24 Mart 1932 Akşam © Tefrika No.13 24 Mart 1932 — Onu da kocamdan. Çünkü, ocam saf bir adamdır, Şeyh Mah- t kendisini para ile itma ede- Yemen hakkında bir çok yler öğreniyordu. Hattâ bir şam evimize gelmişti, görüşür- n onun bir İngilize benzediğini züne karşı söyleyince adamca- zın rengi sap sarı oldu.. Fakat, i şeytan herif birden kendini top- yarak: “İngilizce tahsilim çok üksektir, bu benzeyişte onun tesiri vardır!, dedi ve vaz- iyetini düzeltmeğe çalıştı. Ben o vakitten beri Şeyh Mahmudun Ingiliz olduğuna kanaat getir- miştim, Lâkin arap ailelerinden içok dostları vardı, kocamın da onunla ticaret işlerinde alâkası #olduğundan, bittabi sesimi çıkar- 'miyordum. — Sonra nasıl meydana çıktı? — Imam Yahyaya ondan çok bahsettiklerini işidiyorduk. Hü- deydenin o İngilizler (| tarafından zyiki üzerine, Sanadaki rolünü İ ikmal eden Şeyh Mahmut, hiç üphe yok ki, Hüdeydeye gitmek üzere yola çıkmış olacaktı... Bu mutalâa bende çok fena tesirler | bırakmıştı. Bir İngiliz çasusunun uğradığı bu akıbet çok fecidi. Imam Yahyanın adamları tarafından (Menaha) ya kadar yapılan bu takip hadisesi bana, İmamın San'aya hâkim bulunduğu hakikatini öğretmişti. ! (San'a) da hükümet idaresinin araplara geçmesi ihtimali pek varit olmakla beraber, bu ibtima- lin tahakkuku, ben ve benim gibi Türk olarak tanınmış ve memle- ketine dönememiş şahsiyetler için pek de emniyetbahş olamazdı. — Cemile, dedim. Eğer (imam) San'aya inmişse, benim oraya gitmekliğim pek manasız olacak. Ölüme ayağımla gidiyorum de- mektir! — Niçin... Imamdan korkuyor musun? — Imamdan neden korkayım? O da benim gibi bir adamdır. Ayni zamanda da tahsil ve irfanı olan akıllı ve mümtaz bir şahsiyet- tir. Ben imamdan ziyade imamın miyetinden korkarım. Pek âlâ biliyorsun ki, türk devleti kendi- sile otuz beş kırk senedenberi mütemadiyen harp etmektedir. Iki tarafın bu yüzden verdiği zayiat milyonlara baliğ olmuştur. Yani açıkça itiraf etmek isterim ki, bizim hayatımız Yemende daima tehlikelidir. Bunun için korkmağa hakkım vardır, Cemile! : Biraz evvelrakslarile beni mest ve hayran eden bu cebel kadını, Tefrika No 40 © Aşk, macera ve fen romanı d Nakili: O((Vâ- Nü) | — Şerefiniz zy? dok- torl- dedi.- Şahsi ve mesleki şere- finize iltica ederek soruyorum. İ Bu çocuk ırkı ebyazdan birinin çocuğu mudur, yoksa, zenci çocuğu | mudur? Profesör doğruldu. Söyliyeceği sözlerin nihâi hü- küm olduğunu anlamıştı. Hükmün | kabalığını cümlenin nezaketi al- | 3 tında azıcık yumuşatarak dedi ki: | — Şayet ilmin şimdiye kadar | kaydetmediği istisnai bir hâdise | cereyan etmedise, bu çocuk, ırkı | esvedin hususiyetlerini arzediyor. Denizci zade; 24 Mart 1932 SEBA MELİKESİ | BELEIS Yazan : ISKENDER FAHRETTİN Tam bir arap kıyafetine girmiştim. Cemile bana (San'a) da yardım edeceğini söyledi. Evden ayrılırken, sokaktan acı bir ses işittik... şimdi mütefekkir ve uzağı görür bir insan tavrile, ellerimi inçe parmaklarının arasında sıkıştırarak dedi ki: — Sen çok saf ve iyi kalpli bir çocuksun, Cemal! Bu itirafınla çok büyük bir hakikati ifşa etmiş oldun! Fakat, merak etme, seni ben himaye edeceğim.. Konuşarak bahçe (kapısını kapadık, odaya (geldik. Ce- mile aynı eda ve aynı samimiyetle sözüne devam etti; — Mademki imamın askerleri buralara kadar inmişlerdir. O halde senin burada bu şekilde kalmaklığın çok tehlikeli olur. Çünkü onların buradaki evleri basıp şüphli adamları toplamaları pek muhtemeldir... Senin ise, sırtındaki ceket ve ayağındaki sarı kunduralardan bir Türk zabiti olduğun hisediliyor. — Şu halde, sen beni nasıl himaye edebileceksin? — Şimdi söyliyeyim: Çabuk, şu elbiseleri sırtından çıkar, sana içeriden getireceğim yerli elbise- lerle tam bir arap taciri kıyafetine girersin. Zaten güneşten rengin de bakır gibi olmuş. Başına (agel) koyunca bir araptan farkın kalmaz. Arapçayı da bak ne ka- dar güzel konuşuyorsun.. Tıpkı cebel şivesi ile. Cemile (oturduğu yerden kalk- tı, arkada ufak bir odaya geçti. Bu esnada sokaktan bir suvarinin koştuğu işidiliyordu. Bir dakika sonra Cemile içer- den seslenerek: (Arkası var) anan (8 — Teşekkür eder, doktor!- dedi. Doktor, bu sözlerin, gitmesi için bir işaret olduğunu anladı. Selâm verdi ve çıktı. Ahmet Ferit, ebeveyninin ağır ve serzenişkâr nazarları altında eziliyordu. Ruhları bir fırtına allakbullak ediyordu. Daha doğrusu, “bir fırtına, değil de “fırtınalar ,, .... Zira, Ahmet Ferid'in ruhunu | taraç eden fırtına ile ebeveyninin ruhunu kasıp kavuran fırtına ara- sında benzeyiş yoktu. Denizci Zadeler ailesi meyanın- da, ayni darba, muhtelif tarzı tezahürler meydana getirmişti. Ahmet Ferit, işin içinde Vesi- me'nin hiyanetini görüyordu... Alçakça, namussuzca ihanetini... itiraz ve mazeret kabul etmez, > Ankarada musiki hayatı Ekrem Zeki bey Ankara 22 ( Hususi ) — Son zamanlarda Ankarada göze çarpan bir musiki hareketi vardır. An- kara musiki mektebinde sık sık gayet güzel konserler verilmek- tedir. Bundan başka şimdi halk evinin de musiki subesi açılmıştır. Burada da her hafta çok güzel konserler veriliyor. Riyaseti cum- hur orkestrasının bu seneki pro- gramında 400 den fazla eser vardır. Orkestra senfonik konserlerde fevkalâde muvaffak olmaktadır. Burada yeni ve kuvetli istidat- larda belirmektedir. Bunlardan biri Ekrem Zeki beydir. Ekrem Zeki bey henüz genç bir sanat- kârdır. Ekrem Zeki bey kemanla en yüksek parçalari gayet kolay- lıkla çalmaktadır. Ekrem bey geçen cuma Riyaseticumhur or- kestrası o refakatile bir konser vermiş ve pek çok beğenilmiştir. Riyaseticumhur © örkestrası şefi Zeki beyin oğlu olan genç san- atkârdan istikbal için büyük ümitler beklenilebilir. Mersinde krom madeni Mersin, 23 — Vilâyetimiz da- hilinde Akarca köyündeki krom madeni işletilmeğe başlanılmıştır. Maden pek zengindir. lik elde 200ton krom istihsal olunmuştur. Yakında ihracat başlayacaktır. | Dimaş yorgunluğundan kendinizi emişi 7 Bromural «Kholl> tabletleri dünyada en ziyade müteammim Aâsap müsekkini ve münevvimdir. Bu müstahzar milyon- larca vakada tecrübe edilmiştir ve hergün binlerce doktor- lar tarafından tavsiye olunmaktadır. Alındıktan 20 dakika geçer geçmez; şayanihayret olan müsekkin tesirini gösterir. Uzun zaman alınsada hiç bir zararı yoktur. — Eczanelerde 10 veya 20 tabletlik cam tüplerde satılır. — Fabrikası Alman- yada Rhein üzerinde Ludwigshafen, de KNOLL A.-G. dır. | mamıştim. Bugün de, yataktan fırlar fırla- maz, derhal musluk başına koştum. i Zira, ekseri sabahlar, onu, yüzümü yıkarken bulurdum. Hem yüzümü yıkadım, hem traş oldum. Aynı zamanda da arandım arandım... yok. Elbiselerimi giyerken, odanın dörtbir tarafına göz gezdirdim: Tavana, karyolanın, kanepenin altına, sobanın içine, masanın üstüne, yatağın karışık yorgan- larına... Bilhassa, yatağın karmakarışık ve bu bumburuşuk çarşaf ve yorganlarına... Zira onu, nice defalar, bu buruşuk yataktan bulup çıkarmış mıdır. Amma, bu sefer, yok, kâfir, yok... Sahi, son zamanlarda. o aradığım şey, ya- taktan çıkmıyor... Pencereye koştum. Sag tarafta görünen fabrikaya baktım, yok... Karşı pencerede duran komşu kızına baktım, yok... Sokaktan geçenlere baktım, yok... Nereden bulacağım şunu, ya- rabbi, nereden bulacağım.. Giyi- nirken ceplerimi aradım... Orada da yok... Sigara kutumu açarken ve kibrit kutumdan kibrit çıkarırken bile, onu bulmak ümidindeydim. Amma, ümidim boşa çıktı. Nihayet, masamın başına otur- dum. Kitaplarımı, gazetlerimi ka- rıştırdım. Aradığımı onların ara- sında da bulamadım. Zile basıp hizmetciyi çağırmak, kalbime azıcık kuvvet verir gibi oldu. Lâkin, hizmetçi, kahvaltı tepsisile içeri girince, tepside, bir filcan sütlü kahveyle bir az penir ekmekten başka bir şey göremedim. Yine inkisarı hayal... Sütümü içince, fincanımın dibine baktım. Orada, şekerlerin ancak erimemiş kısmı vardı. Hem, ben de delimiyim, neyim?.. Aradığım şey orada bulunur mu?.. O, bu kadar sık yere girer mi?.. Geniş yer.. Geniş yer.. Geniş saha.. Tavan arasına fırladım, yok, hayır, iplere gerilen çamaşırlar, büyük pederden kalma koca koca sandıklar arasında onu bulacağımı zaten ümit etmiyordum. Maksadım pencereden manzara seyretmek genişlik içinde onu aramaktı. Aksilik bu ya : Fincanın dibinde musluğun deliğinde bulamadığımı Çamlıca (o tepesinde, (o Adaların sincabi renğinde, Marmara'nın en- gininde de bulamadım. O, bugün göklerin lâyetenahisine bile yoktu. Uçan kuşlar da bile yoktu, belki her şeyde vardı. Fakat, üzerime ne büyük bir gaflet çökmüştü: onu hiç bir yerde göremiyordum. Yarım saat kadar, melül mal- zun, tabiatı seyrettikten körlü- güme ve aczime kızdıktan sonra, aşağı indim. Paltomu, şapkamı Amma, paltomla şapkama da dikkat etmedim değil hani... On- larda da aradığım yoktu. Sokak kapısında yok... Sokakta yok... Dur bakayım: Önüm sıra, iki genç âşık, kol kola giriyor ve yürüyorlar. Yavaş yavaş arkala- rına yaklaştım, hiçbir şey konuş- mıyorlar. Iki üç yüz adım yü dükleri halde önlemler Gİ hece çıkmadı. Bunlardan da ekmek yok. Aptal şeyler... Sokakta çocuklar, biribirlerine top atıyorlar. Aklıma kendi ço- cukluğum geldi. Annem, beni sokağa (o çocuklarla (Ooynamağa bırakmazdi ki... Çocukların oyu- nunu seyrederken de madi, manevi bütün manzaraları (araştırdım. Nafile... Yoktum... Tramvaya atladım. Her rastla- dığımı ayrı ayrı muayeneye tabi tuttum. Şu efendinin sarığı, şu yeşil mantolu madamın, takma gibi duran saçları... Şu gazete okuyan adamın dudakları bır bır bır kıpırdatışı... Şu mektep kas- ketli genç, bu vakit sokaklarda ne ariyor? Niçin (omektebine gitmemiş?... Canım, of, bunlarla zihnimi niçin yoruyorum? Yok, işte yok... Borsa önünde tramvaydan at- ladım. Yan sokakları takiben matbaya doğru yürüdüm. Posta- nenin karşısında son zamanlarda bir yangın olmuştu. Onun arsa- sındaki küllere baktım. Seyyar satıcılara baktım. Çinili küçük camiin etrafına biriken gügercin- lere, orada bekleşen tatar araba- larına, arkama doğru dönüp ka- tırcı oğlu hanına baktım. Yok... İsveçlilerin şirketi önünde bir otomobil, otomobilin içinde kal- paklı bir mösyö ( bekleyordu. Nafile... 4 Dar sokakta daima bir dilenci dururdu. Bu gün oda yok. Çamurlu sokaktan koşuşarak müvezziler geçiyor. Onlarada dik- katle baktım. Bulamıyorum, bu- lamıyorum. Matbaaya girdim. sordum. — Ne var ne yok, Ahmet ağa? — Sağlık... Bir şey yok, beğim. Arkadaşları selâmladıktan sonra, sordum : — Bu gün gazetelerde entere- san bir şey var mı? — Yok. Gelen mektupları açtım. Bir kaç tane saadet zincirinden başka bir şey yok... Avrupa postası gelmemiş, o da yok... Ilâllah şu “Yok,, dan... Kapıcıya Aradığım şeyin mevzu olduğunu elbette ( anlamışsınızdır. Gördü- nüz ki yok işte, yok. Fakat, yokluktan da mevzu çıkarmak zarureti var. (Hikâyeci) affolunamaz bir ibanetti bu... Denizci Zadeler ise, isimlerinin lekelendiğini , aile namuslarının mahvolduğunu görüyorlardı. lik sözü söyleyen baba oldu: — Oğlum! -dedi.- Bu izdivaca mani olurken ne derece hakkımız varmış. Şimdi anlayorsunya... Bu süzler. Ahmet Feridin ha- tırasında OVesime aleyhine izdi- vaçtan evel gelen raporlari can- ladırdı. Yarabbil.. Bu raporlardaki söz lere inanmamakla, Ahmet Ferit, ne budalalık etmiş, ne budalalık!, Bu sihirbaz kadının tesirine ka- pılmış.. Cazibesinden kurtulama- mış. Beyninde münavebeyle bir uyu- şukluk ve bir çılgınlık hüküm sü- rüyordu. Gözleri önünde bütün eşya dönüyordu. İradesine hakim değildi, ne yapacağını bilemeyordu. Annesile, babası, onu teskin edecek yerde, asabı tahrik ediyor- lardı. Onu mesul addediyorlar; sanki, aile namının kurtarılması için, bu işin temizlenmesini iste- yorlardı. Her hareketlerile deli- kanlıya bunu anlatmışlardı. Hattâ odadan çıkıp gitmelerile... Ahmet Ferid'in (o dımağındaki intizamsızlık büsbütün arttı. Birisi, onu tetkik etseydi, yü- zündeki ifadenin büsbütün değiş- tiği, delikanlının tanınmaz bir hale geldiğini görürdü. Renkten renge giriyordu. Iztıraptan çarpılan ve bir yanı büzülen ağzından anla- şılmaz kesik ki sözler çıkıyordu. Mahvolan bütün aşkı gözleri önünde canlanıyordu. Bu derece büyük Obir ihtirasla sevdiğine, bu derece feragat gösterdiğine, itimat ettikten sonra, bu neticeye vasıl olmak... Ahmet Ferit'in beyni atacak gibi oluyordu. Aldatılmıştı.... Hem de nasıl bir şeriki cürümle... Bir cazbantcı ile mi kimbilir ?.. Yarabbi ! Yarabbi... Kan başına sıçrayordu. Kudur- muşcasına sayhalar, göğsünden fırlıyordu. Bir kin, büyük ve dindirilmez bir kin, onu küplere bindiriyordu. Ansızın, duyduğu nefret hissi, tahammül edilemiyecek bir rad- deyi buldu. Bir kıskançlık duydu ki, Othel- lonun kıskançlığı, onun yanında haltetmiş.. Bir müddet, aşağı sofada, aşa- ğı yukarı dolaştı, dolaştı. Yazı odasına girdi. Bir mektup yazmak istedi, bunda muvaffak olamadı. Dimağı öyle karma ka- rışıktı da fikirleri insicame gir- meyordu. (Arkası var)