ei 17 Kânunueyrel 1938 YAŞ w BAŞ Tiz: | ei ez BAŞLANGIÇ Kırk yaşına bastığım seneydi; iyice hatırlıyoru (Sevimsiz bir bahse girdiğimin ben de farkındayım: Kırk yaş derken 50- ğuk teması kırkayak gibi sanki belim- de kıvrana kıvrana yürüyor!) © sene Akdeniz kıyısında şirin bir Lübnan köyünde oturuyordum. (Oturmak kelimesi asil türkçede ikâmet ifade eder; ayakta durmayıp aşağı kısmını bir yere dayamak mâ- basına değil Ot: Ateş - olturmak Ateş yakmak - otak, otağ: Çadır - Olal- Yüak: Yanmak - Okun: Külhan - ot- la: Mangal - otraklamak: Bu dahi Ika. met etmek ocak dabu asıldandır.. «Uydur, uydur, söyle!» gibi geliyor in- Bana!) Lübnanın deniz kenarı köyleri kı- Şın bir cennettir. (Bilmediğimiz, görmediğimiz ve gö- Temiyeceğimiz, bilhassa künhüne akıl €rdiremiyeceğimiz şeyleri beğenmek Ye bilir görünmek merakımıza bu «Cennet» teşbihi parlak bir misal teş- kil eğer. Floryadan öteye geçmemiş Olanların bir manzarayı «Tıpkı İsviç. rel» diye tarif etmeleri de o merak- tan ileri gelir.J Yer yer çamlıklar, portakal ve muz bahçeleri, şeker kamışı tarlaları, yase- Min ve mimozadan çitler, frenk inci. rinden duvarlar, şikır şıkır güneş... Hülâsa cenneti Mart içindeydik; kırk sene önce doğ- duğum ay... O ayın da on beşi... Yani dünyaya geldiğim günün tam yıldö- mü. TEpeyce uzun ve hayli karışık anla- tiyorum amma bunu yaş bahsinin ver. diği şaşkırılığı bağışlayınız!) Pencereleri açık, perdeleri kalkık güneşli odamda birden aynamla karşı karşıya, yüzyüze, gözgöze geldim. Durdum; duraksadım. Sokakta rasladığımız nobran, tok sözlü, kusur, kabahat meraklısı shbap-| Yâra karşı yaptığımız gibi kalp bir se- Vinçle hemen ütifat ettim: — Bonjur, seni öyle bir göreceğim gelmişti ki... Aynam bana dik dik baktı. Başımda kumral bildiğim saçlar, terzi camekânındaki karyağdılı bir ku- Maş mostrası gibi apaçık, meydanda, herkesin gözü önünde ne güzel seçili- Yordu! Aynada, saçları aklaşmsğa yüz tutmuş yaşlıca bir adama bakıyor. dum. Yaş ve başi Yaşımın nüfus kâğıdına sarılmış Olan başımın mahfazası içinde bir ağırlık duydum, Kafemı karkamıştan Çikarılmış bir Eti küsesi veya Atillâ definesinden aşırılmış bir Hun tası kadar kaba, Kunt ve tarihin küf ko. kan toprağile (ne kadarda Klıke- limeler bunlar!) dolu, pek eski bulu- Yordam. Bu baş hatıralarla yüklü ne antika şeydi! İşte yaşlandığımı ve bundan ükrklü- Eümtü ilk sezdiğim gün o gündür, Ben ayna düşkünü bir adam olma. Muşımdır, Saç kesilirken sade berbe- TİN geveze ve lüzümsuzca hareketli Mâkası değil, kibar lokantasında ke- ten peçeteye sarılıp sunulan şarap şi- $esine benzetilmiş Habeş prensi enta- rili acayip şeklini seyir debeni ra- hatsız eder, O gün daha rahatsız oldum. Âdi roman resimlerindeki aldatıl- Müş âşık tavrile gamlı gamlı, şaşkın Şaşkın hâlâ ayna karşısında duruyor. dum; bir karar alamıyordum. Sanki kirk yaşımla beraber kırk pençe yaka Ma yapışınış, beni bir uçuruma sürük- Üyecekti; sanki masallardaki gibi bir Zalim padişah, cezamı vermek için: — Eark satar mu istersin, kırk ka- tir mı? Diye sormuştu; mıhlanmış düşü- Düyordum. İrkildim. — Bu hal bana yakışmaz! Dedim. Gözlerim synadan ayrıldı. Ayrıldı değil, aldığım kararın şidde- Üinden âdeta koptu. Başımı açık pen- €ereye çevirdim; Dışarıda Lübnanın bir bahar öğlesi Mik, renk ve dalga sesleri içinde şıkır» “iyor, Karşıdaki manasların çanı, pa- bâsları vemeğe cağırmak icin etrafa İ rında gördüğümüz İncil ve Tevrat ma- Ağzıma ve ayaklarıma zenci coş- kunluğu veren bir çarliston ıshğile - öyle ya, zencilerin yaşı belli olmas, derler! - odadan fırladım. Bofada tertemiz örtüsile yemek ma- sası kurulmuştu. Üstünde serin sarnıç sularile gicır gıcır yıkanmış, bahçe. Gen kopma, taze soğan ve sarmısaklar gördüm. Beyazları gezi kumaşları gibi harelenerek parıldıyan, yeşilleri keh- ribar gibi içinden dışından ışıklanan taze soğanlar ve sarmısaklar... Ayrı- ca iri bir kap salata duruyordu. Pan. carları, turpları, zeytinleri, naneleri, dercotlarile renk renk, büklüm bük- Jüm, kıvırcık ve kabarık, canlı ve diri bir kap dolusu salata! Böyle bir sala- ta karşısında midemizin, kendisine bir demet çiçek takdim edilen hanım- efendinin gönlü gibi hoşlandığını, bil. mem, farkettiniz mi? O salata değildir, midemizle geçire- ceğimiz bir çeşid yorucu sevişme ve di- dişme faslından evvel sinirleri hazırl. yan bir nezaket buketidir. Yemeği sordum: Taze baklalı engi- nar, yoğurtlu kuzu kebabı, beyinli pi- Kadehe, habbelendirerek üç parmak rakı koydum, galile rakısı... Üzerine toprak testinin portakal buhçelerin- den esen rüzgârla soğuttuğu suyu ağır ağır, bir kimyager, bir usta eczacı ii- nasile dökmeğe başladım: Renksiz Ta- kı, evvelâ, şöyle, hafiiçe, dalgalana dalgalara morlaşır gibi oldu, sonra beyaslarıdı. Fakat tekrar renkler syrü- dı; alt tabaka süt kesildi, üstü şeffaf hâlini tekrar buldu. Bir azicik su da- ha: Kadeh ayranlaştı, anason ve üzüm | kokusunu duydum. Zambak koklar gi- bi nezaketle ağzıma götürdüm; öper gibi dudaklarıma sürdüm, emer gibi de çektim. Rakı da beni içimden, sıcacıcık ku- cakladı. (İçki sevenlerin şu tarifi yutkunma dan okuyabileceklerine (o inanmıyo. rum!) Xaş ve baş... — Adam sen de! Allahın ihsanına şükret! Rind ol! Akıl yaşta değil, baştadır! Aklınla bin yaşa! Karşımda güneş şıkırdıyor, aşağıda deniz fışırtıyor, midemde rakı kızışı- yor; arıların uğultusu ve damdaki gü- vercinlerin gurultusu içinde yeni yap- ! raklanmış dut fidanlarının gevrek ye- | şilliği, zevkinden, âdeta, köpürüyor. | du, Ben de neşemden taşıyordum. Böylece içtim; keyfimee yedim şöy- lece de hasır koltuğa uzandım. Nargilem höpürdüyor: Her çekişimde, suyuna süs, rayiha olsun diye koydukları gül, yasemin ve sardunyalar biribirlerine sarıla dola. na râksediyorlar. Farzeğiniz ki akuva» riom'daki durgun, melârikolik Japon | balıkları, birden huylarını değiştirmiş-! ler, sarhoş ve neşelidirler, sarmaş do- laş rumba oyunmağa Kalkışmışlardır. Çeşmeden, omuzlarında destiler, iri kalçaları yalpa vura vura iki Fenike kımı dönüyor. Bu bir tablodur: Ağır başlı ve eski usul döşeli otel salonla- sallarına sid kara kalem levhalar. den... Yusufun kuyudan çıkarılışı, Lut'un elinde kadeh, kucağında ken- di öz kışları, zivanadan çıkışı gibi... Gözlerimi yarı kapadım; etrafımı ve kendimi dinliyorum. Komşuda bir gramofon sesi başladı; Trablus'a giden yolda otomobil boru. ları işitiliyor; yanımızdaki bahçeden bir bisiklet geçti. Gramofon, otomobil, bisiklet? «Hah, dedim, eğlenceli halırsları- mın anahtarları!» Bugün kemale eren birçok fen âlet- lerinin, icadların İlk kullanılağa başlandıkları zamanı düşünüyor, ha. tırlıyorum. Evet, ilk bisiklet, ilk gramofon, ilk sinema, ilk elektrik, ilk otomobil, ilk tayyare, ilk radyo ve saire... Bunların hepsi de benim şu kırk senelik ömrü. mün başında ve ortasında ya umumi. Teşmiş, ve yahud-da icad edilmişti. Ben bunları ilk önce nerelerde, nasil gör- müş, nasl tanımıştım? Hasır koltuğuma biraz daha gömül. düm, zihnimin eğlenceli sahifelerini ağır ağır, gülümsiyerek çevirmeğe ko- | rada vir Murad zamanındaki hezarfenler. Son gelen Fran- $ız gazetelerinden birinde bu yazının içine ( dercettiği- miz robot'un yani sun'i insanın Yes- mi vardı, Altında da şu tafsilât yazılıydı: « İsviçreli bir mühendis, oLon- canı manken teşhir et- mektedir. Bunu vücude getirmek üzere on sene Ça- Tşmış, Bu robot, uzak- İ tan, Kısa dalga larla idare edil mektedir, Bedeni içine yirmi küçük molör konulmuş- fur. Her biri muay» yen bir jesti yap- masına Ooyârdım ediyor. Robot, konuşu yor, şarkı söylü- yor, bir köpeğe su İsviçreli mühendisin robotu âletin «Halik», ona daha az sulkper- verane işler de yaptırabilirmişee Ne düşündürücü telmih; «Daha az sulhperverane işler»? Meselâ Derhal! zihin işliyor: Harb vazifele- rinde kullanılacak... Tıpkı tayyare gibi ve ilmin, fennin diğer icadları gibi, bu robotlar da insanların başıma belâ kesilecek! Hem tayyare, ilk nazarda pek sem- palik bir şeydi: Kuşlar, kelebekler, melekler gibi uçmak! Çocukların bi- le rüyalarına girince tatlı tatlı gü- Tümsemelerine sebeb olur... Halbu- ki bu robotlar, daha İk icadlarından | itibaren korkunç şeyler... Bir demir kütlesi ki, bütün heyetile rap rap yü- rüyor... Kâbus! Bunlar, türlü türlü ler... Önüne bir cisim mi çıktı? Ziya ihtizazı robotun gözlerine ona göre müessir oluyor; gözlerindeki bu te sir, ayaklarının istikametini değişti- recek şekilde dahili tertibata doku- nuyor. Yürüyüşü böylece intizama girerek İlerliyor. Diğer hareketleri de ona göre... Fakat tabii, bu Tobotlar henüz ip- tidaj haldeler... İlerde terakki ede- cekler; Amele olacaklar, asker ola- caklar, tayyareci olacaklar... Yavaş yavaş bizler, yani topraktan mamül insanlar, rollerimizi bü demirden ma- | müllere terkedeceğiz, "Tevekkeli mi Fransız gazetesi: «İş- te istikbalin insam'!, diye serlâvha koymuş Heyecan verici bir hal, Maden, topraktan sağlamdır, Bakır ibrik, toprak testiden makbuldür. Maden adam da, çamurdan mahlü- ku bir gün mağlüb etmiyecek mi? Şu resimdeki yüzün hâkim ve müs- tehzi ifadesine bakınız. Ne hisler ik ka, ediyor! Mukadder itirazı biliyorum; — Adam sen de!... Onu bizler dün- yaya getiriyoruz... İdaresi elimizde! Ilk kısım doğru, ikincisi değil; Oğlumuzun da hayat bulmasına sebeb biziz. Fakat işte o kadar. Öte- sine karışamiyoruz. İdaremizden ka- çırıyorüz. Hattâ çocukken bile bir de- receye kadar söz dinletebiliyoruz... Hele sonraları bütün nizamları bozup kendi bildiği gibi yapıyor.. Fabrikaları da biz yarattık. Lâkin haydi bakalım elimizde ise işleyişleri- ni durduralım; ve'onların usullerine, iktisad kanunlarına riayet etmiye- ibtizarlardan | müteessir olan âletlerle mücehezmiş- | | danma inmiştir. | altın ihsan ederek: | kimselerin bekası caiz değil! - diye | | tiyari bir tarafa sürüklenir gibi ken- di eserlerimize tabiiz... Çok kere vapur, kaptanı da dinle- mez... Fikir işledikçe şu vehimler doğu- yor: — Belki de, bir mlilet, robotların öteki millet üzerine saldıracak... Bel- ki de robotlar iki taraf insanların kıracak... Yarınki kürelarzın hâkimi bu maden insanlar olacak... Kurcalıya kurcalıya, «Maden mik letiz ni yerlerin altından diriltiyo- rTuz.., O, kürelarzın sathına çıkıyor... Cemiyetin işlerini zaten yarı yarıya üzerine aldı... Kölelerin isyan ederek | efendilerin yerine geçmesi kabilinden bu madeni mamüllerin de bir inkı- Jâb yapmasından korkulur... Zaten şimdiden de, çok defa ve her memle- kette bir makinenin değeri, biz insan- Jar nazarında bile, insanınkinden f27- Ja değil midir?.. .. Bakınız, Evliya Çelebinin kitabın- da, eski hezarfenler yani bu İsviçreli mühendis gibi icadlarda bulunanlar nasıl anlatılıyor; FENNİ Fenni Çelebi, #bilisi iline ders ve- rir; pireyi kafese kor; “kehle fskiri arabaya koşar; hezarfendi. Şiirleri de | vardır, HEZARFEN AHMED ÇEKEBİ Hezarfen Ahmed Çelebi şiddetli rüzgâr çıktığı bir gün, kartal kanat Jarile Ökmeydanının minberi üzerin- de sekiz dokuz kere havada uçarak talim etmiştir. Sonra Sultan Murad Saraybumunda Sinanpaşa köşkünde temaşa ederken Galata kulesinin en yüksek tepesinden lodos rüzgürile uçarak Üsküdarda Doğancılar mey- | Sultan Murad kendisine bir kese | — Bu herif korkulacak bir adam! Her ne isterse elinden geliyor. Böyle Cezayire nefyetmiştir. Orada merhum oldu, LÂGARİ HASAN ÇELEBİ Murad hanım Kaya Sultan isimli kızı doğduğu gec ik oldu, Bu Lâgari Hasan elli okka barut macu- nundan yedi kollu bir fişek icad etti, Sarayburmnunda hünkâr huzurun- da fişeğe bindi. Şakirdleri fitili ateş- Jediler. Tâgari: — Padişahım! Seni allahasmar- Jadım. İsa Peygamberle konuşmağa Eski ve yeni mucidler Robotlar belki de insanların yerine kaim olacaktır Ecdad, zararlı gördüğü keşiflerin sahiplerine yüz vermezmiş. - Dördüncü - Bir Robot nasıl görür ve yürür? Semaya doğru fırladı, Yanımda olan fişekleri abteşliyerek denizin üstüne yukardan aşağı alevler saldı Sema- da büyük fişeğinin barutu kalmayın- ca zemine inmöğe buşladı ve kolları- na takılı kartal kanatlarını oynata- rak Sinanpaşa kasrı önünde denize düştü. 'Tekrar belirdiği vakit Jâtife ede- rek: — Padişahım! İsa Peygamber sa- na selâm söyledi! - deği. Bir kese ihsan olunup yetmiş ak- çe ile spahi yazıldı Sonra Kırıma, Selâmet Giray'ın yanına giderek oru- da merhum oldu. ŞADİ ÇELEBİ Marifet iddiasında bulunup padi- $ahın huzurunda kuvvetli bir bos tancı tarafından elleri ayakları siki- ca bağlandı; sarıldı, sarmalandı, Me- şin bir harara konulup denize atild. Çok geçmeden denizin Üslüne çıktı. Bir kese altın ihsan aldi. Çavuş züm- resine ilhak edildi, NÂSIR HABİB MAGRIBİ Nasır, padişahın huzurunda bir ia- şın yanına varıp üzerine altı elif, üç mim, üç sin, bir kuş çelengi resmetti. Kendisi ne tarafa gitse, taş da arka- sı sıra araba tekerleği gibi harekete başladı. "Taşın önüne elimi tuttum. Az daha eziliyordu. O taş hayli za- man Okmeydanında kaldı. Nasır Ha- bib de bir kese ihsan aldı. ... Beni en ziyade, hezarlen Ahmed Çelebi misali alâkadar etti. Padişah: — Bu herif korkulacak bir adam!- demiş, Sanki tayyarelerin beşeriyete oy- hıyacağı oyunu keşfetmiş gibi ... Kim bilir, belki de bugünkü insan- lar robotlara karşı aynı zihniyetle davranırlarsa Oohaklsrında hayırlı olur... Robotun bakışını ben kendi hesa- bıma hiç beğenemedim. O ne hâki- mane sigara içişi... r.Ç. Yeni bir kanal Atlantikten Akdenize daha Fransız, İngiliz ve Hollandalı serma- yedarların birçok defalar bahsedilen ve Atlas Okyanosu ile Akdenizi yekdi- ğerine raptedecek olan meşhur kana- an inşaat işleri için aralarında bir iti. 1âf akdelmiş olduklarını haber ver. mektedir. Mutasavver kanal, 400 ayak geniş- liğinde olacak, bu sayede iki transab- Jantik karşılıklı olarak kanalı geçebi. Jecektir, Bu kanal, 90 milyar İngiliz lirasına mal olacaktır. Kanalın 1942 senesinde seyrisefere açılacağı tahmin edilmek- tedir. Kanal, Süveyş kanalı kumpanyası- na mümasil! bir şirket tarafından işle- tilecektir. (Bahsi göçen kanal Bordo - civarından başlıyarak Marsiiyaya kadar gelmekte kısmen nehirlerden istifade etmektedir) ! Balkan Antantının kuvveti Atina 16 — Ketimerini gazetesi Yugoslavya Başvekili B. Stoyadino- viçin intihabnt münasebetile Novi - Sad şehrinde irad ettiği mühim nutku neşrediyor. B. Stoyadinoşiç bu nuf- kunda, Yugoslavyanın dos ve mütie- fik komşular İle muhat bulunduğu. lâdlarının kanlar iş olduğunu ve yeni hu- esini müzakereye hiç bir zaman razı olmıyacağını söylemiş ve sonunda da demiştir ki — Yugoslavyanın, Türkiye, Yuna- nislan ve Romanya ile ittifakı kendi ve Balkan antantına dahil memleket,