Türk Safosunun Hayatı TEFRİKA No. 20 Seyh ak öpüyordu Oda Tıklım Tıklım Dolmuştu, Bir Aralık Biri “Şehzade Hazretleri Geliyorlar,, — Ganimet, dedi, yaman, Gel gelelim ki paylaşılmasına imkân yok. Ortaklaşa gönül idaresi de müşkül. Onun üzerine düşündü- nüz, kırk yıllık dostuluğu bir kiz uğrunda feda etmemek için onu devletlü şehzadeye satmayı tasar- Isdmiz. Çok akıl: kişilermişsiniz. Yalnız şehzade sarayının korsan artığı yosmalar için kurulmadı- ğını düşünmemişsiniz... Ve iki diz üstü geldi, barbar bağırmaya koyuldu: — 'Tez, çıkın, gözümün önün den yıkılıp gidin. Yoksa şimdi cel- Mitlar getirtirim, derinizi yüzdü- rürüm, Deli Cafer de, Karakadı da beht içindeydiler, bön bön herifin yü- züne bakıp susuyordular. Çünkü böyle bir kabule uğramak hatır. lstından geçmemişti, kendilerind çirkin işler ve maksatlar atfoluna- cağını asla düşünmemişlerdi. Fa- kat herif gittikçe feryadı arttırdı- Kından ve çok ağır kelimeler kul- lanarak kendilerini tahrike giriş- tiğinden o beht ve hayret silindi, iki yiğit denizcinin gözleri büyüdü, reükleri uçtu ve üç Keş saniyelik bir zaman içinde kerametlü şeyh Şüca hazretleri, oturmakta bu- lundukları posttan yere atıldı, bir yumruk yağmuruna tutuldu. Korsanlar, öküz deviren cinsten yumruk taşıyorlardı. Şeyh Şüca, » bir iki öküz kuvvetinde görün- —wâsine rağmen- bi müthiş yum. Tuklara uzun müddet dayanamadı. Küfürü ve feryadı bırukarak ayak öpmeye koyuldu. O koca gövdesile yerde sürüne sürüne Deli Caferin topuklarına ağzmı koyuyor ve bir lâhza sonra ayni ağzı Karakadının papuçlarına sürüyordu. Lâkin ko- pardığı feryat bütün daireye ak- settiğinden şu ve bü dayak sah- nesinin cereyan etmekte olduğu odaya gelmeye başlamıştı. Şeyh, faciayı bilmiyerek seyre gelenlerin hayli kabarık bir yekün tuttuğunu “yüzü koyun süründüğü sırada- görmekten geri kalmadığı ve kor- sanlar da gazaplarını yenemiye- rek yumruk sallamakta devam et- tikleri cihetle sahne birden değiş- ti, topuk öpüp duran ağız bu se- fer, deire halkından yardım di- lenmeye koyuldu. Kerametmeap, ayağa © kalkmamakla, kalkama- makla beraber, adamlarını imda- da çağırıyordu: “Katilleri tutun, şolizade sarayına baskın yapanla- rı yakalayın, diye bağırıp duru- yordu. Odaya dolanlardın bir kısmı Deli Caferle Karakadınm adını, konuklara memur olan adamdan duyup öğrenmişlerdi. O sebeple kendilerine el kaldırmaktan uta- nıyorlardı, çekiniyorlardı. Bu iki ünlü denizcinin hüviyetini henüz öğrenmiyenler ise şeyh Şücanın vaziyetinden ibret alarak araya gir- mek istemiyorlardı. Arcak bir iki betbaht, şeyhten fkram görmek düşüncesiler korsanlarm yakasına yapıştığından bir az güldürücü ©- lan sahneye fecaat bulaştı, o bet- bahtlarm birer yumrukta dişleri boğazlarma aktığından şeyhin fer- yadına kanlı harhareler de karış La — âziyet ne gibi safhalardan geçecek ve nasıl bir neti- ceya erecekti?.. Bunu ne dayak n- tanlarla o dayağı yiyenler, ne de seyrödehler biliyordu. Fakat eşik önünde durarak dövenlereve dö vülenlere uzaktan merhaba de- meyi tercih edenlerden birinin an- sızın “Şehzade hazretleri geliyor- 1 ” demesi üzerine durum de- Şeyh Şüca - inanılmaz bir hamle ile- yerindem--fırlayıp ka- pıya koştu, dişleri dökülenler du- daklarındaki kanlı #alyaları men- dillerile silerek birer tarafa çekil di, korsanlar da bu değişiklikten hayrete düşerek oda ortasında di- kile kaldılar, Şehzade Murat, bir çok dualar sıralıyan Şeyh Şücanın önünde yü- Diye Haykırdı rüyerek odaya girince şöyle bir bakındı, sonra yüzü gözü bere & çinde bulunan şeyhe yüzünün çö- virdi: — Ne 0 hazret, dedi, burada gü- reş mi vardı, yöksa dövüş mü? Ve korsanları göstererek ilâve etti: — Yoksa seni şu hale koyan bu yiğitler mi?.. Onları nereden bul- dun, bele güreş yapıp da maskara olmayı nereden hatırladın?.. Şeyh- likle pehlivanlığın münasebeti ne? Yoksa fazla tesbih çekmek yü zünden kaçırmaya mı başladın?.. Şeyh Şüca bu bir sürü suale na- sl cevap vereceğini henüz kesti. remeden Karakadı, şehzadeye doğ- ru ilerledi, mertçe selimladı: - Şehzadem, dedi, izin verir- sen kaziyeyi analtayım. Yalnız şu kalabalık dışarı çıksın!. İkinci elimin oğlu, Şeyh Şüca dan başkalarını bir işaretle odadan dışarı sürdükten sonra bir köşeye oturdu, merak İle ve hâttâ heyecan ile Karakadıyı dinlemeye koyuldü. O, inandıran ve itiraz kabul etme- yen selis bir İfade ile macerayı an- Jattı, sonunda sesini yükselterek şu ricada bulundu: — Şimdi sen elini yüreğine koy doğru söyle: suç ölende mi, öldü- rende mi? Biz, Venedik kadırga- sile cenkleşip bir esir tutuyoruz, onu senin hizmetine Jâyik bulu- yoruz, bir çok zahmetlere katla- niyoruz “denizde yürüyoruz “Kara da yürüyoruz, saraya geliyoruz. Bu adam bize ağız dolusu sövüyor, üstelik derimizi yüzdürmeye kal- kışıyor. Biz, rahmetli deden Süley»- man hanın devrinde ün almış, Bar barosla dolaşmış, Turgutla yoldaş- lik etmiş denizcileriz. Bu şeyh gi- disi gibilerin bize küfür etmesine nasıl tahammül ederiz?. Şehzade Murat, heyecan duy- mak için çok şeyler feda eden bir adamdı. Masal olsun, sahih olsun canlı bir vaka dinlerken Adeta gaz yolurdu. Şimdi Karakadının hi TAN yesini derin bir heyecan ile dinle- mişti. İhtiyar korsanın susması Ü- zerine kendini ancak topladı: — Hakkınız var, dedi, şeyhim size yakışıksız davranmış. Fakat siz de ihsafsızlaşmışşınız, onun pes- tilini çıkarmışsınız. O Balde şeyhe yahut size ceza vermeye lüzum yoktur. Ödeşmiş bulunuyorsunuz. Ve Şeyh Şücanın yüzüne bakma- dan ilâve etti: — Şimdi o kadar övdüğünüz kı- zi görelim. Nerede bu hasba? — Burada, bizi koydukları dal- redel — Zahmet olmazsa gidiniz, ken- dişini alıp buraya getirinizl, Beş on dakiku sonra Osmani: Veliahtı ile Venedikli Sinyorita Bafa karşı karşıya gelmişler birlerini gözlerinin olanca ği seziş ve anlayış kabiliyetile süzü- yorlardı. Erkek, tabatiyle pervasızdı, #- nasının karnından beşiğe değil, yüzlerce halayığın kollarından t0- şekkül eden pamuk ve mualla bir kucağa düşmüş, bütün haya tını ayni kucakta geçirmiş ol- maktan (o gelme bir alışkınlıkla, karşına getirilen kızın açık ve gizli bütün güzelliklerini keşle çalışıyordu. Lükin Bafa da cesur- du. Yarı dünyayi avuçları içinde tutan Türklerin İmparator mevki- inde bulundurdukları bir haşmet- penahın öğlile karşılaşmamış ta, müsavi seviyede biriyle ( yüzle miş gibi iradesine sahip, vakarı- na Sahip, gururuna sahip bulunu- yordu. Onu kisa bir baş işaretiyle selimlamış ve sunra gözlerini, sar- sılmaz bir sebatla, şehizadeye di- kip incelemeler yapmıya koyul- muştu. Ona, bu yaman cüret şuu- runun üstünü ve altını saran me- raktan, ayni zamanda “Bahtını bütün açıklığile okumak,, ihtiya- cından geliyordu. Merakını tahrik eden, şehzade- nin bünyece taşıdığı kıymetlerin veya kıymetsizliklerin mahiyetiy- di. Bunları bir çırpıda görmek, kavramak ve öğrenmek için ru- hunda enikonu bir kıvranış, bir sabirsizlaniş vardı. mak ihtiyacı ise, geyet tabiiydi, Çünkü taht yolunda ricate mah- küm olmamak için bahtının falso Bahtını oku- yapmaması, şehzadenin — kayıt siz ve şartsız — kendini beğen - mesi lâzımdı. İşte bu sebeple kirpiklerini ki- pırdatmadan, gözbebeklerini kü- çük bir hedef inhirafına uğrat madan şehzadeyi tepesinden tır » nağına kadar sürüyor ve bu süzüş sırasında genç prensin bünyevi kıymetlerini de ölçüyordu (Devamı var) | mak, Kitaptarda Ağırlık Basitlik Meselesi (Başı 5 İnetde) lerle ifade etmek ne kadar (o güç, hattâ bazan imkânsızdır. Yazmak, mütemadi bir fedakârlıktır sözün de herhalde büyük bir hakikat var- dır. Yüksek bir mütefekkirin fi « kirlerine tamamiyle nüfuz edebil mek için, kuvvetli bir fikri cehtle, kelimelerin ve cümlelerin altında bizzarure gizli kalan omansları kavramak lâzımdır. Binaenaleyh, bir müellifin bü- tün”fikirlerini, bir okuyuşta anla - mamiza imkân yoktur. Fakat herhalde üstet eserleri - ni, kıymetli kitapları eksik anla - üçüncü derecede, © kıymeti meşkük eserleri tam anlamaktan » i inkişafımız bukamından - çok faydalıdır. 'e bu sonüncu hüküm, çocuk- lara vereceği ders ve ders harici kitaplara tamâmiyle kabili tatbik- tir, üphesiz çocuşlara okutacağı- mız kitapların onların sevi- yelerine göre ayarlanmaları, yâ- nİ onların bu kitapları anlamak i - çin yapmağa mecbur oldukları ve zihni cehd: imkânsız kılacak dere cede seviyelerinden çok yüksek ol- mi ları lâzımdır.. Fakat İkinci mühim esas da katiyen ihmal edil memelidir: Edebi kıymeti olma - yan, ufuk açmayan, muhayyeleye kanat vermeyen, asil hislere ve ah- lâk! kıymetlere karşı heyecan u « yandırmayan, fikri ve kalbi besle- meyen ve yükseltmeyen, yavan ve ruhsuz kitapları çocuklara verme- melidir. Reşat Nuri, Falih Rıfkı, Refik Halit, Yakup Kadri, Anatol Frans, Setvantes, Kiplin, Edgar Po, hat- tâ Şekspirin eserlerinden © alınan parçaları ihtiva eden okuma kitap- ları » anlaşılmaları güç dahi olsa « ikinci ve üçüncü derecede muhar- rirlerin - çocukların seviyelerine i- nerek - yazdıkları yavan ve kıy » metsiz yazılarla dolu kitaplara yüz defa mürtecahtır” Çocuklarımızın ve gençlerimi- zin bu feyzli ve velüt & ar - dan kana küna içmelerini müm - kün kılmalıyız. Şüphesiz dokuz on yaşındaki bir çocuk bu mahiyetteki eserleri, onların manalarini tamamiyle an- Ismaksızın, bütün (o güzelliklerini duymaksızm okuyacaktır. Fakat herhalde o yaşta anlayabildiği ve duyabildiği kadarı onun için bü - yük bir fikri kazanç olacaktır. * dır: Bu işlerde 22-4-939 Kaçaklara Mersiye Yerine (Başı 5 inelde) Bunlar da tarihin ve & bu icaplarına riayet etmişlerdir. Benim demek istediğim şudur: Ka- çaklara mersiye yerine kahraman- lara destan yazmalı, Eğer mutlaka yanık bir şey yaz- mak lâzımsa, dediğim gibi yaz- mak, yazıların en merdanesi olur. Türkün en kara günlerinde Ver- saydaki birer numaralı beşeriyet gangsterleri Türk milli mücadele. ellerine (eşkiya) dedikleri zaman, erkek ve asil bir ses yükselmişti, kahraman ve asil ruhlu Briyanın sesi şöyle haykırmıştız — Efendiler! Sizin eşkıya de- diklerinize vatanperver (o kahra- manlar denilir. Bu haylarışm minnetini kalble- rimizde nesilden nesile ebediyen taşıyacağız. Bugün Malisya dağlarında can verenler için de bunu söylemek re- vardır. Sebep olduktan sonra bı- rakıp kaçanlara mersiye yazmak gübre insanm haretdır, Adam ola- nın elinden gelmez. Bence Arnavutluğa saldıranlar için de ağır ve fena sözler söyle- mek ne doğrudur ne haklı, Hilka- tin seyri ve icapları böyledir, Mil- letler, milletlere nasil saldiragel- mişlerse öylece saldıra gidecekler- dir. Her iki tarafın da kendilerine göre, kendi bakımlarından man- tıkları, davaları ve hekları vardı, bundan sonra da böyle olacaktır. Edebiyatın, felsefenin, hukuku düvel palyaçoluklarımın o burada yeri yoktur, Biri (hakkımdır ala- cağım) davasiyle saldıracak, öte- ki de (Hakkımdır vermiyeceğim) davasiyle karşı duracak. Ve ikisi- nin de döktüğü kanlr hürmete değer, Veyl bu meydana atılmı- yan yüreği ürkeklerle siniri gev- şeklerin hallerine! ” İşin Tealitesi budur. masaldır; âfıgüzaftır. Yalnız arada şu kilçük fark var- snldiranlara mu» harip, karşı duranlara kahraman derler. Hele küçük ve zayıf ise ler... İkinei perde açılmıştır etendi- leri Kaçaklara mersiye yerine kahramanlara destan yaziniz. Kİ. nizden gelmiyorsa hiç olmazsa be- şeriyetin mersiyesini yazmıya ha- zırlanımız. analım AN tarafı eraaaareaaanezea Gü nah Bende mi? ..-* Yazan: Kerime Nadir — Sana bunu vaadedemiyeceğim, dedi. Birdenbire omuzlarını yakaladım ve avuçlarımın içinde şiddetle sıkarak inledim: — Bu son ve kat'i s#zün mü?.. — Evet! — Yalan söylüyorsun. Sen bu kararı pek yeni verdin Nüvid!.. Bir kaç dakika evveline kadar bana dönmeğe hazırdın.. Bir düşünce zihnini çeldi.. Ben bunu anlamak isterim... — Yanılıyorsun.... — Hayır!.. Daha evvelsi akşam kendini kolları. ma nasıl bıraktığını hatırlıyorum. Bugün buraya gelişin de bu vaat içindi. Bir kahkaha savurduktan sonra vahşi bir sesle devam ettim: — Artık benden korkuyorsun, belki de ikrah edi- yorsun değil mi?.. Anlattığım şeyler tüylerini ür- pertti değil mi?.. Kana susamış bir câninin, bir sl- çağın, bir köpeğin karısı olâmazsın, değil mi? Hal- buki her şeye rağmen olacaksın.. Olacaksın Nüvid!. Karım olamasan bile metresim olacaksın. Her ne şekilde olursa olsun bana döneceksin Yüzüme dehşetle bakıyordu. £ Kollarımdan kur- tulmak için beyhude çırpınırken hiçkirarak: — Halük!.. Merhamet et!.. Diye yalvarıyordu. Fakat yavaş yavaş başı omuzuma, sonra da göğ- süme düştü. Göz yaşları arasında kesik kesik mi- rıldanıyordu: — Sen, bütün kabahatlerinle, kendine reva gör- düğün bütün fena vasıflarlâ benim kalbime hâkim- sin.. Anlattığın şeyler bu hâkimiyeti zerre kadar sarsmadı Halük!.. Suçlu olan sen değilsin. Taliin ve tesadüflerdir.. Mariz bir ruha, volkanik düşün- celere vecoşkun ihtiraslara malik oluşun da, yine senin değil, yaradılışının kusurudur.. Seni niçin itham edeyim?.. Senden niçin yüz çevireyim?.. Gö. rüyorsun ki arzunu reddedişimin sebebi zannettiğin TEFRİKA No. 32 *-**- şeyler değildir... Evet, bir sebep var!. Hem bu se- bep tahmin ettiğin gibi birkaç dakika evvel derin bir düşünüşle zuhur etti. Fakat, onu suna kat'iyen söyliyemem!., Çıldırmak değil, kudurmak raddesine gelmiştim Kısık bir inilti ile: — Pekâlâ! Kalsın!, dedim. Sir. Birdenbire kollarını boynuma doladı. Göz yaşın- dan sırsıklam olan yanaklarını yüzüme sürerek: — Darılma!. Beni affet!, diye fısıldadı Sonra ,âni bir düşünce ile ilâve etti; — Sana bir gün bu sebebi bildiririm... Şimdi önü. müzde bir ümit merhalesi var... Ali Rıza yaşamıya- cak olursa zaten hiçbir mesele kalmıyacak... Bekli- yelim.. Sabredelim Halük|. i Bir ümit merhal, Bunu diğim halde, kula- damın dibinde tekrar edilmesi gönlüme ferah vermiş- ti. Sevinç karışan coşkun bir muhabbetle bu güzel başı göğsüme bastım, ali Mes'ut, çok mes'uttum... Garnizona döndüğüm zaman ortalık kararmıştı. Akşam yemeğini gayet iştahsız yedikten sonra, göz kapaklarıma çöken ağır bir uyku ile yatağıma gir. dim ve derhal uyudum... Lâkin sabaha karşı gözlerimi açtığım zaman vö- cudüm ateş içerisinde idi. Başım çatlıyacak gibi ağ- rıyor ve bütün kemiklerin kırılmış gibi sızlıyordu. Tekrar daldım. Ikinci defa uyandığım zaman her tarafta lâmbaların yandığını ve arkadaşlarımın ya- taklarında bulunmadığını gördüm. Derhal yanıma geldiler. — Nasılsın?. diye sormağa başladılar. Meğerse ertesi günü akşamı olmuş, hattâ yatma zamanı yaşlaşmıştı, o Garnizonun dkoloru yanıma geldi. Derece koydu. Sonra nabzımı tutarak: — Geçmiş olsun! dedi. Bir şeyiniz kalmadı.. Lâkin bir hafta istirahat edeceksiniz. Dimaği ve ruhi bir buhran size muvakkat sıtma yaptı... Eğer açılmasay- dınız endişe edecektim... Bir haftayı cebri değil, zaruri bir istirahatle ge. çirdim. Çünkü bir türlü kendimi toplıyamıyordum. Bir hafta sonra, havanın pek soğuk ve yağmurlu ok masına rağmen kasabaya indim. Bu sıralarda Rusya karışık bir halde idi. (Bolşe- vik - Menşevik) ihtilâli çıkmıştı. Kontun, beni görür görmez ilk sözü bu oldu. O- muzlarımı silktim. Fakat o endişeli bir yüzle: — Zannedersem “Kansk” ta daha fazla kalamıya. Caksınız, dedi, Bu söz beni çıldırtmağa yetmişti. Te- lâş içinde: — Neden, neden?, diye sordum. — Haber aldığıma göre iki gün sonra şarki Siber- yada ve “Harbin” hududundaki “Dauriya” garnizo- nuna sevkedileceksiniz.., Hemen oradaki iskemlenin üstüne çökmüştüm. 1s- yan etmek, bağırıp çağırmak istiyordum. Lâkin bunlar neye yarıyacaktı?. Kurbanlık koyun gibi bizi güdenlerin emirlerine tâbi değil mi idik?. İşte esaretin mânası!., Arkadaşlarımın ilk defa bu anda anlamış oluyordum... Kont beni teselli etmek için uzun sözler söyledi. Gerek oğlu ve gerek kendisi beni hiçbir zaman unut. mıyacaklarını ve fırsat düştükçe görmeğe gelecek- İerini, müşküllerimi halletmek için ellerinden gil- diği kadar yardım edeceklerini de ilâve etti, Bu adam iyiliğin timseli idi. Ellerini öptüm ve te- şekkür ettim, Piyer henüz dönmemişti. Epeydir ken- dsinden bir haber alınmadığı için Kont merak için. deidi. , Nihayet bahis Nüvide geçti. Kalbimin atışı derhal değişmişti. Bir hafta evvel aramızda göçen şeyleri kısaca konta anlattıktan sonra meyusane dedim ki: — Pekâlâ biliyorsunuz ki “Kansk” 1 bırakmak is- temeyişim Nüvid içindir. Bu meseleye bir son ve- rilmeli ve tamamile müsterih olmalıyım ki, uzakla- ra gidebileyim.. Yoksa ölümü tercih edeceğim pek tabiidir. Bu sözüm üzerine Kont gülümsedi: — Siz her müşkülü dalma kolay halletmek İsti- yorsunuz.. Halbuki hayatta bu pek seyrek rastlanan bir haldir.. Kendinizi dalma mahrumiyete alıştırma. ıztirabını ğa gayret etmelisiniz. Erişilmiyen bir emel, yahut yarım katmış bir saadet için ümitsizliği pek ileri gö- türmek asla caiz değildir. Elinizden biri giderse, yo- lunuzu bekliyen bir diğeri vardır. Saadet öyle bir şeydir ki, giden onu üstünde götürmez, yaşamasını bilirseniz daima sizinle kalır... Başım, avuçlarımın arasında idi .Sesim titriyerek cevap verdim: — Doğru söylüyorsunuz Kont Cenapları.. Lâkin bugün hayatımın öyle bir ânını yaşıyorum ki, bir &- dım ötede mukadderatimı bulacağım.. Bu bir adımı atmadan gerilemek ne acı bir felâkettir ex mu sunuz?... — Siz de haklısımz.. Ama, o bir adımı atmış oldu. ğunuzu kıyas etseniz ve mukadderatınız tayin edil miş olsa ne olacak? — Pek tuhaf sualler soruyorsunuz.. Eğer bana ü- mit ve saadet kapıları açılarak aydınlık içinde kal sam, ona göre işlerimi yoluna koymasını düşünebi- lirim.. Yok, mesele maküs bir netice alırsa. — Evet, o zaman ne yaparsınız?., — Yine düşünürüm ve bir karar veririm. — O halde bu kararı vermek için düşününüz oğ- Jüm., — Ne demek istiyorsunuz? . — Şunu demek istiyorum ki, rakibiniz daha çok yaşıyacaktır... — Nasıl?.. Tehlike geçti demek?.. — Evet.. Maalesef öyle!.. Hattâ tahminimizden daha ziyade sür'atle iyiliğe döndü... Parmaklarıma doladığım saçlarımı şiddetle sıkmış ve çekmiş olacağım ki, fena halde canım yandı. Doğ- rularak: — Bu zalim talle asla boyun eğemem, dedim. — Ne yapabilirsiniz?.. İkinci bir cinayet teşebbü- sü çılgınlıktır.. Belki hayatınıza mal olur... Sizin için yalnız bir kurtuluş yolu var: Feragat.. Anlıyor mu. sunuz?. — Feragat mi?.. Ah, biraz zamana mühtacım.. Bi. zim “Daurtya” ya sevkedileceğimizi muhakkak bi Uyor müsunuz?, — Eveti, — Benim burada kalmama imkân yok mu?,