk denizcile rinin Maltayı sık sık ziyaret ettiklerine şüphe yoktur. Fakat İspanyollar elinde bulunan bu ada, Rodos alınıncıya kadar imparatorluğun dikkatini uyandır mamıştı. Oraya devlet gemileri değil korsanlar uğruyordu. Bu sebeble tarihler, devletçe yapılan harekete kadar Malta akınlarını kaydetmezler ve yalmz Kemal Reisin Onbeşinci asır sonlarına doğru adaya yaptığı bir baskını oradan bir beyzadenin esir ve saraya takdim edilmesi münasebetıle zikrederler. Mal ta, dediğimiz gibi, Rodosun Türkler eline geçmesinden, Sen Jan şövalyelerinin orada birleşerek Türk gemilerine sarkmtılık etmeğe başlamasından sonra Osmanlı Imparatorluğunca ehemmiyet kazandı. Garb Trablusu ile Cezayirin de Mısır gibi Türk idaresi altına geçmesi Maltaya karşı beslenen alâkayı kuvvetlendiriyordu. Lâkin devlet gene teenni gösteriyordu ve Maltaya hücum için hukuku düvel kaidelerine uygun düşecek bir fırsat bekliyordu. Şövalyeler bu fırsatı yaratmakta te reddüd etmediler, 1564 yılında saraya mahsus kıymetli eşya ile dolu bir gemi yakaladılar. Ayni günlerde Afrikada ki Türk topraklarına İspanya donanması tarafından taarruz edilmişti. Işte bu hâdiseler Malta üzerine sefer açılmasına sebeb oldu ve 1565 nisanının birinci günü Türk donanması, ünlü adayı hedef tutarak, İstanbuldan ayrıldı. Kumanda, meşhur Cerbe kahramanı Piyale Paşa daydı, adaya çıkarılacak ordunun idaresi de «Serasker» unvanile Vezir Mustafa Paşaya verilmişti. Donanmanm da, kara ordusunun da son derece tahkim edılmiş bulunan Maltaya göre hazırlanmadığı, Sadrazam Ali Paşanın bir sözünden anlaşılıyor. Selânikli tarihinde okunduğuna göre bu ihtiyar Başvezir, donanmayı uğurlayıp ta geri dönünce: «Bizim bengî (afyon tiryakisi demektir) paşalar, Malta kalesini helva sanıp yemek isterler. Tutumlarını beğenmedim. Söylenmedık söz kalmadı. Anladım ki nasihat kulaklarına girmiyor. Allah sonunu hayretsin» demiştir. Donanma ile ordunun hazırlan masından birinci derecede mes'ul olan Sadrazamdır. Bu halde onun Malta seferinden ümidsiz görünmesi mantıksız gibi telâkki olunabilirse de işte acele davranıldığı ve Sadrazamın saraya karşı sözünü yürütemediği sezildiğinden adamcağızı mazur görmek lâzım gelir. Türk donanması yüz otuzu kadirga, sekizi mavna, üçü Karamürsel, on biri büyük gemi ve üst tarafı kırlangıc ve saire olmak üzere yüz seksen parçadan terekküb ediyordu. Kara ordusu da yedi bini Anadolu, üç bin beş yüzü Rumeü sipahisi, dört bın beş yüzü yeniçeri, üst tarafı gayrimuntazam asker olarak otuz bin kişiden ibaretti. Muhasarada kullanılacak toplann sayısı yüz kırk beşti. Gemilere yirmi bin kantar barut, kırk bin gülle, yirmi bin kazma ve kürek yükletilmişti. Maltaya henüz varılmadan içinde altı yüz sipahi, altı bin varil barut, on üç bin gülle bulunan büyük bir geminin kazaya uğrayıp batması, donanmayı ve orduyu son derece müteessir etti ve bu hâdise uğursuz sayıldı. Adaya varılır varılmaz Seraskerin gelişi güzel karaya asker dökmeğe kalkışması da donanma erkânını sinirlendirdL İyi düşünenler, garb Trablus Beylerbeyisi meşhur Turgud Reisin (Paşa) filosile Maltaya gelmesini beklemek ve onunla müşavere edildikten sonra muhasaraya başlamak fikrini ileri sürüyorlardı. Serasker Mustafa Paşa, zafer şerefini Turgudla paylaş mış olmamak için bu fikre değer vermedi, Marsa Scirocco limanına çarçabuk asker dökerek Sent Elmo bürcünü mu hasaraya girişti. Bürc, gayet sarp kay3lıktan ibaret olan Seberaz sırtının üstündeydi. Bu sebeble orada metris yapmak pek müşküldü. Türk mühendisleri, ırklarına has olan güçlük yenerlıkle harikalar gösterdiler, samanla yuğrulmuş ça mur sıvalı ahşabdan mü*ekawiL sişatl** yaptılar ve askeri maltiz ateşine karşışöyle böyle muhafâza etmeğe, muvai » " fak oldular. Fakat adım yanlış atılmıştı ve asker, yalçın kayalar dıbinde kümelendirilmişti. Muhasaranın başlamasından beş gün sonra Uluç Ali yarım filo ile ve onun ardından da Turgud Reis on üç gemi ile Maltaya gelmişlerdi. Frenklerin Dragut dıye anıp ta adından ürktükleri ihtiyar Turgud, bir bakışta Seraskerin işlediği büyük hatayı anladı, «Bir vilâyetin merkezi ele geçirildiği takdirde etrafmın kolaylıkla düşürüleceğini» ileri sürerek ilkin şehre taarruz edilmesi lâzım geldiğini anlattı, lâkin atılan adım geri alınamadı ve harb devam etti. Maltayı Granmetr La Valettein kumandası altında bulunan 700 şövalye ile 8500 asker müdafaa ediyordu. Bu kuvvete, muhasara sırasında Sıcilyadan gelen sekiz bin kişi de katıldığından ve ada ise gerçekten müstahkem bürclerle, istihkâmlarla ihata olunduğundan muhasara işinin yürümesi pek müşküldü. Buna rağmen Türkler, Sent Elmo bürcünü devirmeğe çahşıyorlar ve her türlü feda kârlığı yapıyorlardı. Nıhayet bürcde bir gedik vücude getirildi ve 16 haziran: 1565 te ilk hücum yapıldı. Fakat dar bir delik önünde boğuşulurken Sent Anjelu bürcünden gelen bir güllenin serpintileri Turgud Reisin başma isabet ederek onu Yıldız" Uçman arkadaşlarının arasında Izmir (Hususî) Türk kadın ve kr zının da seferberlikte cephe gerisi askerî hidemata alınacağı haberi, bu muhitte kadınlar ve bilhassa genc ve mektebli kızlar arasında büyük bir sevinc ve alâka uyandırmıştır. Tanıdığım münevver bir Türk kadını bana dedi ki: « Diler seferberlikte, diler hazar da; Türk kadınınm vatan müdafaasında daha filî ve müessir şekilde rol alması nın kabulü keyfiyeti, başlıbaşına bir hâdisedir. Medenî hukuk ve içtimaî müsavat esasları dahilinde cemiyette hakikaten faal ve verimli bir unsur haline ge tirmek istediğimiz Türk kadını, bunu kendisine aid inkılâbm diğer bir safhası olarak telâkki etse haklıdır. Sevinci de bundan ileri geliyor. Vatan müdafaası, vatandaşlığın en şerefli bir vazifesi ve ayni zamanda zevkidir. Buna irişmek ve bu mes'uliyetin tadını almak dünyada ilk defa, kanunî ve tam manasile, Türk kadınına nasib olacaktır.» Bu vatandaş hemşirenin bir fikir öl çüsile söylediklerini ve doğan heyecanı, îzmirde sarahatle görmek mümkündür. Mekteblilerde, gencler arasında günün hâdisesi, hemen hemen budur. Bunu, bilhassa, Ankara Türkkuşunun genc elemanlarından Yıldız Uçmanın îzmiri te mektebli arkadaşları ziyaretinde daha vuzuhla gördük. Bu genc kız, anasıl îzmirlidir. Ailesi efradı Seydiköyde orurmaktadır. Mezuniyetle, ziyarete gelmiş ve bu meyanda vaktile beraber okuduğu arkadaşlarım lisede, kız enstitüsünde görmeğe gitmiş tir. Bu ziyaret, kadınların askerlik meselesinin mevzuu bahsolfluğu şu günlerde, çok alâkalı olmuştur. Yıldız, Cumhuriyet bayramında Ankara havasından atılan paraşütçüler arasındadır ve Türk kızlarınm hazırladık • ları şükran demetini Atatürke veren de odur. Şimdiye kadar paraşütle yirmi dört defa toprağa inmiştir. Tahsilini gelecek yıl bitirecek ve muallim olarak çıkacaktır. Onun mektebe geldiğini gören ve duyan arkadaşları birdenbire etrafını sar dılar. Bu alâka, hayrete şayan denecek derecede fazla idi. Tayyareci arkadaşlanna, yığmlarla sual tevcih ediyorlardı: Yıldız, ilk defa atladığın vakit nasıl heyecan, nasıl bir his içindeydin? Bayram nasıl geçti, bayramda nasıl atladınız? Başka kız arkadaşlar ne âlemde? Askerî tayyareciliğe geçmek im kânı yok mu? görüyordu ki, birkaç gün önce nasıl o lup Aliye hücum ettiğine şaşıyor, ve hatta şimdi onunla yüz yüze gelmekten utanıyordu. Artık Nuru şiddetle sevdiğini kendi kendisine itiraftan çekinmi yordu. Bütün görünüşlere rağmen, bu iki kardeşteki alâkanın derecesini kestıremiyordu. Gülümser bakışlarını, taşkın ta vırlarını ne olursa olsun iltifat saya mıyor, onu mutlaka tesadüfe, nezakete, hele aralarında içten içe alevlenen ve bazan farkedilecek kadar artan kıskanclı ğa veriyordu. Bununla beraber, o gün denberi Nura, kendini her zamandan daha yakın duyuyordu. Bir akşam kâtible kahvede görüştü. Ve ayni akşam Kurdoğlu kendini ziyaret etti. Ona ikisi de, Hacı Torandan bahsettiler. Bu adama aid hikâyeler'e kulağı öyle dolmuştu ki, görür görmez onu tanıyacağından emindi. O sırada Kurdoğlu, birlikte gazete çıkarmayı teklif ediyordu. İhtimal ona kapılmak hayaldi. Yalnız Bekir Beyin hayatını düşünmesi bile buna kâfiydı. Fakat, bütün bunlara rağmen, gene Demir bu teklifi kestirip atamıyordu. Hatta Kurdoğluyla oturup hesablara giriştiği Harb tecrübeleri, manavralan yapılmıyacak mı? Şartları nedir, kaç yaşında alırlar biliyor musun Yıldız? Bu sual yağmuru altında Yıldız gülüyor, cevablar veriyordu. Onlara bilhassa Cumhuriyet bayramı intibalarını anlattı: O gece dedi hiç uyumadım gibi bir şey. 30 paraşütçü 400 metrodan atlr yacaktık. Tayyareler filo halinde uçutu. Ben Goxdron tayyaresinde idim. Pilot Romanoftu. Paraşütle indikten sonra, arkadaşlarımın sonsuz minnet ve şükra nını anlatan bir büketi en Büyük Türke vermek vazifesi de bana tevdi edilmişti. Beni asıl heyecana sevkeden de bu oldu. Büketimi, paraşütümün kulaklarına bağIadım. Dört yüz metro yüksekten arkadaşlanmla beraber atladım ve derhal paraşütümü açtım. Boşluklardan iniş çok güzeldir. Yere düştüğüm vakit duydu * ğum alkışlan unutamıyacağım. Atatürke büketi verdigim dakika, hayatımın en mes'ud dakikasıdır. Tayyarecilik güç mü?. Uçmak tehlikeli mi? Yok canım, havalann zevkini tatıp alıştıktan sonra mesele yok. Şimdi paraşütçülük o kadar ilerledi ki, insan, hiçbir üzüntü geçirmeden toprağa iniyor. Bu arada bir ses yükseldi: Büyük bir kız sordu: Acaba bu askerlik haberleri tahakkuk edecek mi? Orasını bilmiyorum tabiî.. Ah o günü görsek. Bu, dünya kadınhğına ve kızlarına karşı öyle bir hareket olacak ki... Bu meyanda da diğer bir kız, düşünceli bir tavırla anlatıyordu: Ben, süvari olacağım! Sebebini sordular. O da izah etti: Kardeşi varmış. Yıldırım Kemalle birlikte süvari ve akmcı olarak Millî Mücadeleye iştirak etmiş, şehid düşmüş. Şimdi diyor ne vakit süvari as kerleri görsem, muhayyelemde ağabeyi min at üstündeki silüeti canlanıyor. Her süvaride, ağabeyimi buluyorum.. Ve ben de süvari olacağım. Bir diğeri ilâve etti: Bittabi, askerlik, kadma da bir meslek olarak bahşedilirse. Şüphesiz değil mi ya?.. Tayyareci Yıldızm orada bulunduğu müddetçe değil, o gittikten sonra da mektebde ayni muhaverelerin geçtiğine kaniim. Çünkü akşamüstü, bütün kız orta ve liselilerile diğer meslek mekteb talebesi Kemeraltı caddesinden geçerler ken sadece bunu konuşuyorlardı: Askerlik!. * * * ve plânlar kurduğu için bunu kısmen kabul etmiş bile sayıhrdı. Çünkü bu sırada hakikaten, böyle bir işe doğru mukad » der bir surette sürükleniyordu. Ne za mandır dalıp gitiği gevşek ve münzevi yaşayıştan silkinip çıkmak istiyordu. Neye mal olsa halk içine girmek, kütle ile karşılaşmak, çarpışmak istiyordu. Bü tün buhranlarının bu içine kapanmış hayattan geldiğine kanidi. Onu inzivaya sürükliyen dostlannın mukavemetini zorla kırıp bu «miskince gidiş» ten kurtul mak için teklifi tam vaktinde buluyor du. Nitekim, Kurdoğluyla dostluğu da günden güne çözülmez bağlarla kened leniyordu. Halk onun için ne derse de sin, o kendine gittikçe daha yakındı. Simdj onun garibliğini, vehmini ve hiddetini, hatta yalanlarını hoş görüyor. Bir an önce Istanbula dönmek, davalarını bitirmek gibi bu vakte kadar onu üzen düsüncelerin üstünde şimdi yalnız onunla beraber olmak arzusu geliyordu. Bir gün geç vakit, Cemal Gemlikten döndü. Saatlerce konuştular. Birikmiş mektubları okudular. Bu arada, bir kınagecesi davetini öğrendiler. Demir, anasmdan gelen mektubu açtı. M. TURHAN TAN M. TURHAN TAN «Sevgili oğlum, işlerden evvel bizce mühim olan sıhhatindir. Yazdıkların bi zi çok sevindirdi. Her zaman böyle ol manı Allahtan dilerim. Orada kışın nekadar rutubetli olduğunu ve bunun sana hiç yaramadığını hatınndan çıkarma. Hürrem, bir haftaya kadar Tahrandan dönecekmiş. Gene kendin bilirsin amma, eğer işlerin elverir de birkaç gün için gelirsen bizi çok sevindirirsin. Burada kimlerle hesabımız olduğunu ağabeyn öğrenecek. Teyzenin çocukları bir an önce mahkeme neticesi için zorlayıp duruyorlar. Ne diyeyim? Akrabalık ayrı, dünya işi ayn. Sen daha iyi bilirsin. Her işin başı sağhk. Otellerde, kendini ihmal edip gene eski sıkıntılanna düşmiyesin diye korkarım. Allah ne yazdıysa olur, sen gene gayreti elden bırakma. Tanrıya emanetle gözlerinden öperim.» Annen Cemal de bir taraftan kendi mektub larını okurken, evine aid işlere işaretle küfürler savuruyor ve Demire başını bilmediği bir yığın mesele hakkında karı şık, ince tafsilât veriyordu. Hiddetle söylenerek dolastığı için, yorucu bir kavgadan çıkmış kadar bitkin, koltuğa gömüldü. \.Arkas\ cor] adcvtrL Cumhuriyetin içtimaî romanı: 36 Yazan: Hilmi Ziya «Heyhat ki göğsümde iki ruh sakindir. Birini ötekinden ayırmak istiyorum.» Demir bu parçayı bitirirken kitabı kapattı: Bugünlük yeter değil mi? dedi. Sonra, okuduğu mısraların tesırinden kendini bir türlü alamadan: şünüyor ve ablasının sözlerini işitmemiş gibi: Demir Bey diyordu, içinde yalnız fenalık olan adam yok mudur? Sırf aldatmak için yaratılmış insanlara ne dersiniz? Demir ona cevab vermeden hemen ayağa kalktı. Fahrünnisaya dö nerek: Faust, işte bu iki âlemin trajedisü Bugünlük dersimiz bitti, zaten ben dedi. O, bir taraftan seviyor, zevk du yuyor, yükseldiğini ve insanlaştığını his de çıkıyordum, diye gitmeğe hazırlandı. sediyor. Bir taraftan da aldatıyor, öldüNur, nedense, ısrar etmedi. İki dakirüyor, nedametle azab çekiyor, alçaldı ka sonra (Bekir Beye selâm bırakarak) ğını görüyor. Bunların ikisi de hakikat! çıktı. Başı şiddetle dönüyor, geçenlerin Ve ne tuhaf ki ikisi de ayni insan! Bü yüzünü farketmiyecek kadar hızh yü tün facia, insanda bu iki zıd tarafın bu rüyordu. Bir yere yetişmek istiyormuş kadar yanyana, bu kadar yakın olması gibi telâşlı olduğu halde boş yere yoludır. nu uzatıyor; bu iç sıkıntısile kimseye rasFahrünnisa, yeldirmesini giymiş ve lamamak için, en kuytu sokaklara dalahazırlanmış olduğu halde tekrar odaya rak yolların kenarından, dalgın dalgın gidiyordu. Sabahki hududsuz neş'esi ve girdi ve: Bana müsaade, bir parça sokağa taskınlığı yerine, şimdi birdenbire bir çıkıyorum, dedi. Nur o sırada Faustu dü boşluğa düşmüş gibi çöktüğünü hissedi yordu. Bu apansız çöküntünün neden i leri geldiğini o da bilmiyordu. Ev halkının nezaketini, Nurun ayrılıncıya kadar ona karşı değişmiyen tavrmı düşündükçe kimseye kabahat bulamadığı için, büs bütün çıkılmaz bir üzüntüye kapıldı. 11 Günler, kimseye raslamadan geçti. Içinde bulutlar dağıldıkça, Nurla yaptığı sohbeti hatırladı: Neler söylemek eün deyken en güzel fırsatı kaçırdığını, so nunda hiç sebeb yokken onu cevabsız bıraktığını, hele Fahrünnisanın hırçın dolaşmalarına boş yere kapıldığını söy liyerek kendini ayıblıyordu. Bu kadar sert, beceriksiz bir ayrılıştan sonra onu tekrar görmeğe bir türlü cesaret edemi yor. Ders için gitmiş olsa bile kimbilir ne endişelere kapılıp o lüzumsuz yere aldığı profesör tavnnı birden bırakıvermenin imkânsızlığını düşündükçe, onları ara mak arzulan büsbütün zayıflıyordu. Adeta inzivaya çekilmişti. Bu sırada Ali Sabirle de konuşmak istemiyordu. Zaman zaman taşan arzulannı en müsaid yerde boşuna hapsettiği, son ziyaretinde bu «sarsakça işler» i yapacak kadar gevşediği için kendini öyle mes'ul