ii 2 “Sahife 6 23 Mayıs 1938 PAZARTESİ KONUŞMALARI: “Dağarcık,, dan 1872-1288 de Ahmed Mithat edendi, Dağ k adile muhtelif mevzularda yazıları ihtiva eden risaleler neşret- mişti, Bu yazılardan biri de (Osmanlı- canın ıslahı) hakkındadır, Dil tarihi- miz ve okadar da halimiz bakımından ehemmiyetli fikirler söylemiştir. Ah- met Mithat efendi, dilin kendi bünyesi içinde gelişmesi Jüzumunu ne iyi lamiş ve ne açık anlatı «Vakıâ Osmanlılar Asyayı vüstadan geldikleri zaman beraber götürmüş ol- dukları lisanı muhafaza etmiş olsaydı- lar da badehu terakkiyatı medeniye nisbetince lisanın dahi terakkiyalını gene türkçe dairesinde aramış Olay- dılar şimdi kendilerine pek büyük te- şekkürler ederdik. Ne fayda ki o za manlar İran ve Arabistandan celbine mecbur olduğumuz füdela ve üdeba arap ve acem lisanından ahzına lüzum gördükleri şeyleri türkleştirmek dahi şöyle dursun belki çemizi elimiz- den alarak arabileştirmişler ve yahut farisileştirmişlerdir.» Üstadın parmak koyduğu nokta, başka memleketlerden yurda getirilen ilim ve edebiyat adamlarının bizim di- Yimiz üzerinde yaptığı fena tesirlere işa- rettir ki dikkate değer bir görüştür. «Gele gele Osmanlı kitabeti o dere- ceyi bulmuştur ki, kaleme alınan bir- şeyi ne arap, ne acem ve ne de türk Anlamıyarak bu lisan yalnız birkaç zat arasında tedavül eder bir lisanı hususi halini giymiş, ve azlığın çokluğa tâbi ı darbımesel hükmünde iken bu , çokluğu kendisine tâbi etmek da- vasna düşerek nihayet milleti âdeta lisansız bırakmıştır, ia dahi denildiği veçhile mil letimiz ana lisanı bulunan türkçeyi kaybederek onun yerine Osmanlı lisa- nı isminden başka hiç bir isim kabul edemiyecek olan bir Ilsanı öğrenmiş- tir, Elyevm kullandığımız lisan, arabi ve farisi ve türki ve Osmanlıların ge micilikte ve sanatte kesbettikleri terak- ki münasebetile Yunan ve İtalyan ve terakkiyatı ahiremizin gösterdiği lü- yem üzerine bir de Fransız lisanların- yan mürekkeptir. Ancak bizim lisani- mızda olan elfazi arabiyeyi kullanabil- mek için bütün arap lisanını öğren- meğe ve kezalik diğer lisanları dahi birer birer tahsil etmeğe mecbur ola cak isek müddeti ömrümüzü yalnız li- san tahsiline hasretsek bile gene mu- vaffak olamıyacağımız derkârdır.» Bu sözlerin yazıldığı tarihten üç çeyrek asra yakın bir zaman geçtikten sonra bir genç ilim adamımız da di- yor ki «Divan lisanında anadiline eklenen yabancı kelimelerin çokluğu türkçeyi hiç de boğmuş değildir. Bu lisandaki güçlük yalnız kelimelerdedir. Gramer ve sentaksı herşeye rağmen türkçe kal- mıştır. Türkçenin sağlam yapısı içine ordu ordu giren arap ve acem terkip- | yoktur. Eskiden lerini yıkılmadan taşımıştır. . Birçok yabancı unsurlar sahipleri tarafından tanınmıyacak derecede temsil edilmiş- tir. Osmanlı imparatorluğu ekalliyet- leri eritmekte, Türk dilinin arap ve acem kelimelerini eritmekte vardığı müsbet neticelere varamamıştır. Fu- zuli'yi, yahut Yunus Emreyi anlamak İçin arapça ve acemce bilmeye lüzüm mektepte okuduğu- | muz arapça ve acemce dersleri eski şa- | irlerimizi anlamıya pek az yardım edi- yor. Onları öteden beriden öğrendiği- miz kelimelerde anlıyorduk, Acaba Fu- züliden zevk alan Türk münevverle- rinderi kaç tinesi arapça ve acemce bilir? Bu yazıya haşiye olarak şunu ilâve ediyor: «Divan şairlerimizin dilini anlıyabil- mek için diksiyonerden öğrenilmesi icap eden yabancı kelimelerin adedi beş yüzü geçmez.» İşte size iki hüküm, Birini Ahmet Mithat elendi altmış şu kadar sene önce söylüyor; diğerini bu kadar yıl sonra edebiyat fakültemizin değerli bir doçentinden duyuyoruz. Hangisi doğru? Acaba divan edebiyatı, Mithat! efendinin zamanında daha mi güçtü, daha mi arapça ve acemceli idi, daha mı az türkçe id? Yoksa sayın EyÜpoğ- lunun devrinde daha mi kolaylaştı, da- | ha mı türkçeleşti, bugünkü konuştu- ğumuz ve yazdığımız dile daha mı yak- | laştı? Ortada bir dalilet var amma kimde? Bir de şunu söyliyeyim ki divan ede- biyatı cili ileri sürülürken Yunus Em- reyi işe karıştırmamalı, O, hem zaman, hem mekân itibarile bunun dışında- dır. Fuzuli ve Nedim de dahil olmak Üzere divan şairlerimiz, genç muhar- ririn dediği gibi öyle üç beş yüz kelime ile sökülüp söktürülür şeyler değildir. Çünkü mesele, yalnız kelimede değil, o şairlerin yaşadıkları âlemin umumi kültür telâkkisindedir. Meselâ Fuzuli- den size bir misal: Gül Ateş üzre eder akdi zühre-0 şebnem Tedarüki kamer-f şems eder saba-ü mesi Bu kimya sebebinden aceb midir olsa Elinde daneli erzen mesabesinde talâ kasidenin bu parçasını okuduktan son- ra muhterem profesör Ferid, «Anlıya- na hayyalesselâh!..» demişti. Ben de onun sözünü burada bir kere daha tek- rar edeyim. Bu mısraları anlamakta bi. rinci güçlük, kelimelerdedir. «Öteden beriden» devşirme kelime ile lâf arıla- şılmaz. Bununla beraber bu kelimeleri öğrenebiliriz. Zannetmeyiniz ki davayı hallettiniz. Çünkü eski simya ıstılah- larını bilmeli ve ay İle güneşin hangi madene tekabül ettiğini öğrenmiş bu- lunmanız da lüzimdir. Lütfen Eyfipoğ- Ju, bunları biliyor mu ve bu beyitlere evvelce tesadüf ettiği zaman böyle bir mânası olacağını tahmin etmiş midir? (Devamı 9 uncu sahifade) Hasan - Âli YÜCEL Yugoslavyada 6 gün: Sava nehrinin kenarındaki daimi sergide çok güzel eserler Serginin bir köşesinde pamuk çuvalları gürdük. Bu Belgrad — Belgradda kaldığımız günlerde, Sava hehrinin kenarında kurulan daimi bir sergiyi de gezdik. Bu sergiyi tesis eden Belgrad Panayır ve Sergi Cemiyetidir. Cemiyet bu da- imi sergi paviyonlarını tesis ederken kazanmak değil, Yugoslav mallarını halka tanıtmak, son seneler zarfın- da Yügoslav endüstrisinin şayanı hay- ret inkişafını göstermek gayesini tar kib etmiştir. Sergi ve Panayır, mahal- li olarak kalmamış, birçok devletlerin iştirakile de beynelmilel bir mahiyet almıştır, Sergide Türkiye hariç olmak üzere birçok memleketlerin eşyası ve mas- nustı teşhir edilmektedir. Sergi ko- miseri, sergide bir Türk pavlyonunun bulunmamasının sebeplerini bize şöy- le izah etti: — Türkiye, sergiye iştirak için mü. racaat ettiği zaman bütün paviyon- lar tutulmuştu, Bu sebepten dolayı, bir yer ayırmak kabi! olamadı. Bun- dan cidden müteessir olduk. Fakat gelecek yıl, Türkiyeye bir yer ayıra- İ bilmek ümidile müteselli oluyoruz. Sergi o kadar büyük ve geniştir ki, dört beş saat dolaştığımız halde bü- tün paviyonlarını bitiremedik, Beigrad belediyesi, paviyonlar için Serginin gece pınl piril yanan büyük kulesi 3 Ipamuklar kimyagerler tarafından sütten egon / Yokariğe:. Deli serginin gece manzarası. Aşağıda: Serginin" ü, yüksekten umumi manzarası 363,000 metre murabbaında bir saha | tahsis etmek suretile Sergi Cemiyeti- ne muavenet etmiştir. Sergi cemiye- tinin âzası olan Belgrad ticaret, sana- yi ve esnaf odalarile zirai kooperatif- lerin yaptıkları nakdi yardımdan başka Belgrad tasarruf sandığı da 6 milyon dinar vermek suretile yardım- da bulunmuştur. Bu para yardımla rı sayesinde, serginin paviyonlarını inşa etmek kabil olmuştur. Paviyon- | lar, daimi oldukları cihetle, her sene yacak, bilâkis seneden sens- ye İlârelerle tevsi edilecektir, Sergide eşya ve masnunat teşhir et- mek için altı büyük paviyon vardır. İki tanesi 3300, iki tanesi 2380, bir ta- nesi 5006, bir tanesi 1320 metre mu- rabbaı genişliğindedir . Çekoslovakya paviyonu 750, Macar paviyonu 1000 metre murabbaıdır. Fransa, İtalya, Lehistan ve Romanya paviyonları da daha küçük olmakla beraber çok zariftir. Gelecek yıl 'Tür- kiye, Bulgaristan, Yunanistan ve Al manya paviyonları inşa ecdilecekler- dir. Romanya, mevcud paviyonuna Nâveten lokantalı bir eğlence pavi- yonu da inşa etmek emelindedir. Sergi paviyonları çok mükemmeldir. Yugoslavlar bu paviyonları B, Vasi- loviç namında Yugoslav bir mimara yaptırmışlardır, Yugoslav paviyonlarında, memle- ketin bütün eşya ve mamulâtı mev- : cudâur. Bu paviyonları gezerken, dost ve müttefik memleketin zirai, iktisa- di ve sınai inkişafı bariz bir şekilde görülüyor, Çekoslovakya paviyonunda bilhas- sa kristal ve porselen mamulât göze çarpıyor, Büyük camekânlarda teş- hir edilen ve İran Şehinsahı, Millet- ler Cemiyeti, Mısır Kralı, Papalık ma- kamı için imal edilen armalı ve altın (Devamı 9 uncu sahifede) Ahmed HilâM Nakleden: (Vâ-Nü) «Oğlunuz tarafından tehdide ma- ruz kalmamak için mektuba tmza at- müyorum, Fakat köye gelirseniz sizin- le gizlice görüşür ve yazdıklarımı te- vid ve isbat ederim. Bu satırları kara- lamaktaki maksadım, gerek oğlunu- za ve gerek ailenize muhabbet ve hür- metinden ileri gelmektedir. Henüz hayatı bilmiyen Atı bey, entrikacı bir kızın luzağına düştü. Bu, Şevket paşa isminde parasız adamın büs- bütün parasız bir yeğenidir. İsmi Lâ- miadır. Oğlunuzun metresi olmak su- relile Alıf beyi iadivaca sevketmeğe çalışıyor. Şimdilik her gün Hasip pa- şaların oOmeşhur «Muhabbet dşt yani» nda birleşiyorlar. Derhal bu- nun önüne geçmezseniz büyük bir rezalet çıkması muhtemel olduğunu haber veriyorum. Ben nasl bu sırra âşina oldumsa başkalarının da gör- mali vardır. Derhal dediko- 1 dalgalana büyüyeceğini bilir- siniz. Her halde bu kız da çıkaracağı dedikodulardan istijude etek istiyor. MAZİNİN YÜKÜ ALTINDA... Aşk ve macera romanı Tefrika No, 18 Vakit geçmeden bu işin önünü alın.» Refet dey bu satırları okuduktan son- ra mektuba tekrar göz gezdirdi, Her kelimesini ayrı ayrı tarttı. Bunu yazan, mutlaka Atıfı kıskanan bir kadındı. Fakat belli ki yalan söyle- miyordü, Bu derece izahatlı iftira ola- mazdı, «— Bizim hanım da dünyanın farkı- na varmaz; diyerek mirıldandı, Hakikaten vaziyet tehlikeliydi. Eğer delikanlı cidden &şıksa zıd gitmekte mâna yoktu. Onu kurmazlıkla avun- durmak lâzimdı. w— Herşeyden evvel bu Şevket pe- “iz kim olduklarını öğrenmeli!» de- se açtı. Adamlarından birine tahkikat için emir verdi. İki saat sonra kendisine şu izahatı verdiler: — Şevket paşa, mütekaid, namuslu bir asker... Beş parasız... Yeğeni çok gü- zel ve çok zeki bir kız. Erkek mırıldandı: ME rattan korktu. Dellkanlıyı üzmek istes | mecbur olacağızl, . teyişinden belli! Ne yapmalı? Bu işin önüne nasıl geçmeli?» O sirada aklına Amerikalıların mek- tubu geldi; «— İşte kurtuluş!» dedi, Zile bastı. Genç bir kâtip içeri girdi, — Oğlum Atıf beye derhal telgraf çekin! Deyin ki: «Hemen İstanbula gel. Acele iş var, Baban» Kâtip odadan çıkınca, Refet bey, el- lerini uğuşturarak: «— Tamam! - diye düşündü. - Gelir gelmez, nefes bile aldırmadan, onu dün- yanın bir ucuna yollarım. Bir: kere Amerikayı boyladı mı, ise sarılır. Her delikanlı gibi, bu geçici aşkı unutur. Meselenin iç yüzünü bildiğimi de ken- disine hiç belli etmem!» Hemen kalktı; sokağa çıktı. Seyahat kumpanyalarını dolaştı. En evvel gide- cek vapurda oğlu için yer ayırttı. Babasından telgrafı alınca, delikanlı fena halde meraklandı: «— Sakın hastalanmasın?» diye dü- şündü. LAmiayı görmeden İstanbula dön- mek de hiç hoşuna gitmiyordu. Endi- şesine rağinen akşam üstü inmeğe ka- rar verdi ve arada bir çare bulup sevgi- Misinli gördü. Lâmia, garip bir hissin tesirile, başı- na bir felâket gelecekmiş gibi, bu telg- den yaşlar aktı, Atıf, genç kızı teseli- ye çalışıyordu: Fakat o, başını sallıya- rak: — Üzülme vallahi... Göz yaşlarım cid- den mânasız... Bir gece İstanbula ini- yorsun diye böyle ağlamam saçma, Fakat kendimi tutamıyorum. Kalbim- de acı bir his var. Ürküyorum- Lâmlanın bu bedbin sözleri, delikan- | hı üzerinde de tesir uyandırdı. Babası- | nın yarına geldiği zaman, o da helecan! içindeydi. Hele derhal Amerikaya ha- reket etmek mecburiyetinde olduğu- nu öğrenince fena halde afalladı. Maamafih teklifini münakaşasız ka- bul etti. Yalnız babasına: — Müsaadeniz olursa yarın sabah erken köye gideyim! - — Niçin? — Annemle vedalaşmak için., | — Hacet yok, Ben demin bizim kâ- tibi yolladım. Annen de yarın erken- den büsbütün inecek, Hem kadınca” diz gideceğini bilir de orada kalır mı? Beni hâlâ on yaşında sanıyor... Refet bey, neşeli neşeli güldü. Son- ra elddiyetle ilâve etti: — Oğlum! Şimdi hiç bir yerleri do- | mediği halde, gayri ihtiyari, gözlerin. | | laşamazsın. Seninle İşlerimiz var. Va- pur öbürgün kareket ediyormuş. Sa- | bahtan akşama kadar sana yazdıraca- ğım yazılar; söyliyeceğim, tenbih ede- ceğim işler var. Gece bile ne» e 4 Zİ Babasının Amirane tavrı, azımkâr ifadesi karşısında Atıf çocukluktanbe- Ti sinmeğe alışmıştı. Bu sözlere baş eğ- mekten başka çare olmadığını esefle hissetti, Bir aralık kadar sıvışmağı dü: beyin son emirleri üzerine bunu da yapamıyacağını anlıyarak içi kan ağ- Jadı. Delikanlının yüzündeki meyus ifade, zengin tüccarın gözünden kaçmadı ve kendi kendine; «— Bravo! Tam sirasinda bu işin önüne geçtik. Yoksa bizim oğlan adam akılh abayı yakacakmış!» diye düşün- dü. Bu gibi ahval karşısında aile 'bü- yüklerinin ekseriya duydukları hodbin- İ ce bir sevinçle kazayı defettiğine mem- nun oluyordu, Entrikacı ve para hirs- Mısı telâkki ettiği o mahud-kızın tuza- ğindan oğlunu kurtarmıştı! Atıf, Amerikaya gider gitmez baba- sına mektup yazacak; 'Lâmlayı sevdi- ğini, onunla evlenmek istediğini söy- Myecek; izin vermezse artık ne olur- sa olsun isyan edecekti. Bu isyana an- cak uzaktayken muvaffak olabileceği- ne kaniydi ve tesellisini de böyle bu- Juyordu. ö.. Atıf seyahate çıkalı üç gün olmuş- tu.