NA YAŞ w BA me Telefon, beton ve son Telefon hakkındaki ilk malümatım mektebde iki kutu kapağına tire bağlayarak yaptığımız oyuncağa in- hisar eder. Sultan Hamid bu icaddan da hoş- lanmamıştı. Ona şehirde umumi telefon tesi- satı kurdurmak bir ihtilâlci şebeke- si kurulmasına müsaade etmek gibi gelmişti. Hainler, yerlerinden kımıl. damadan birbirlerile fısıl fısıl uzak- tan konuşacaklar, tertibat alacaklar, bir gece evlerinden teker teker çıka- çaklar, randevu yerinde buluşacak- Jar, sarayı basacaklar; padişahı ko- wacaklardı. Telefonsuzluğa rağmen saray ge ne basıldı, kendisi de menfaya yol dandı. Kendinden evrelki padişahla- rın yağ kandil ve posta tatarı devir- lerinde devrildiğini düşünerek ihti- İâlin -en evvel keşfedilmiş bir ezeli icad olduğunu bilmeli idi, elektrikle telefondan değil, fikir aydınlığından ve gönül sözleşmesinden korkma- Maamafih istibdad zainanında yüksek ve çok katlı mağazalarm Ga- Yata hanlarında telefonumsu bir şey küllanıldığını görmüştük; Eski kap- tanlarm kumanda #letini andıran bir lâstik boru, baş tarafında ağız bi- çimi bir delik kaşık; avurdunuzu şişirerek, dışarıya nefes kaçırmadan, tıkanmış boru üfler gibi, içine söyli- yeceğinizi söylerdiniz; sonra cevabı varsa gene bunu kulağınıza götürür- dünüz. Bir şeyler anlaşılırdı. Bazı devlet dairelerinde de dahili telefon tesisatı yapılmıştı. Fakat za- mane ricali kendilerini gülünç vazi- yete sokan bu oyuncağa el atmağı vakarlanna uygun bulmazlardı: Bir manivelâ çevireceksin, çıngır mungiır sesler... Sonra ağzına doktor âletine benziyen bir münasebetsiz, tuhaf boru tutacaksın ve: «Alo! Alo'» di. ye acayip bir kuş sesile öteceksin? Yapılır hoppalık değil! Niçin? Ne oluyoruz? Konuşacağın bir şey var. sa, kötürüm değilsin ya, efendi efen- di, ağır ağir gidersin, gitmişken bir kahve, bir cigara da içersin, diyece- ğini adam gibi karşı karşıya söyler- sin. Hem yüz yüzden ulanır, derler. Telin götürdüğünü boğuk, kısık se- sin tesiri mi olur? Fakat meşrutiyet ilân olunup ta Avrupa görmüş veya Avrupaya ku- Jaktan gönül vermiş sivri akıllı genç- der, «Jön Türk» ler iş başına geçin- ce daire telefonları revaç buldu, Ye- ni âmirler hem fazla lâkırdıya baş- ladılar, hem de lâkırdı makinelerini İşte telefonda nazırın #esini işi. tince fesini düzeltip vredengotunun düğmelerini ilikliyen sakallı ve za yallı devlet ricali bu devirde görül müştü. Çıngırağın yüygarasından birdenbire yerinden fırlayan veya uyanıveren memur, telâşla, sersem- likle telefonun ağız tarafını kulağı- na, kulak tarafını ağzına götürür, söyleneni ağzından dinlemeğe ve söyliyeceğini de ağıza işittirmeğe ça- balardı! Telefon gayet normal bir terakki gösteren icadlardandır. Evvelâ bir dam altında, sonra dal- rTeden daireye, daha sonra şehir için- de kullanıldı. Sırasile şehirler ve komşu hükümetler arasında, ondan sonra da denizler ve Kıtalar aşırı iş- Jemeğe başladı. Bugün telsizi ve oto- matiği de işliyor. Fakat şekilce büyük bir değişiklik göslermemiştir. Değişiklik gösteren radyodur. Çoğumuz hatırlarız: İlk icadında öyle şimdiki gibi bir süslü kutu içi- ne sıkıştırılmış basit, kullarışlı bir makine değildi. Kangal kangal tel Yer sarılmış mekikleri vardı; dina mosu vardı; ayrı bir hoparlörü, başa takılan dinleyicisi, bir sürü edevalı vardı. Hoparlörü eski muhariblerin kalkanı gibi duvara asardın; yer te- Yinin çivisini kargı gibi toprağa mıh- lardın; bu toprağa kova ile su dö- ker, ökçenle de pekleşlirirdin. On- dan sonra kafana başlığı geçirirdin. Bir harb hazırlığı. İşte kıyamet te o zaman kopardı. Amma sizler için değil, ayar ede- cek, merkez bulacak radyo sahibi için... Siz bir kenarda oturur, konu- şur, yer içer, beklerdiniz. O kasket tam mânasile bir baş belâsı idi. Altına girdin mi Dante nin Cehennemine indin demekti, Yıldırımlar, gök gürlemeleri, zelzele, ıslıklar, trampeteler, bir gürültü, bir felâkettir başlardı. Ne baş kalırdı, ne beyin! Biçare radyo sahibi bir düğmeyi bırakır, ötekini çevirir, arasıra da sizlere döner, bir sağır bakışı ve ge ne bir sağırın nezaketli tebessümile hatırımzı alırdı. — Nasıl, buklun mu? diye avaza bağırırdınız. Kuyudan gelen boğuk bir sesle Şu cevabı alırdınız; — Merkez hafif geliyor! Merkez hafif gelirdi; merkezi (arz. dan geliyormuş gibi... Fakat para zit çok kuvvetli gelirdi, odaya yıldı- rım düşmüş gibi... Bütün bunlar olurken köşedeki gramofon, önünde, elinde kolayı du- rürken uzaktaki fenasına, belâlısına kulak yetiştirmeğe çabalıyan sahibi- ne karşı, bana, şaşarak bakıyor gi- bi görünürdü. O şekildeki radyoya, tabii, rağbet etmedim. Şimdiki le de aram pek o kadar iyi değildir. avaz Seyircisi olduğum bir büyük, €esas- lı icad daha vardır. Bunun elektrikle, benzinle, teker- lek veya kanatla münasebeti yok; ne gökte uçar, ne deniz altında gi- der, ne ses getirir, ne işık götürür. Fakat dünya manzarasını temelin. den değiştirmiştir; Beton. İstanbulda ilk defa beton bina ku- rulduğu zaman yapı merâklılarını bir meraktır aldı. Haydarpaşa vapurunun © zaman- ki ricale mahsus yan kamaraların- da aylarca bu bahsin münakaşası- nı dinlemiştim. O güne kadar en mühim lâkırdı mevzuu - politikaya dokumnadığı için - yemek tarifi idi, Bir zat sütlü makarna, öteki ballı sütlâç, bir başkası fıstıklı güllâç, di. ğer biri mantarlı kaz nasıl yapılır, bunları anlatır, tatlı tatlı konuşu- İur, o arada da suya sabuna dokun- madan iskeleye yarılmış olurdu. İş- taha da kabarmış olarak... Belon binaya herkes düşman ke- sildi. Zelzeleye dayanamıyacağımı ileri süren vardı; rütubeti emip içindeki- leri romatizmaya uğratacağını iddia eden de... Onların fikrince çimento yalnız havuz yapmak ve bu havuzun etrafına kaskat kurmak için kulla- nılabilirdi. Hiç kimse betonun istik- baline enmiyet göstermiyordu. Çimento, kendisinin sağlam ve bu iddiaların çürük olduğunu az gün- de isbat etti, çimentodan yeni bir dünya kuruldu! Bana öyle geliyor ki çimento yal nız binalarda değil, yarın, tayyare- iler ve tahtelbahirler imalinde de kul- Janılacaktır. Taş devri ve demir devri gibi bu- gün de bir çimento devri vardır. Ve biz bu devirde yaşıyoruz. : İcadlara dair felsefeyi, bunların sosyal cihetten muhakemesini, ruha taallük eden tesirlerini ehline bırak- tıklan sonra, sözümü kesmeden ey- vel bir noktaya işaret edeceğim; Çoktanberi yeni bir icad karşısın- da değiliz. Keşifler durdu mu? Hayır! Bir gün, bin çeşid icadı birden gö- receğiz. Fakat şaşmağa ve rahatça kullanmağa vakit bulamıyacağız. Hemen Allah bizi o günden esir- gesin. Zira o şeametli gün yeni bir dün- ya harbinin başlıyacağı gündür. 1SONJ Yaşadığımız yerlerin tarihi Bütün Bulgar esirlerini kör eden Bizans Imparatoru Bazil, 15000 esiri yüzer yüzer ayırmıştı. Her 99 kişinin gözünü kör etti, bir kişinin yalnız tek gözünü çıkararak “ Arkadaşlarınızı Çara götürün!,, emrini verdi Geçen yazımda Bulgarların Bak kanlara nasıl gelerek büyük bir im- paratorluk teşkil ettiklerini ve İstan- bulu üç kere muhasara ettiklerini anlatmıştım. Bu tarihi tahkiyem, onun mabadi gibi olacaktır. Bizan- sis ettiğini hulâsa edeceğim, Böyle- likle, «İstanbal muharebelerib silsi- lesinde, Bulgarların oynadıkları role bir kuşbakışı atmış bulunacağız. Bizans, bütün Avrupada kozunu kaybetmiş bulunuyordu, Yalnız Yu- nan yarımadasile İstanbul şehrine #ıkışmıştı. 976 da ikinci Bazi ile #ekizinci Kostantin'in- (1) ellerine saltanat - müşterek hükümdarlık şek» dinde - geçtiği zaman vaziyet işte böyleydi. Bu tarihte Bazli henüz on altı, Kostantin ise on üçündeydi. Bunlar, henüz beşikte denecek bir yaşta tah - ta geçmişlerdi. Takriben yarım asır hüküm süreceklerdi. Birincisi 1025, ikincisi 1028 tarihine kadar İşte, Bizansı! İstanbulu üç kere muhasara etmiş olan Bulgarlara bu hükümdarlar zamanında darbeyi in- direcekti. İki impratoru, pek büyük bir an- laşma ve muhabbet birbirlerine bağlıyordu. Belki de fikirlerinin v8 zevklerinin uymaması yüzünden, yek- diğerlerinin. sahalarına müdahale etmediklerinden böyle beraberce, bir ahenk dahilinde, saltanat sürebili- diter, Kostantin, #amâmile silik bir şah» siyetti, Sükünu, istirahati, saray hayatı içinde yuvarlanmağı «tercih ederdi. Ömründe yalnız bir kere harb meydanına gitmiş, geri kalan haya- tını mabeyincilerin, hadım ağaları: nın, papasların, artiştlerin, filozof- ların meclislerinde geçirmişti, İkinci Bazil ise, bilâkis, macerape- resllik, yorulmak bilmiyen faaliyet, harb istidad ve Tursı gibi en cevval hasletlerin hepsine birden tevarüs etmişse benziyordu. Ecdadı arasındaki en yaman imu- haribler gibi, hayatını hep cepheler- de geçirdi. Şimalde ve şarkta Slar- lara, Bulgarlara, Arablara kadar dur- maksızın çarpışlı. Bu sene Ermeni. lere karşı, ertesi sene Suriyelilere karşı atılıyordu. Eşkâli şöyleydi: Gayet geniş bir alın, yıldırım sa- çan gözler, adaleli bir ense, omuzlar ve kollar. Bilâhare onu, müellifler, Napolyona benzelmişlerdir: «Vasat- tan aşağı bir boy.» Sözleri kısa, sert, haşin ve hayli yontulmamıştı, Mü- nevverleden hefroş ederdi, Hazine- yi asia lükse sarfetmez, muharebe İçin dalma pâra bülundururdu. Ka- dınlara da iltifatı yoktu. İmparator- luk sülâlesini devam ettirmek işini biraderine terk etmiş bir hali var- dı. İlk devrinde umum müvacehe- sinde bazı sefahetlere kalkmış, fa- kat sonradan vazife hissi galebe ça- (ve belki de babasınm) katili olan Samuel, Bulgar tahtındaydı; Bulga- İkinci Bazil, diğer cephelerde ko- zunu paylaşıp Bulgaristana teveccüh ettiği vakit yirmi altı yaşlarındaydı. Bu sıralarda ise, Çar Samuel ihtiyar- lamış bulunuyordu. Bulgarlar, Bizanslıların o Asyadaki meşguliyetlerinden istifade ederek 'Tisalya'da bazı yerler almakla bera- ber Mora yarımadasına da el at- mıştılar. Birdenbire, Bazil, Sofyaya doğru ilerliyen ve «Roma yolus de- nen (bugünkü şimendifer güzergi- | (1) Bunlar, geçen yazımızda bahsettiği- miz Kostantin. Porfirojene*'in torunla- larıdır. hi) yolu üzerinde, Sofyaya teveccüh etti. Seredetz'i (yani bugünkü Sofyayı) muhasara etti. O sıralarda Yunan yarımadasındaki aşkeri hareketleri- Je meşgul olan Samuel de, bu habe- ri alır almaz, ordusunu sıkı bir yü- rüyüşle ilerleterek muhasırları Sof- ya etrafında sardı. Ya açlıktan ölmek, ya ricat!... Bİ- zanslılar bu iki şıklan birini tercih mecbüriyetinde kaldılar. Üstelik bir geçidde Bulgar püsusuna düşerek bütün ağırlıklarını, ordunun hâzine- sini, imparatorluk bayraklarını terk etmeğe mecbur oldular, Hükümdar, katliimdan zor kur- #uldu. Bizans kumandanlarının genç imparatora karşı bu muvaffakıyet- sizliğinden dolayı Ohom başldaıkları bile muhtemeldir. Her tarafta bir homurtu, bir tenkid. Şa- irler mağlübiyetten dolayı esefname- ler yazdılar. Bazil, on sene müddetle toparla- namadı. Ancak Asya tarafında meş- gul oldu. Ve Bulgarların Avrupa- da - bilhassa garb cihetinde daha zi- yade genişlemesine göz yumdu. Sırp kralım yenen Samuel, onu kendine tâbi etmişti. Fakat, Avrupada harvurup har- man savuran Bulgar Çarı, birdenbi- re bir bahtsızlığa uğrayıverdi. Pelo- ponez'i kasıp kavurduğu sırada, bir gece Bizanslıların oradaki generali Nisefor Uranos tarafından baskına uğrayıverdi. Bu, müthiş bir ımuika- tele oldu. Kan gövdeyi götürdü. Galib kumandan, İstanbula bin kesik başin 12,000 esir getirmişti. Bizzat Çar, bir kadavra yığını altına gizlenmek suretile dağlardaki keçi yollarından, fundalıklar arasından kaçıp kurtulmağa ve Pinde'ye var- 'mağa muvaffak olabildi. İkinci Bazil, kumandanının bu muvaffakıyetinden istifade ederek yalnız Tisalya ve Draç taraflarını değil, 'Tuna Bulgaristannı tâ Vidin'e! kadar zapta girişti. Ka İİ İŞİ İ Yalnız garb taraflarında, dağlar | muntakasında Bulgarlar mukavemet gösterebildiler. Bazil, Asyada sükü- nu temin edip o cihetten emin olun- ca, 1000 ile 1004 seneleri arasında teslhatını gitgide (o tamamlıyarak Bulgarların elindeki araziyi teker te- ker almağa girişti. İmparatorluğun parçalanışı esna- sında, Samuel bazan cesaretini top- Tuyor; karşı durmağa çabalıyordu. 1003 senesinde bir sefer, Edirneye baskın verdi; şehri ayğma etti, Fa kat Bazil yetişerek ona Edirneyi tah- liye ettirdi. Bizanslılar da Skopya'yı (Üskübü) kuşattılar. Bulgarlar kendilerinin olan bu şehre imdad için geldikleri vakit, yeni bir hezimete uğrayıp binlerce askerlerini kaybettiler. Ordularının nesi var, nesi yoksa muharebe mey- danında ferk etmeğe mecbur kal dılar. Üskübün sukutu aşağı ve orta Ma- kedonyanm da Bizanslılar tarafın- dan istilâsına sebeb oldu. Görülüyor ki, daire, yüksek dağ- lar etrafında gitgide daralıyordu. Ancak Ohri, Pirlepe ve Prespa Bul garlardaydı. Bu da Çarlığın son mın- takasını teşkil ediyordu. lâkin buralarda, Bulgarlar, Bi- zanslılara - tıpkı bilâhare Arnavud- larla Karadağlıların Osmanlılara - takib ettikleri muharebe usullerini tatbike başladılar. Çeteler, pusular... Serezle Melnik arasında Cimbalongu denen noktada Bizanslılar fena bir muhasara altında kalmışlardı ki, Ba- zil'in adamları dağlarda diğer bir gizli yol bularak, pusudakileri pusu- ya düşürdüler. On beş bin mağlüb Bulgar, impa- ratorun eline düştü. Bazil bunları yüzer yüzer sıraya dizdi, Her kafilede 99 kişiyi kör ede- rek yalnız birini tek göz bıraktı, Bu tek göz rehber, mütebaki alilleri krallarına götürmek vazifesile tevzif olundu. (Devamı 11 nci sahifede) Yürük Çelebi