6 Nisan 1939 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9

Saatlik sayfa görüntüleme limitine ulaştınız. 1 saat bekleyebilir veya abone olup limitinizi yükseltebilirsiniz.

Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

| Nİ — TAN 6-4.939 ' xi ııınM[”NH(IIIII:.m.x n muı)lll"ll“lmll“ Hain Vahdettin Hiddetlenmişti Tefrika No, ©6 Millet ve Memleket İşlerile Olan Alâkasızlığını da Açığa Vurmuş, Alçaklığını Göstermişti Püskürür gibi, bacasından kara dumanlara saçan düşman zırhlıları onu hiç ürkütmüyor, bilakis avun- duruyordu. E vet, o yalnız tatlı canıyla zev- kini, safasını düşünüyordu. Her gece, renk renk ince ince tül - lere büründüğü genç, güzel cariye- lerine çaldırıp çığırtıyordu. Oynak havalar, açık türküler, yanık gazel- lerin neşesiyle kendinden geçiyor- du. Değerli, nadide şallara sarınmış, yarı çıplak körpe haspaların ve e- dalı, tombul yosmaların nazlı nazlı salınarak, krılıp kıvrılarak, göüz sü- züp kırıtarak oynadıkları oyun- larla gönlünü eğlendiriyordu. İki gün evvel de, zevk ve sevgi kıymeti bilir hemşiresi Mediha sul- tan, ona, bir cülüs hediyesi olarak gerçekten emsalsiz derecede güzel cilveli bir gönül eğlencesi, gül gon- cası kadar zarif ve terutaze, nazır bir Çerkes kızcağızı takdim etmişti. Kızın müstesna güzelliği, terbiye ve nazikliği, hoş ve cazibeli tavırları ve hele nazlı ve yakıcı bakışları. daha ilk görünüşte bu zevk ve şeh- vet düşkününün aklını başmdan a- lhvermişti. Bu güzellik melikesi o- na padişahlığının ananesini, saray âdetlerini unutturuvermişti. Hemen bu dilber yosmacık ile, adeta can a- tarcasına halvete çekilmiş, hamam dairesinin nice esrarlı hâtıralar sak- lryan, nice bekâret kanları akıtılan kuytu bir bucağına kapanıvermişti. İki günlük bir acemi kızın ka - zandığı bu büyük muvaffakıyet, Eriştiği müstesna mazhariyet, şev- ketlilerinin yıllardanberi iltifatlı bir işaretini bekliyen ikbal düşkünü diğer cariyelerin Üümitlerini yık- Mış, gönüllerini kırmıştı. Hepsini, Gdallarından koparılan goncalar gi- bi sarartıp soldurmuş. boyuncuk- larmı büktürüvermişti. Yeni göz- desinin bir gecelik cünbüşlü vusla- tına kanamıyan Vahdettin, o gün de tatlı halvetini bozamamıştı. Şeh- vet bucağından, nazlı Çerkesin ku- cağından ayrılamamıştı. Akşama doğru idi. Mebeyin da- iresinden telâşlı bir yürüyüşle ge- len harem ağalarından biri, kara bir hamam böceği sessizliği ile, ha- mam dairesinin dış kapısına sokul- muştu. Korkudan moraran yana- ğını yapıştırır gibi kapıya daya - mıştı. Biraz dinledikten sonra, tit- reyen elinin parmaklariyle, çekine çekine, birkaç fiske vurmuş ve ar- kasından cırlak sesi duyulmuştu: — Şeyvketlü arslanım, kusuru- mu af buyur. Başmabeyinci kulu- nuzun ısrariyle geldim. Kâfirlerin zırhlıları limana girmişler, topları- nı sarayımıza çevirmişler padişa- hım. Başmabeyinci mubarek ayak- larını öpüyor, iradei şahanenizi bekliyor aralık dairede. ahdettinin o anda kanı başı- na sıçramıştı. Gösterilen bu büyük saygısızlığa karşı kızıp kö- pürmüştü. Halvetinin kubbesinde hırçın akisler bırakan bir sesle: — Şu küstahliğa bak hele. Ge- mileri ben karşılayacak değilim a. Sadrazam icabmma bakacaktır el - bette. Böyle bir şey için nediye be- ni tâciz ediyorsunuz.. Defol oradan. İtabiyle harem ağasını koğmuş, başmabeyinciye de atıp tutmuştu. Millet ve memleket işleri ile olan alakasızlıguıx açığa vurmuş, alçak- lığını ve hamhğım ortaya koymuş- tu. Vahdettin başmabeyinci Lütfi Simavi beyi hiç sevmezdi. Sevme- diğini de hissettirmezdi. Onu ken- dine bir merasim rehberi, İttihat- Çılara karşı da bir emniyet siperi edinmişti. Yüzüne güler, arkasın- dan çekiştirirdi. Fakat, zaman ve siyaset icabı onu kırmaktan, kız - dırmaktan çekinirdi. Lütfi Simavi bey milletinir memleketini çok se- ven, dalkavukluktan pek iğrenen özü gibi sözü de doğru bir zattı. Terbiyesi, her hususta bilgi ve gör- güsü kıt olan, tabiat itibariyle de hiç nazik olmayan Vahdettin gibi bir padişahın başmabeyinciliğine katlanan bu zat, ona bayağı hoca- lk ederdi. Resmiyet kaidelerini öğretir, muaşeret yollarını göste- rirdi. Dalkavukluğu hiç sevmez, sırası geldikçe dokundurarak taşı gediğine koymaktan da cekinmez- di, gün de düşman zırhlılarının birer felâket timsali gibi limanda dizilip sıralandıkları, bü- tün bir şehir halkının korku ve u- mitsizlik içinde çırpınıp sızlandık. ları bir sırada, padişahın harem dairesinde kapanıp oturmasını hiç te hoş görmemişti. Vahdettini küp- lere bindiren o haberi göndermiş- ti. Nezaketle umumi teessüre işti- rake davet etmişti. Vahdettin yeni gözdesinin sıca- cık koynundan, yumuşacık kuca. ğından öyle pek kolay kolay çık- mazdı. Fakat harem ağasının sara- ya doğru çevrildiğini söylediği top- lardan ziyade, başmabeyncisinin savuracağı baş örtülü tarizlerden çekinmişti. İster istemez Nazeni- ninin bucağından ayrılmış, yorgun argın mabeyn dairesine çıkmıştı. Lütfi Simavi Beyi uzaktan görün- ce, bir haile artisti maharetile bir. den acılı, kaygılır bir tavır takını- vermişti. Geçirdiği şehvetli gece- nin yorgunluğundan, — uykusuzlu- ğundan kızaran süzgün gözlerini yaşartmıştı. Baygın bir eda, ağlı- yan bir sada ile: — Gördün mü başımıza gelen- leri beyefendi, demişti. Bu kara ve yeisli günleri görmek talisizliği ba. na mukaddermiş meğer. Rahmetli kardeşimin yerine keşki ben öl- seydim de, memleketimin bu acık- h, milletimin bu felâketli günleri- ni görmeseydim. İki yüzlü Vahdettin, acılı, duy- güulu bir padişah rolünü © kadar i- yi oynamıştı ki, gösterdiği yapma teessürüne Lütfi Simavi Beyi bile bayağı inandırmış, onun da nemli gözlerini büsbütün yaşartmıştı. Hem ağlıyor, hem de münasip söz- ler, tesellilerle padişahın kederini dağıtmağa, teessürünü azaltmıya uğraşıyordu. Desiseci hünkâr daha oyununu bitirmemişti. Zırhlılara dalgın dalgın bakarken, birden baygınlık eseri göstermiş, oturdu- ğu kanapeden yere yığılıp serilmiş- ti. Ansızın ve bir kasırga sürat ve şiddeti ile bütün saraya yayılan bu baygınlık haberi mabeyn dairesini telâşlandırmıştı. Bütün has bende- ler, sadık köleler şevketlilerinin başı ucuna yığılmışlardı. Düzme baygına kolonya suları ile masaj- lar, kanfir şırıngaları yapılmış, kordiyaller içirilmiş, eterler kokla- tılmıştı. Şevketlinin baygınlığı zaten heyecanda olan harem dairesini de altüst etmişti. Aralık daireye ko- şŞuşan saraylıların feryatları, çığ- lıkları taş koridorlardan taşıyor, salonlarda boğuk akisler yapıyor- du. Yeni gözdenin kazandığı mev- ki ve payeyi çekemiyen kıskanç, hırslı cariyeler bu felâketi, zavallı acami kızın uğursuzluğuna, düz ta- banlığına hamletmişlerdi. O aralık hamam dairesine atılmışlar, bu sal- tanat şehvetinin suçsuz ve yeni kurbanını dişleri ile didiklemiş, hırpalamışlardı. Biriken öçlerini al- mış, sânki ferahlamışlardı. Harem ağaları gözdeliğin bu ateşli, hicran- h hasretlilerini ancak kamçılarla dağıtıp kaçırmışlar, zavallı kızca- ğızı zorlukla kurtarmışlardı. Beri tarafta biribirlerine giren mabeyn halkı, ancak efendilerinin biraz ayılıp açılması, süzük gözler- le etrafındakilere bezgin bakın- ması ile yatışmışlardı. Ya bu sada- katli, vefalı bendeler şevketlileri- ne kadar korkmuş, telâşlanmışlar- dı, Hepsinin yüreciklerine ateşler düşmüş, dimağlarına kuruntular ü- şüşmüştü. Kolaymıydı ya? Bunca yıllık velinimetlerinden, üzüle, ü- züle bekledikleri, ancak yeni ele geçirebildikleri saltanatlı mevkile- rinden, doyamadan ayrılmak elbet- te çok acı, acıklı bir şey idi. Hiç bi- risi daha şöyle rahatça bir oh diye- memiş, saltanatın safasını süreme- mişlerdi. Hele ölümlük dirimlik bir . 9 b 40 40 40 40 40 40 8 3D ö0 ö0 N N N D 0 0 5e e ) HİKÂYE PD AAA RARA Yazan: 0>32323333233233Xx0 ı nsanlarla konuşmağa ihtiya- cim var, dedi. Pencerenizde ışık gördüm. “Burada uyumamış insanlar bulunuyor.” diye düşün- düm. Kapınızı çaldım. Kapıyı yüzüne kapatmak gibi bir hâdisenin mevcudiyetinden bi- haber olduğu belliydi. Paltosuz ve şapkasızdı. Seyrek saçlarından bir tutamı alnına ya- pışmıştı. Sırtında bir eski lâcivert kostüm vardı. İçerden bizimkilerin sesi geli- yordu. Bundan cesaretlenerek:; — Büuyurun! dedim. mangiırcağız da edir işlerdi. Elbette ağlar, yanarlardı. Fakat u- lu Mevlâ döktükleri göz yaşlarına işte acımış, ğevkâtlileıjni kehdileri-* ne bağışlamıştı. , Artık' Vahdettin rolünü bitir- miş, tamamile kendine gel. mişti. Baş ucunda çırpındıklarını gördüğü' yaşlı gözlü bendelerini se- vindirmişti. Hele çok şükür esvap- cıbaşı İbrahim ile, ikinci müsahip Mazhar Ağanın ağlamaktan sara- rıp solan yüzleri gülmüştü. Ya baş mabeynci Lütfi Simavi Bey'ne ka- dar da sevinmişti 'bilseniz. Çünkü zırhlıların geldiğini bildirmekle, hünkârın baygınlığıma, çektiği azap ve ıstırabına o sebep olmuştu ve bu duyuimuştu. Üzerine çevrilen hırslı gözler, hışımlı yüzler karşı- sında, zavallı ne kadar da üzülmüş ve korkmuştu. Has bendelerinin yanında bulunmalarından istifade ile odasımna gitmek, biraz din'>nip heyecanını dindirmek istemişti. Mü nasip sözlerle teessürünü bildir. miş. Adabı veçhile biraz da ömrü şahaneye dua ile, huzurdan çıkmak müsaadesini dilemişti. Fakat, hün- kâr baygın gözleri ile Lütfi Simavi Beye yalvarır gibi bakmış ve: (Devamı var) K ve emin adımlarla yu- rüdü. Aynalara bakmağa, kendine çeki düzen vermeğe lüzüm gör - müyor, bir yabancı yere- girer - ken hepimizin 'mutlaka yaâptığımız gibi elini saçlarında gezdirmiyor . du. Salonda kadınlı, erkekli on ki- şiydik. Eşikten ,geçince, kadınları - cid- diyetle selâmladı, :reveransı: usta- lıklı ve nazikti. Karşısında kimse yokmuş'ta kendi kedine könuşu - yormuş , gibi - fakat yalnız bâ- şımıza ve yüksek sesle konuşurken delileri düşünüp korktuğumuz İ- çin, o halimizden bile serbest - SÖö- ze başladı: — Ben ,bir insanım » baymlm' dedi, bu gece, bu saatte irisanlara anlatacâk şeylerim oldu. Konuş- mak ihtiyacı... Herkes şaşırmiştı./ İzahat ver - dim: y 2 GUU — Bayın bakkı var, dedim, ben de bir tesadüfle bu-ihtiyacı 'duy- muştum. - İnsanlarla konuşmak, arada bir, zaruret haline gelir. İn- san o zaman, birisini bulup bir şeyler anlatmadan yapamaz. Yabancı: — Değil mi ya! diye beni tasdik etti. — FAZLA HORMON ÇIKARIRSA... İpofiz guddesinin çıkardığı hor- mon lüzumundan az olunca cü- celik geldiğine göre, fazl da vücudü pek ziyade iri yaparak devlık vereceğinl tabii, tahmin e- da misalleri —cü- celer kadar çok değilse de— epey- ce vardır. Bu hormonun çoğalması kimi- sinde daha çocuklukta başlar, fa- kat bülüğ yaşma kadar meydana çıkmaz da çocuk o yasa gelince birdenbire ve pek çabuk uzar. Çocuğun boyu büyür, büyür, iki metreye kadar, bazılarında o ka- dardan daha ziyade olur. Bununla beraber çocuk hali değişmez. O kadar uzun adam yirmi yasından sonra da hâlâ çocuk simalıdır. Galiba kadınlar daima erkek- lerden daha kısa boylu oldukları için böyle genç devler kızlar ara- sında erkeklerden daha az görü- lür: Bir istatistiğe göre 46 erkeğe karsılık ancak 5 kız. Kız olsun, erkek olsun, bazısı- nn vücudü pek uzun olmakla be- raber, bütün âzası mütenasiptir. Bazısı da biçimsiz olur: Gövdesi kısa, bacakları uzun... Bu kadar uzun boylunun kadınlığı veya er- kekliği de nafile olur. Evlenseler bile mahsul vermeleri pek süphe- H kalır. Zaten fikirce de hep ço- cuk gibi kalırlar. Cocuklukta gelen bu hermon » fazlalığına bir hastalık denilemez. Bununla beraber, deyv gibi deli- kanlı yahut kız vücutça pek daya- nıksız olur. Çoğu otuzuna gelme- den veremden yahut başka bir atesli hastalıktan giderler... 'Hormon fazlalığı çocukluktan sonra geli.îse © vald! belli başlı blı' FETİ Fazl n yu henüz uzayabileceği yaşta ge- lirse boyu da uzar. Fakat daha sonra baslayınca, boy uzamaz, el- lerlesayaklar bir de yüz uzar, Bel kemıği ııtıyıımyıcngındın bükü- lür, kambl verir... Bu hıstı- nin yüreğine inip ölüver ind .,HEKIMIN G Z l“x Seea İrkta kadınlarla erkekler arasında fark yoktur: Ayni derecede. Bu hastalık ipofiz- guddesinde hâsıl olan bir urdan İleri geldiği için, pek yavaş yavaş meydana çı- kar. İlkin ayaklar büyür, insan a- yağına göre papuç bulamaz. Son- ra eller gittikçe büyür, kadın 0- lursa eldiven de bulamaz. Burun da büyür, bereket versin ki burun için bir kap aramak âdet olma- mıştır. < Kafatası içindeki ur büyüyüp te ipofiz guddesinin hormonu faz- lalastıkça, buna tutulan insan bir gâ:üıte unutulamıyacak bir şekil alır: Upuzun bir yüz, kocaman ve ileriye doğru çıkık cene, dar bir alın, fakat gözün: üzerindeki ke- mikler çıkık, kocaman ve ucu ba- sık burun, kalın dudaklar, elma- cık kemikleri erkık, papuç kadar dil, yelken gibi kulaklar.... Kollar normal kaldığı halde el- ler büyür ve daha ziyade genişler, parmaklar yumru yumru. Ayaklar da büyür ve uzamak- tan ziyade genisler. Ayak bilekle- Ti kalılaşır, fakat bacaklar nor- mal halde kalırlar. Bütün vücudün kılları kalınla- şır, sertleşir, bazılarında çoğalır da, Hastalığa sebep olan urdan ılo- layı baş ağrısı, gözlerde bozukluk ta olur. Kadın olsun, erkek olsun yumurtalıkları bozulur. İpofiz gud- desinin başka guddeler üzerine hâkim olmasından dolayı - tiroit guddesi ile böbrekler üzerindeki guddeler de bozularak onlar da marifetlerini meydana çıkarırlar. Bereket versin ki, bu kadar çir- kinlik ve rahatsızlık veren hasta- lığım tedavisi vardır. İpofiz gudde- si Röntgen ışıklarından müteessir olduğu için, onlarla tedavi' edilin- ce hormonlarını azaltır. Ameliyat yaparak hastalığa -sebep olan uru . dı. Hanginiz olsanız, da çıhm.' arlar. Namı Müstear Epey sarhoştuk. Kadınlar işi varyete zannederek gülüşmeğe ha- zırlandılar. Meliha: — Buyurun centilmen, dedi, ne içersiniz? — Burada ne içiliyorsa... — Şu halde Baya rakı verelim. Bir kadeh doldurdular. Çocu - ğundan su istemiş bir baba gibi vakur ve sakin aldı. İçti. Gülüm- siyerek teşekkür etti ve kadehi masaniın kenarına yavaşça bıraktı. — Anlatacağım hikâye pek ba- sit, diye başladı, çok daha fecile- rini okudum, çok daha anlatma - ğa değerlerini yaşadım. Doğrusu- nu isterseniz, burada mühim olan hikâye değil, konuşmak ihtiyacı, Anlaşıldı mıydı?. Konuşmak ihti- yacı. Avukat dostum. yarısını duda- ğının ucuna sakladığı alaycı bir gülüşle; — Konuşalım, efendim, konuşa- hm, diye cevap verdi, yahut an- latın da dinliyelim. — Bu akşam saat sekizde içme- ğe başladık. Bir kaç arkadaş var- dı. Hepsini birer, birer kaybettim. Ben meyhanecileri pek severim. Uykuları geldiği zaman, ev sahip- liği edip; saklamazlar. İnsanın yü- züne karşı geniş genfş esnerler. Bizim Barba da esnemeğe başladı. Anlaşıldı mıydı?. İyice, doya doya esnedi. Nihayetinde “Haydi uğurola adamım, dedi, bir aylık zıkkımı birden içecek değilsin ya, bunun yarını da var,, istikbalden emniyetle bahseden adamlara ba- yılırım, Dükkânı kapatmasına yar- dım ettim. Yollarımız köşe başın- da ayrıldığı için Dante'den okudu- ğum şiirin neticesini beklemedi. “Gecen galimere,, deyip ayrıldı. Bir yudum rakı içti. İtalyanca bir şiir okudu. Bu lisanı bilmedi- ğim için hareket eden ellerine ve yumulup açılan gözlerine bakıyor- dum. Ve inandım ki, palavra yap- mıyordu. Kadehini bitirerek devam etti: — Yollar tenha diyordum deği! mi, tenha ve kirli... Birdenbire ö- nümde iki insan peydahlandı. Bi- ri kadın, biri erkek iki insan. A- dımlarımı — sıklaştırdım. Benim memleketimde herkes biribirini ve herkes beni tanırdı. Orada “Merhabaaa!,, dedim miydi, bol bol konuşurdum. Burada pek ol- muyor. “Hiç olmazsa sözlerine kulak veririm,, diye düşündüm. Yalpalamamağa cehtederek yaklaş- tım. Yalpalıyan adama: “Belki düşer,, diye pek emniyet etmiyor- lar. Dimdik yürüdüm. İnsanlara iki adım kala, “Kadın - İnsan,, bağırmağa başladı. Evvelâ: — Ah yandım, dedi. Sonra: — Gençliğime acı, diye yalvar- dı. Daha sonra: — Polis! diyerek bastı feryadı. İ ların işine karışmağa pek gelmez. Fakat kadın bıçaklamak insan işi değildir. Herifin sağ eli- ne saldırdım. Sol yumruğunu, bir Akdeniz dalgası gibi, göğsüme çar- parak kurtulmak istedi. Dümeni hafif sancağa büktüm. Herifin silâhı kötü bir sustalıy: bir insana karşı kullanmağa sıkılırdınız. Hem de açmamıştı. Galiba sapile vu- ruyordu. Polisler yetiştiler. Kadında kan var mı, yok mu, dikkat etmedim. Kadin galiba adamı seviyor, lâ- fı ağzında gevelemeğe başladı. Bana sordular.. Adama gözüm ilişti. Hemen farkettim: Korku - yordu. Korkak adam, bana her zaman kötü bir resmi hatırlatır. Kabaha- ti yalnız ressamına ait bir hata. Birdenbire — ve budalaca karar verdim: — Ben bir şey görmedim, Bay komiser, dedim, bunlar galiba a- ğiz kavgası yapıyorlardı. Ben bi- raz sarhoşum. Olanı biteni pek farkedemedim. Zaten şuna bakın İNSAN İHTİYACI Halikarnas Balıkçı- sına ithaf ederim. c komiser Bey, şu adama bakın. Korkağın biri. Böyle sapsarı bir yüzle kırmızı işler becerilir mi? Yolda sustalıyı polislere sez- dirmeden fırlatıp atacak kadar ferasetli hareket ettiği halde şim: di korkak adam: — Tabii efendim, tabii! diyerek korkaklığını tasdik etti. Kadina baktım. Herifin itirafını duyma - mış gibiydi. Kadın kısmı severse, yalnız kör olmuyor, mükemmel de sağır oluyor, anlaşıldi mıydı, mü: kemmel sağır. Karakoldan tekrar, boş ve kirli sokaklara çıktım. Gene yalnızdım. Uyumamış — insanları arıyarak yürüdüm, Pencerenizde ışık var- dı. Kapıyı çaldım. Dolu bir kadeh daha uzattılar: — Kâfi, dedi, çok içmenin fay- dası yok. Artık mesudum e Onunla alay etmenin imkânı kalmamıştı. Köşede, mukavvadan bol renkli bir insan maskesi takmış yorgun bir kadana gibi oturan ihtiyar, fakat zengin bayanın, 22 yaşında- ki tüysüz, fakat küstah kocası bi- le susuyordu. Halbuki: — Kel tip monşer! diye racağına bahse girebili <.t Yabancı misafir: — Bana müsaade, dedi eve gili- meliyim. Çocuklar bekler. Meliha hayretle sordu: — Ay! Siz evli misiniz — Bekâr olsam, bu mübarek cumartesi gecesi, böyle bir hat- *alık sakalla dolaşır mıydım : — Şu halde, bu saatten sonra sokaklarda insan — arıyacağınıza, başınıza gelenleri gidip karınıza — anlatsaydınız ya. — Şüphesiz ve gider gitmez, o- na da anlatacağım. Bunlar açık saçık fıkralar olmadığından size de, karıma da anlatırım. Bonsu- var, Bayanım. Kapıya doğru yürüdü. Kendi evinde gibi rahat ve alışıktı. Ge- niş adımlarını dinliyerek pence - reye yaklaştım. Sokak kapısı açı- hp kapandı. Yıldızı bol kış gece- sinin içine, şapkasız, paltosuz ve tek başına çıktı. (Bitişikte) bir taksi şoförü otu- rur, arabasını gece yarısına doğru getirip kapısının önüne bırakırdı. Bizden çıkan adam, paltosiyle şapkasnı boş otomobilin üstüne a- tıvermişti. Paltosunu koyduğu yerden hızla aldı, omuzuna attı. Şapkasını ba- şının üstünde çevirip karnına doğ: ru getirerek otomobili eğilip se- lâmladı. Ve bir yere, yetişmek is- tiyenlere mahsus hızlı adımlarla köşeyi döndü. Gözden kayboldu. Pencereden ayrılamıyordum A- dını bilmediğim, ve belki bir da- ha hiç mi, hiç karşılaşmıyacağım dostumla, misafirlerimin alay e- deceğinden korkuyordum. O za- man paltosiyle şapkasını nereye, nasıl bıraktığını anlatmam lâzım gelecekti. Ve ben bunu gizli bir hediye olarak saklamak istiyor- dum. : Halbuki hepimizi pervasız sa - — mimiyeti ve dehşetli cesaretiyle ezip geçmişti. j bağı- e Bir daha, ondan, bir hikâye gi- bi de, bahsedilmedi. * ç Şimdi ne zaman, “İnsan ihtiya cını,, bir diş ağrısı ve uzun birt? açlık gibi hissetsem, paltosiyle şapkasını sokakta bırakarak ka - pımı çalan o adamı, bir de sabah- ları evden çıkarken eşikte gördü- ğüm çöp tenekesinin çalınabile- ceğini adi bir üzüntü ile hesaplı- yan kendimi düşünür, — gülümse- rim. Anlaşılıyor ki, insan ihtiyacını gidermek için de, hiç olmazsa, pal: — tomuzla şapkamızı sokakta bıra - — kacak ve pencereleri ışıklı bir ya- — bancı evin kapısını çalacak ka - ğ dar, cesur olmamız lâzım.

Bu sayıdan diğer sayfalar: