5-5-939 Ju i#G Köraltılar da oldukları yerde ba- Teketsiz duruyor, kendilerine doğ- Tu sokulanları gözlüyorlardı. On- ların da elleri çeplerindeydi. Köşe başına on adım kadar bir mesafe kalınca, Bulgar Sadık birden, dür- Muş ve arkadaşına seslenmişti: — Yürü Şakir. Yirmi adım son- Fa dur ve beni kolla, Ezzincanlı Şakir, karaltıların a- Tâsından geçmiş, biraz İleride ge- Ti dönüp durmuştu. Karaltılar kı- Mıldamamışlardı bile. Bulgar Sa- dık ta ilerlemiş ve tam sokcağın Ağzına gelmişti. O esnada, karal- tilardan orta boylu, tıknazca, sa- kal ve bıyığı traşlı ve muntazam kıyafetli birisi, bir adım ilerlemiş ve elini kaldırarak: — Sadık kaptan lütfen, demişti. Seninle bir dakika görüşmek iste- rim. Ben Pantikyan. Bulgar Sadık tabancasını çıkar» mış ve homurdanır gibi bağır- Muşta: — Sokulma yanıma. Tanımıyo- Tum bu isimde bir adam, Pantikyan, Bulgar Sadığın ta - bancaya sarıldığını görür görmez, arkadaşlarına, sokağın içine gir - melerini ve kendilerinden uzak - lâşmalarını söylemiş, yavaş yavaş Sadık kaptana doğru ilerlemişti. Ve güler yüzle: — Evet, sen beni tanımazsm am- ma, demişti. Ben seni uzaktan, fa- kat çok iyi tanırım. Özü ve sözü doğru bir komitacı olduğunu da bilirim. Kendimi tanıtayım sana, Ben, Pamtikyan. İstanbul işgal kuvvetleri istihbarat servisi şef - lerindenim. Sana bir tek şey s0- Yacağım, Müsaade eder misin?.. Bulgar Sadık, Pantikyanı ger- çekten tammıyordu. Fakat onun, yanındakileri uzaklaştırmak, tat- hı dille konuşmak gibi dostluğa delâlet eden hareketleri ve bilhas- sa soracağı şey için müsaade dile- mek nezaketini göstermesi karşı- sında, hüşunetini terketmek rnec- buriyetinde kalmıştı. Pantikyanın uzattığı elini hafifçe sıkmıştı. So- ğuk bir tavırla da: i — Sizi tanıdığıma memnun ol- dum, Sualinizi sorabilirsiniz. Demiş ve çevik bir hareketle muhatabının sağ koluna giriver - mişti. Gerçekten eski ve çok us- ta bir komitacı olan Pantikyan, Sadık kaptanın bü hareketine kar- $ı gülümsemiş ve: — Ricam şu, demişti. Şimdi çıktığınız evdeki, bu gece toplan- tısına bademei hassa müdürü kay- makam Zeki (geldi mi, gelmedi mi?,. Şunu bana söyle. Sadık kaptan bu suali yersiz ve Yakışıksız bulmuştu ve alsylı bir tavırla da şu cevabı vermişti: — Mademki bu iş, sizi bu kadar 9lükadar ediyordu. Sokakta bek- liyeceğinize toplantıya siz de işti Tak etmeliydiniz. Bu suretle $or - duğunuz sdamın gelip gelmediği- hi bizzat görür ve benim ağzım - dân lâf almak (o zahmetinden de kurtulmuş olurdunuz çorbacı. Bu sert ve fakat çok haklı söz, Pantikyanın pek hoşuna gitmişti. Bir kaç saniye güldükten sonra eiddileşmişti. Sadık kaptana doğ” Tu eğilerek: — Öyleyse dinle beni kaplan. Benim için içeri girmeğe ve bir sürü sarhoşun sözlerini dinleme- ğe lüzum yoktu. Çünkü, ev sahibi Azop Samuryan, maaşını kapiten Halitten alır, fakat bana calışır. Bu gece bu evde olup bitenlerin bir kısmını iki saat evvel haber aldım. Kalanını da, yarın sabah olduğu gibi öğrenirim. Haydi ge- ceniz hayır olsun. Yolunuzdan alı- koydum sizi, Kusura bakmayın. Demiş ve yaşından hiç te umul- mıyan bir çeviklikle sokağın ka- Tanlıklarını delip gitmişti. 334 yıl “ kincikânununun. beşinci günü akşamıydı. İs- tanbulu, o zamana kadar benze Tefrika No. 35 Bulgar Sadık, Tabancasını Çekti “Sokulma Yanıma Dedi, Seni Tanımıyorum, ve Çevik Bir Hareketle Pantikyanın Sağ Koluna Girdi. ri pek az görülmüş bir sis kapla” #muştı. O akşam Boğaziçine, Kadı- köy ve Adalara işliyen vapurlar seferlerini yapamamışlardı: Halk, gece yarısından çok sonraya ka - dar vapurlarda, köprü altındaki bekleme odalarında kalmışlar ve ancak ertesi sabaha karşı, gün do- Earken evlerine varmışlardı. Kurt dumanlı havayı sever der- ler ya, çok doğrudur. O dumanlı gecede, iki kurt, İstanbul tarafin- daki yuvalarından çıkmışlar, Un- kapanı köprüsünü geçerek Mey - yit yokuşu yolu ile, Galata kule- sinin bulunduğu meydana giden caddeye sapmışlardı. İkisi de, baş- larını, yüzlerini, boyun atkılarile iyice sarmışlar, kapamışlardı. Hız- lı adımlarla ve kolkola yürüyor, sinsi sinsi görüşüp gülüşüyorlar- dı. Bu İki esrarlı adam, Kuledi - binden, Galataya inen arka yoku- şa bükülmüş, sonra da sola kıvri- larak İngiliz hastanesinin bulun - duğu sokağa girmişlerdi. Sokağın sağ yanında bulunan bir binanın önünde biraz durmuşlardı. Etrafı gözleyip dinledikten sonra, kapı- ya sokulmuşlar ve nihayet zil düğ- mesine dokunmuşlardı. Büyükçe ve İngiliz stilinde ma- - UYUYAMAMAK KORKUSU İnsanın, o her bangi bir sebep- ten — meselâ bir düşünceden, mi- de bozukluğundan, fazlaca kahve içmekten — bir gece uykusu ka- çar. Yatağında bir taraftan bir ta- rafa döneri durur. Yatakta beyin de fazla işlediğ, için, insan hayli- ce rahatsız olur. Bu hal herkesin başına gelebi - lir, Sinirli olmayıp ta hayatların- da önlerine çıkan hâdiseleri »0- Zukkanlılıkla tahlil etmeğe muk - tedir olanlar, böyle bir iki gece uykusuzluğun sebebini di ken- dilerine bulurlar. Sebep ortadan kalkınca, uykusuzluk ta kalmaz. Fakat sinirli olanların bir çoğu için, bir iki gece uyumamak, de- uykusuzluğun başlangıcı olur, Bir iki gece uyu- yamıyan sinirli, bu ilk uykusuz - İuğun sebebi yeçtikten sonra da, yatağına yattığı vakit uykusuzlu- ğun devam ettiğini zihninde ku - rar, O kuruntu üzerine uyku da gerçekten kaçar. Zavallı sinirli sa- ğına döner, soluna döner, kalkar, oturur, tekrar yalar, uyku yok. Aksilik şuradadır ki, böyle uyku- suzluğa karşı uyku ilâcı da fayda vermez, Meğer ki, üstüste bir kaç tane alsın. O zaman da gelen Uy- ku değil, zehirlenmenin vereceği baygınlıktır. Böyle uyuyamamak korkusun- dan gelen uykusuzluğun bir tek çaresi vardır Uykusuzluktan kork- mamak. Uyku gelmezse gel Arada sırada gazeteler de oku - yorsunuz, bütün ömürlerinde hiç uyuyamıyan adamlar da var, pe- kâlâ yaşıyorlar. Zaten uykuyu eskidenberi kuşa benzetirler, ama kanatları kesilmiş kuşa değil, ka- natlısına, Kanatlı kuşu tutmak çin arkasından koşarsanız, o kaçar gider, siz onu tutmaktan vaz, ge- çerseniz o, sizinle eğlenmek İsti- yormuş gibi, kendi kendine gelir. Omuzunuza konar. Uyku kuşunu © tutmaktan vaz geçtiğinizi yatakta boşuna yata - rak anlatamazsınız. İyisi, limba - yı yakarak, bir şey okuyup zihni meşgul etmektir. o Hesap işlerini severseniz cebir kitabı, kimyadan hoşlanırsanız uzvi kimya bahisle- rinden bir şey okursunuz. Bunlar hoşunuza gitmez de, edebiyat © kumayı severseniz, o zaman İş bi- raz güçleşir. Şimdi edebiyat ro- man demek olduğuna göre, ede- biyat uyku getirir denilemez, İn- TAN roken takımlarla döşeli bir salon. dayız. Ortada büyük ve üzeri gü- müş İşlemeli ipek bir örtüyle ke- panmış bir masa, salonun sağ kö- şesinde istorlu bir yazıhane var. Yazıhanenin sağında, gözleri yal- dız ciltli kitaplarla dolu bir eta- jer; solunda da büyükçe bir das- ya dolabi duruyor, tavandan sar. kan üç ampullu sade ve zari? bir avize, salonu ışıklandırıyordu. Bu esrarlı binanın esrarlı misa- #irlerini, okuyucularımızın artık kâfi derecede tanıdıkları mesyö “Pantikyan,, karşılamış ve bu sa- lona almıştı. İkisine de güler yüz- göstermiş ve bilhassa birine göze çarpacak derecede fazla hürmet ve iltifat etmişti ve: — Lütlen biraz istirahat bu- yurunuz, Mister cenapları şimdi gelecekler ve huzurlarınızla. şe- refleneceklerdir, Demişti, İngiliz istihbarat servisi, Fran- sız servisinde bulundurduğu gizli ajanı “Agop Samuryan,, dan Cam- cı sokağı toplantısının bütün saf- halarını, en İnce teferrüatına ka- dar öğrenmişti, (Devamı var) san romana başluyınca devam et mek İster. Uyku kuşu yastığının üzerine konsa bile, kitabın yap - raklarını ririrken, onu kaçırır. Fakat eski zaman masallarına da edebiyat diyebilirseniz, laylaşır.. Galiba, Mısır radyosun- da da Yusuf ve Züleyha hikâyesi- ni uyku ilâcı olsun diye okuyor - dar. Lokman hekimin öğütlerinden uyku getirecek olanlar bulunarsa da, bunları uyku ilâcı diye tavsi- ye edemiyeceğim, çünkü onların arasında sinirlendirecek © olanlar bulunursa, uykunuz büsbütün ka- ar 5 Sinirlilerde, — bu uyuyamamak korkusundan başka, uykuyu kaçı- ran sebepler daha çok vardır. Ki- misi ayakları üşüdüğü için uyu - yamaz. Bunun çaresi (o yalarken, yün çoraplar giymektir. İçerisin- de sıcak su dolu şişeden daha iyi, günkü su soğuyunca, insan uya - mir ve geceleyin sıcak su bulmak ta güç olur, Kimisi uykuda terlemek kor - kusundan uyuyamaz. Ya ter soğu- yup ta, üşümeğe sebep olursa? Halbuki yatakta yünden bir fani- lâ giyince, terlemekten korkul - maz, Bazısı uyuduğu vakit © birden- bire sıçrıyarak uyanacağını düşü- nerek uyumaz ve o hal gelmesin diye uyanık yatmağa çalışır. Vâ- kğ irlilerde uykunun iptida - sında bu halin geldiği vardır. Fa- kat her vakit gelmediği gibi, gel se bile tekrar uyuyabilir, “Jyku ilerledikçe, sıçramak ta olmaz. O halde bu korkuya karşı yapılacık $ey gene uyumak, © sıçramaktan korkmamaktır, Kimisine yatağa yatınca, kulak- larına acaip gürültü sesleri gelir, gözlerinin önünde şimşek çakar, burnuna tuhaf tuhaf kokular gelir de, bunları merak ederek uyuya - maz. Halbuki bunların hepsi sinir halleridir ve yuyunca bir daha gel- mezler. Bir de, korkulu rüya © görmek korkusundan uyuyamamak vardır. Korkulu rüya görmektense, uya nık yatmak hayırlıdır, derlerse de inanmamalıdır. Korkulu riya gör rünce, insan uyanır, fakat tekrar uyursa korkulu rüya artık görül- mez, Zaten, sinirliliğin bu halleri te- davi de edilir, ş, & 4) A EE a HIiIKAYE ş A A A “ : TESEKKÜR A A A a A A A YAZAN: İ. K. a 4323233233339 GECCE 000 cco ivil polis şeflerinden Thomp- son daireden çıkmak üze - reydi. O gün çok yorulmuştu. Bir aydır kendilerini uğraştıran soy - guncu Albando'ya alt dosyalar ü zerinde, muammanın (o düğümü- nü çözmeğe (çalışmaktan kafası şişmişti. Şimdiye kadar hiç böyle azıh, ele geçmez, cüretli bir hir. sızla çarpışmamıştı. En umulma- dık yerde peyda olan, yakalandı sanıldığı anda kaçıp kurtulan bu meçhul adamı bir yakalasa, o za- man rahat bir uyku uyuyacaktı. Fakat işte bütün gayretlere ve emniyeti umumiye müdürlüğünün on bin lira mükâfat vaadine rağ- men, Albando'yu bir türlü ele ge- çiremiyorlardı. , Thompson, yanındaki pencere « den neşesiz ve bezgin bir bakışla Londranın üzerine gittikçe koyu- laşan bir kurşun ağdası gibi inen akşam karanlığına bir müddet bak- tı ve sonra yazı masasının çek- mecelerini kilitlemeğe © başladı. Klübe gidip biraz dinlenecek, son- ra da eve gidip erkenden yatacak- tı. Fakat son çekmeceyi kilitler. * ken, bir memur geldi ve yabancı bir adamin kendisini derhal gör - mek istediğini bildirdi. Yabancı, pek mühim ve acele bir iş üzerinde konuşacağını söy- lemişti. Thompson: -— Gelsin! Dedi. Bir dakika sonra, yabancı adam odada bulunuyordu. Orta boylu, hafif kır saçlı ve kırmızı yüzlüy- dü. Garip, çukur gözleri vardı. Siyah bir elbise giymişti. Melon şapkasını ve gümüş saplı bastonü- nu elinde taşıyordu. Kapıyı iyice kapadıktan sonra, 'Thompson'un gösterdiği sandalye- meden söze başladı. — Sizi vakitsiz rahatsız ettiğim için affınızı dilerim. Fakat gerek sizin için ve gerek benim için pek mühim bir vaziyet var. — Buyurunuz. — Albando'nun yakalanmasını temin eden kimseye verileceği va- ededilen on bin lira mükâfat du- ruyor mu? — Tabii. Albando'yu henüz ya- kalıyamadık. Yabancının gözlerinden bir pa- rılti geçti. Yutkunarak; — Bir sual daha, dedi. Bu ak- şam Albündo'yu size yakalatırsam bu parayı alabilir miyim? — Hay hay, derhal — Pekâlâ öyleyse, Albandoyla bu akşam bir randevum var. Sizi oraya götüreceğim. Onu ımüdafa- asız bir halde yakal yacaksınız ve tabii. — Tabii on bin lirayı derhal s- lacaksınız. Yalnız bir noktayı ha- tırlatmak isterim: Albandoyla bu randovunuzun sebebini bize ikna edici bir surette anlatmalısınız. — Şüphesiz, anlatacağım. Ve buradan beraber çıkarak doğruca Albando'ya gideceğiz. — Sizi dinliyorum. — Dün öğleden sonra West Ena dan bir omnibüse bindim. Hava güzeldi. Üst katla hem güneşleni- yor, hem de etrafı seyrediyordum. Ominbüste bir çok yolcular var- dı. İstasyonlardan birinde bır ga- zeteci çocuk yukarıya çıktı. “Al bando'nun yeni soygununu Vaz yor!,, diye bağırıyordu. Kimsecik- ler güzete almadı. Yalnız önüm- de oturan otuz yaşlarında iki es- mer adam heyecanla bir gazete aldılar. Ve hemen Albando'nun soyduğu mücevherat mağazasına âit haberlerin yazıldığı sayfayı aç- lar, Tam önümde oldukları için bu alükaları gözümden (kaçma miştı. Göz ucuyle onları gözetle- meğe ve sözlerine kulak misafiri olmağa başladım. Haberi sonuna kadar okudular ve sonunda poli - sin vaka yerinde Albando'nun im- Zalı kartını bulduğunu, fakat izi- ni keşfedemeğini okurken tebes- süm ederek birbirlerine baktılar. Ge“ kısa cümlelerle, âdeta tek kelimelerle konuşuyor- lardı. Yalnız bazi mücevherat tâ- birlerinin fısıldandığını ve akşa - ma Alaimisema barında buluşmak üzere randevu verdiklerini duy - dum. Aralarında bir de kadın is- mi geçiyordu. Şüphelenmiştim, Onların ımdiği istasyonda ben de indim. Karşı kaldırıma geçtiler. Bir sokağa sap- tılar, Birisi orada ayrıldı. Başka sokağa gitti. Ben diğer siyah per- çimlisini takip ettm. Bir iki so - kak döndükten sonra ki katlı bir eve girdi. Sokağın ağzındaki gazete ve ki- tap dükkânının sergisine bakar gi- bi yaparak orada epeyce bekledim. Evden kimse çıkmadı. Daha fazla kalamazdım. Akşam bara gitmek ve orada bunlarla konuşmıya ça- lşmak kKarariyle yürüdüm. Eve giderek elbisemi değiştirdim. Sık ve zengin görünmek için ne müm- künse yaptım. Ve saat ona doğru bara gittim. Bar kalabalıktı. Buna rağmen, bizimkilerin henüz gelmediğini bir bakışta anladım. Zaten onla, on buçuk arasında © buluşacakları. Oturacak münasip bir yer aradim. Tâ Karşıda, biraz kuytu bir «öşe- de yanyana iki boş masa vardı. Birisine oturdum. On beş dakika kadar geçti. Gündüz önceden ay- rılıp giden adam sarışın bir genç kadınla beraber geldi. Yanımdaki boş masayı işgal etti. Biraz sonra da öteki sökün etti. peyce içtiler, fakat sarhoş olmadılar. o Parmuklarınu. güzel pırlanta yüzükler bulunan genç kadina ikisi de çok iltifat e diyorlardı. Bir aralık “Iş,, ten ko- nuşmağı başladılar, Satış mesele- si sık sık bahis mevzuu oluyordu. Kadın yapılan teklifleri bildiri - yor, fakat erkekler memnuniyet - sizlik gösteriyorlardı. — Bu sırada pipomu doldurdum ve sandalya- mi onlara biraz yaklaştırarak «ib- rit istedim, Evvelâ bana itimatsız bir nazar- Ja baktılar. Fakat kibriti verdiler. Pipomu yakınca teşekür ettim ve; — Zannedersem, dedim, sız mü- cevheratçısınız. Kulağıma çalınan Sözlerinizden onu anladım, Bir şey söylemediler, yalnız Şüpheli şüpheli bana baktılâr, İ- lâve ettim; — — Ben de mücevherat meraklı- sıyım. İyi bir koleksiyonum var- dır. Sizin mücevherlerinizi gör.- mekle çok memnun olurdum. Birbirlerine baktılar, beni süz- düler, bir şeyler fısıldadılar, Ni- hayet: — Evet, elimizde biraz mücev- her var. Para sıkıntısına uğramış bir Şarklıdan alınmış bir kaç par- ça şey, İsterseniz size gösterelim, dediler, Filhakika alacak param olmamakla beraber mücevherata karşı merakım vardır. Bu sebep- ten biraz bilgiye de sahibim. Mö- cevherciliğe ait bildiğim şeyleri #ayıp dökerek onlara itimat tel- kinine (o çalıştım. Korka korka “Dükkânları olmadığını, söyledik» leri zaman: — Anlıyorum, dedim, vergi me- selesi. x Neticede bana itimat ettiler. Ve mücevherlerin göstermek i- çin bu öğleyin bir kahvede ran- devu verdiler, Gittim. Kadın ge tiren adam beni bekliyordu. Bars- berce kahveden çıktık ve dün ko- şeye kadar takip ettiğim diğer ar- kadaşının girdiği eve gittik. Öteki oradaydı. Biraz oturduktan sonrâ, iç odaya girdi, bir müddet 3ön - medi. Nihayet elinde bir kuruyle geldi. İçinde bir kaç parça Ky - metli mücevher vardı. Bunlardan bir tanesini tanıyor- dum. Gayet kıymetli bir çıft pır- Janta küpeydi. Onu, Albando'nün son soyduğu mücevheratçının bir müddet evvel açtığı sergide gör - düğümü halırlıyordum. Artık, bu adamın Albendo olduğunda şüp - hem kalmamıştı. Kr beğendiğimi ve vlaca- gımı söyledim. Beş bin W- raya pazarlık ettik. Yalnız üze - rimde bu kadar para bulunmadı- ğını söyliyerek para getirmek için müsaade istedim. Razı oldular, fakat çek istemediklerini, her nal de para olmasını söylediler. Bu akşam saat sekizde ayni evde be- ni bekliyecekler. Ben, beş bin li- Tâyı teslim - edeceğim, onlar da, küpeyi bana verecekler, Yabancı burada durdu. Saatine baktır: — Saat yediyi geçiyor, otomobille yetişebiliriz. Thompson fırladı: — Derhal! Dedi ve zile bastı. Gelen memura iki isim söyliyerek hemen onları çağırmasını emretti. Memur çıkınca adam ayni sükü - netle; , — Yalnız, dedi, bir ricam daha var. Takdir edersiniz ki, benim gibi böyle mükâfat için kendisini tehlikeye koyan bir adamın onlara verecek beş bin lirası yoktur. Al bando için ayrılan on bin lira mü- kâfatın yarısını beraber alalım. Ben içeriye girerim, tam pırlanta küpeyi aldığım ve parayı verdi - ğim zaman size bir işaret olmak üzere uşağa, para vererek köşe- deki içki satıcısından viski alma- sırı söylerim. Uşak dışarıya çıkıp dükkâna girince, siz de içeriye gi rer, bizi yakalarsınız. Thompson yabancıyle mutabık kaldi; beş bin lirayı teslim etti. En güvendiği iki memur da gel- mişti. Hemen bir otomobile atlı- yarak adamın söylediği adrese git tiler. İki sokak beride otomobil - den indiler, Melon şapkalı ve bas- tonlü adam önden, yürüyor, sivil polisler, yirmi adım geriden onu takip ediyorlardı. - Bir iki köşe döndüler, Nihayet sonuncu köşe- de adam yavaşça, beklemelerini işaret ederek karşıda, pencerele - rinden hafif bir işık sızan iki kat- lı bir eve girdi. Thompson ve mu- avinleri köşenin gölgesine sığına - rak elleriyle, ceplerindeki taban- caların kabzalarını okşıya okşıya heyecan içinde uşağın çıkmasını bekliyorlardı Böylece on beş da- kika kadar geçti. Evde hiç bir hareket görülmü - yordu. Nihayet sefil kıyafetli, ih. #iyar bir uşak çıktı, topallıya to- pallıya öbür köşedeki dükkâna doğru yürüdü. Thompson ve mu- avinleri onun dükkâna yaklaşma» sını beklediler ve sonra birden ko- şarak eve girdiler. Merdivenlerde kimsecikler yoktu. o Yavaş yavaş yukarıya çıktılar, odanın kapım açıktı, her taraf çırılçıplaktı, Yal- mz eski bir kanape üzet'nde ken- dilerini getiren adamın siyah el bisesi, melon şapkası ve bastonu duruyordu. Bir ayna ve bir mak- Yaj takımı yere atılmıştı. Yakle- şınca siyah elbisenin üzerinde kü- çük bir kartvizit buldular. “ze - rinde şöyle yazılıydı: “İhtiyar uşak beş bin liraya te şekkür eder. Hoşça kalınız.,, Albando, dedi,