—A ge a «e AN © — 28 Haziran 1937 Tefrika No. 106 SEBA MELİKESİ BEL Güneş bana dedi ki: “ Seni kıskananlar, Yazan: ISKENDER FAHRETTİN gece yuvalarına çekildikleri zaman kıskançlıklarından ölürler.. ve sonra tekrar yeni ümitlerle dirilirler! Halbuki sen bir defa öldün ve..., Bir fitne ve bir fırtına. Sam sabahleyin güneş doğma- dan kalkmıştı. Oda hizmetine tayin edilen yeni cariye çok sevimli bir kızdı. Yavaşça sindiği köşeden kalkarak Samın yatağına sokuldu. — Bu geceyi nasıl geçirdiniz? Sam: — Sen bu geceyi burada mı geçirdin? Diye sordu. Fakat, Sam dünkü gibi hiddetli değildi. Yatağından kalktı. Genç kızın yanaklarını okşadı. — Saçların ne güzel!.. Yanak- ların ne kadar kırmızı!.. Fakat gözlerin... — Gözlerimi beğenmediniz mi? — Reodit'in gözleri çok seh- hardı... — Onu artık unutunuz! — Unutamam... — Çok mu seviyordunuz? Sam başile cevap verdi. Genç kız yüzünü buruşturdu. — Onu bir daha görmenize imkân yok ki... — Sur kralından istersem ver- mez mi? — Satılmış bir alınır mı? cariye geri Sam gözlerini açarak bağırdı : — Satılmış mı dedin? Yeni cariye, ne olursa olsun diyerek hakikati itiraf edecekti. Samı bu suretle tatmin ede- ceğinden emindi. — Evet, dedi, hükümdar onu para ile Sur kralına sattı. Odanın içinde müthiş bir fırtına koptu: — Demek ki, beni aldattılar, öyle mi? Cariye her şeyi söylemişti. Sam. hiddetinden tekrar ateş püskürmeğe başlamıştı. — Ben onu gidip bulacağım.. Dedi ve şiddetle odadan çıkıp gitti. * Belkıs eski kitapları karıştırırken. Firaun'un kızının (o çenazesini merasimle kaldırmışlardı. Sur kralından gelen altınlar Süleyman tarafından bol bol sarfediliyordu. Sam bir haftadan beri mey- danda yoktu. Fakat, herkes tahmin ediyordu ki, Sam karısını bulmak üzere Sur'a gitmişti. Hattâ bunu Süleymanda bili- yordu. Fakat, Sur kralından bek- lediği altınlar geldiği için, Sam'ı harekâtında serbest bırakmıştı. O da neticeyi herkes gibi sabır- sızlıkla bekliyordu. Zaplonun kafasını koparıp ge- tiren adam, acaba karısınıda öyle kolayca bulup getirebilecek- miydi? * .. Belkıs, o sabah, Jerüzalem şa- irlerinin deri üzerine yazdıkları ki- tapları okuyordu. Bu kitapları ona Süleyman ver- işti. Seba melikesi, Beni İsrail şairlerine meftun olmuştu. Dağlarda yaşıyan Enverano gibi hassas. şairlerin eserleri önünde saatlerce düşünüyordu. Belkıs bunları okurken, bir marangoz kızının ağzından yazık mış olan şu parça ne kadar ho- şuna gitmişti: (1) “ Bir marangoz kızı idim. Babam, gözlerimin rengini gök- ten, yanaklarımın rengini de güneşten almış. Orşalim kızları benimle istihza ederlerdi! mavi renkte havailik, kızıl renkte de insafsızlık sezerlerdi. Halbuki ben, Sevgilime karşı sadık ve vefakâr kaldım. Hastalandığı zaman ona şefkat ve merhametle baktım... Komşu kızları bana gülerlerdi. Hiddetlendim, bir gün, göğe sordum. “ Niçin benimle istihza ediyorlar?,, dedim. Dedi ki “Sen bana mensupsun da onun için.l, Tekrar dedim: “Sevgilime sadık kaldım, adım gene vefasızdır!,, Güldü: “ Senin gibi olamadık- ları için kıskanıyorlar...,, dedi. Sevindim. Güneşe gittim, o da: “ Sarı benizli, solucan gibi renksiz ve sevimsiz kızlarla, senin gül gibi pembe ve güneşli yanakların arasındaki farkı görmiyor mu- sun? Onlar gece yuvalarına çekildikleri zaman kıskânçlık- larından birer defa ölürler ve sonra tekrar yeni ümitlerle diri- lirler, sana havai, vefasız derler. Bu iftiralar, için birer tesellidir, senin için de şeref... , diye cevap verdi. İnandım ki, onlar hakikaten her gün ölürler- miş. Ben bir defa öldüm we şimdi burada, bu toprağın altında müsterih, elemsiz ve istırapsız yatıyorum... Belkıs, bir başka kitabın sahi- felerini çevirdi ve şu satırları okumağa başladı: “... Bir avuç toprak serpilmiş gibi göğsümü daima tozlu gören düşmanlar, sana benden kimbilir ne yalan haberler getirirler! Fakat inanma! Göğsümün içi, aşkının yatağıdır!.. Onu çiğnediğin gün, orada senin ayağının tozları kalmıştı! Düşman gözü, o yatağın içinde uyuyanı görmiyor da, üstündeki tozları görüyor. Sen sakın bu haberlere inanma! Bu sahte gü- lüşlü ve sahte tavurlu insanlara inanma! İnan ki, seni, göğsümde yürümeğe teşvikeden ve her akşam güneş batınca kendi elinle sula- dığın o zavallı aşk çiçeklerini bir hamlede çiğnemeğe sevk we tahrik edenler de onlardır. Yarın etrafından kaçacaklar, o vakit yalnız kalacaksın! Gözlerin tüy- ler ürpertici, feci bir manzaraya dikilip kalacak: Kendini kal- bimde açılan bir mezar sında bulacaksın! Göğsümdeki tozlar, ayağının tozlarıdır.. inan ki, onları elle- rinle temizleyinceye kadar taşı- yacağım... Onlar: Göz yaşlarınla yıkayıncaya kadar silmiyeceğim.! Şimdi, seni ne kadar çok sev- onlar diğimi anladın, değil mi? Fakat, | ben şimdi, fânilerin çiğnediği toprağın altında yatıyorum. Sen | yatakta yatı- | de yumuşak bir yorsunl Aramızda bir fark var: Ben yerin altındayım. Sen | üstünde... » (1) Beni İsrail lerine atfen yazılan bu eserleri, Hahambaşı (Becerano efendi) bizzat kendi tercüme ederek vef birkaç ay evvel bana hediye etmi iF. (Arkası var) karşı- | | oyunlar oynandı. hikâyesi İ O gün Ispanya kralının kızının doğum yıldönümü tesit olunu- yordu. Tam on iki yaşına bas- mıştı ve güneş, sarayın bahçelerini | aşıl ışıl ışıldatıyordu. Hakiki bir Ispanya prensesi olmasına rağmen, onun da ancak, diğer çocuklar gibi, hattâ fakir çocuklardan farksız olarak, senede | ancak bir tek yıldönümü vardı. Bütün memleket, bu bayramda eğlenirdi. Bugün, cidden fevka- lâde bir gün olurdu. Alaca lâleler, sakları üzerinde, sıra ile uzun asker safları gibi canlı canlı dimdik duruyorlardı. Tarhın öte tarafında güller diyor- lardı ki: “Biz bütün çiçeklerden daha anlı şanlıyız!,, Çığırtkan rengindeki kelebekler, kanatlarının altın yaldızını misafir kondukları her çiçegin üzerine biraz serpiş- tirerek sağa sola uçuşurlardı. Narlar, güneşin hararetinden çat- lıyarak o yarılıyorlar; (o kalplerinin kızıllığını teşhir ediyorlardı. Hattâ solğun sarılıktaki limonlar bile, dallarından pıtrak pıtrak sarkarken o gün betleri benizleri daha yerine gelmiş, ifakat bulmuş gibi görü- nüyorlardı. Manolyalar, kocaman fildişi çiçeklerini kürevi bir şe- kilde açmışlar; havayı ağır rayı- halarile doldurmaktaydılar. Küçük prenses, arkadaşlarile birlikte sarayın taraçasında gezi- niyordu. Arkadaşlar, büyük taş- ların ve pusulanmış heykellerin arkalarına gizlenerek saklambaç oynayorlardı. Adi günlerde, kralın kızı, ancak kendi rütbesindeki çocuklarla oynamak hakkına, teşrifat kaidesi mucibince, malikti. Lâkin kardeşi olmadığı için (o yalnız oynamak mecburiyetinde kalırdı. Yıldönümü ise, bu kaidenin istisnasını teşkil ediyordu. Kral müsaade vermişti: Kızı, o gün istediği çocukları davet ederek onlarla eğlenebilirdi. Ve çocuklar, en güzel elbiselerini giyerek, kral kızının davetine koşmuşlardır. Sarayın bir penceresinde, kral, oyuna mahzun mahzun dalmıştı. Arkasında biraderi Don Petro ayakta duruyordu. Bira- derinin yanında, kralın sırdaşı Granada'nın Büyük Enkızisyoncusu vardı. Kral, her seferkinden daha mağmumdu. Zira, kızına bakarak annesini (Odüşünmekteydi. Zira, kraliçe, neşeli fransız sarayından kasvetli mubteşem ispanyol sara- yına gelin geldiği günden beri mütemadiyen biraz daha solup sararmış; çocuğunu dünyaya ge- tirdikten tam altı ay sonra, ölüp gitmişti. O taribten itibaren, kral, her ayın muayyen bir gecesinde, geniş bir pelerine bürünür, eline bir fener alarak, kraliçenin me- zarına Oiner, mumyası başına geçerek: — Mi reina! Mi reina! - Yani “ Benim kraliçem! Benim krali- çeml!,, diye ağlardı. Aradan bunca zamanlar geçtiği ve kendisine bunca imparator ve kralların kızları teklif edildiği halde, başmetmaap hiç birile evlenmeğe rıza göstermemişti. Işte, bayramı tesit edilen prens böyle bir anayla babanın kızıydı. Kral o gün, hükümet işlerile de meşgul olmamıştı. OKızının yıl dönümü mevzuubahsken hükümet işlerinin lafı mı olur? Taraçanın © önündeki meydan bir sahne haline girmişti. Orada, prensi eğlendirmek için bir çok Boğa döğüşü taklitleri, hokkabazlar, canbazlar.. danslar, Fakat, prensin hoşuna en fazla giden bir cücenin dansı oldu. Bu cüce, bir ucubeyde! Çarpuk çur- puk bacakları üzerinde yalpalı- | yarak, kocaman yamru yumru başını sağa sola sallıyarak sah- neye ilk çıktığı vakit, çocuklar hep bir ağızdan kahkahaları ko- pardılar.. Prens bile öyle güldü, öyle güldü ki yanındaki müreb- biyesi ona ihtarda bulunmak mecburiyetinde kaldı: Tarihte bir Ispanya kraliçesinin kendi akranı arasında ağladığı görül- müşse de, kraliyet ailesi men- subininin kendinden mertebece aşağı kimseler yanında, velev bayram günlerinde dahi olsa, neşesini bu derece teşhir etmesi caiz olmadığını söyledi. Halbuki, cüce, karşısında muka- vemet edilmiyecek derecede gü- lünçtü. Hatta, dehşetli ve korkunç şeylere karşı inhimaki pek fazla olan İspanya sarayında bile bu derece ucube bir insana rastlan- mamıştı. Bu cüce, saraya daha yeni getiriliyordu. Bayramdan bir gün evvel, ormanlarda deli gibi koşar- ken ava çıkan iki asilzade tarafından yakalanmıştı. Prensese, bayram münasebetile hediye olsun diye getirilmişti. Babası fakir bir kö- mürciymiş. Bu derece sakil ve faydasız olan evlâdının saraya götürüldüğü ve nihayet ondan ya- kayı kurtardığı için memnun bile olmuş ! Cücenin en harikulâde ciheti, sakil ve gülünç olmasından biha- ber bulunmasıydı! Son derece mesuttu ve neşelidi. Çocuklar güldüğü vakit, o da onlar gibi gülüyordu. İstihza mevzuunun ken- di olduğunun farkında bile de- ğildi. Erkek olan bu cücenin, prenses son derece hoşuna gitmişti. Bütün dansların: onun şerefine yapr- yordu. Gözleri hep ondaydı. Işte o esnada cücenin aklını fikrini tarumar eden bir hadise husule geldi. Ondan evvel sah- neye çıkanlar arasında bir mugan- niye, başındaki beyaz bir çiçeği, - mürebbiyeye azacık takılmak ve onu kızdırmak için, - büyük bir nezaketle (prensesin (o dizlerine atmıştı. Sesi pek güzel olan ve Italiya'da şan veren bu şuh muganniye Papa tarafından, İs- panya kralının hüznünü güzel ve tatlı sesile tedavi etsin diye pek yakında gönderilmişti, Bina- enaleyh, sarayda küstahlık sayıl- ması için icabeden böyle bir teşrifata mugayir çapkınca hareketi bir defaye munhasır kalmak şar- tile, herkes hoş görmüştü! Çiçek prensesin dizlerinde du- ruyordu. Asil oçocuk, O teş- rifat kaidelerine ve mürebbiye- sinin ihtarina rağmen öyle neşe- lendiki, bu çiçeği kaldırıp cüceye attı. Cüce, çiçeği yerden alıp öptü. Diz üstüne geldi ve dudak- larını bir kulağından öteki kula- ğına yayvanlaştıran bir tebesümle, gözleri alev alev yanarak, kalbine bastırdı, bastırdı. Bu hâl, artık, prenseste cidiyet ve vakardan eser bırakmamıştı. Mürebbiyesinin: mükerrer ihtarla- rına rağmen öyle güldü, öyle güldü ki kahkahaları cüce sahne- den çekilinciye kadar devam etti. Mürebbiye, bu esnada güneşin pek yakıçı olduğunu bahane ederek, prensesin saraya dönme- sini istedi. Esasen sarayda fev- kalâde güzel bir ziyafet sofrası bazırlanmıştı. & Prenses, cücenin yemekten sonrada gene dans : Akşam 3 Sahife 9 28 Haziran 1932 5 etmesini temenni ederek gitti. Ingiliz Küçük cüce, prensesin huzu- runda bir kere daha dans ede- ceğini öğrendiği vakıt öyle mağrur oldu ki, bahçenin kuytuluklarına kaçlı. Orada, “kiymetli çiçeğini öpmeğe, en gülünç, en garip bir takım tavırlarla oynayıp zıpla- mağa başladı. Çiçekler, güzel mıntakalarına böyle sakil bir mahlukun girmiş olmasından — fevkalâde ( hiddete düşmüşdüler.. Cücenin başını ve kollarını tuhaf tuhaf oynatarak yollarda sağa sola koşuşduğunu gördükleri vakit, artık sabırları tükendi. Lâleler: — Bu mahlük öyle çirkin; öyle çirkin ki... Bizim (bulunduğumuz herhangi bir yerde oynaması caiz değildir! . dediler. Leylâklar: — Gitsin, haşhaş u saresi içinde binlerce sene sürecek sene bir uykuya dalsın!- diye bağırdılar. Susamlar: — Bulunmıyacak derecede lâ- netleme bir ucube ! - diye fikir yürüttüler. - ne biçimsiz, ne iğrenç! Baş, bacaklarile ne kadarda nis- betsiz! Beyaz güller: — Ah, bizim bir tanemiz onun eline düşmüş! - diye ağlaştılar.. - nefretimizden Obütün dikenleri- mizin kabardığını duyuyoruz! Biz içimizden bir tanesini, bu sabah Prensese hediye yollamıştık. Bu mahlük onu çalmış! Ve gül ağacı bağırdı: “Hırsız! Hırsız! Hırsız!,, Ay çiçeği, bu cüceyi görmemek için, nefretle arkasını döndü. Hülâsa, bütün çiçekler onu istihfaf etti. Sade kuşlar ona karşı bir muhabbet besleyordu. Onu, ekseriya ormanda, şuraya buraya koşup dansederken, yahut bir çınarın kovuğuna sığınarak uyurken görmüşlerdi. Cüce, kışın, yerler karla kapanıp da ortada yiyecek, oiçecek (o kalmayınca, ekmeğinden kendilerine kırıntılar atmıştı. Bu sebeble, kuşlar onun güzelliği ve çirkinliğile alâkadar olmamışlardı ! Esasen ormanın kuytuluklarında şarkı | söyliyen bülbül - o şair ve musikişinas üstat da - hiç güzel olmıyan bir kuştu. Bütün bu cihetleri düşündükleri . için, kuşlar, çücenin neşesine iştirak ettiler. Kanatlarını çırpa- rak onun etrafında şataretle uçuştular. Bunun üzerine, ucube, onlara sevgili beyaz çiçeğini gösterdi. Ve onlara sırrını açtı: çeği kendisine prensesin , zira kendisini sevdiğini Kuşlar, Cücenin söylediği söz- lerden bir şey anlamıyorlardı. Fakat bunun ne zararı var? (Yarın bitecek ) Nakili: (Hatice Süreyya) ez Çöp arabaları Beyazıtta Eminbey mahallesine çöp arabalarının haftada bir uğ- radığından bahisle bir kariimizden aldığımız şikâyet mektubunu 12 haziran tarihli nushamızda kari mektupları sütununda neşretmiştik. Belediye riyasetinden aldığımız bir mektupta çöp arabalarının mahalleye muntazaman geldiği tetkikat neticesinde anlaşıldığı ve bu bapta şikâyete mahal olmadığı ayrıca muhtarlar tarafından verilen ilmühaberlerle teyit edildiği bildi- riliyor ve keyfiyetin tekzibi rica olunuyor. Bu haberi memnuniyetle tekzip ediyoruz. 4x Konser — Vali ve belediye reisi (Muhiddin beyin riyaseti altında olarak cuma günü pro- fesör Ksantapulonun talebesi tara- fından Kadıköyünde Süreyya sine- masında bir konser verilecektir.