17 Şubat 1939 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9

17 Şubat 1939 tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

| | | | | Bir Gün Evimin Kapısı Çalınmıştı | Elleri Tüfekli Paşaköylü İki Rum Beni Soruyor ve Beni "Dönek Gospodin,. Diye Tavsif Ediyorlardı Yosriumuzun başına çöken büyük felâket, Mondros müahedesinin akdi ve İstanbulun müttefikler tarafından İşgali ha- berleri, muvazenemi bozmuş, ti- marhanelik bir deli haline (o koy- müştü beni. Hiçbir yerde duzü- miyor, kimse ile konuşamiyor- dum. Batuma indiğim güni, va- pur beklememek için ve bir gün evvel sevgili İstanbula kavuşmak derdile Trabzona hareket etmek üzere bulunan küçücük bir motö- re atlamaktan çekinmemiştim. Bin mihnet ve meşakkatle, bitkin bir halde çıktığım Trabzonda da ka- lamamıştım. Kalkavan zadelerin Ukranyadan aldıkları ve yeni se fere çıkardıkları bir yapura hemen. atlamıştım. Trabzondan hareketimizin tem on beşinci günü idi. Zonguldak açık- larında rastladığımız düşman tor- pitolarının savurduğu kara du- manlar yüreğimi karartmış, hıncı- mı kabartrmıştı. Karadeniz Boğa - zından geçerken, bahtsız yurdu $a- ran felâketin direklerde sal'anan nişaneleri yüzümü morartmış, du- daklarımı kemirtmişti. Limana girerken ve Ortaköy a- çığından Kızkulesine doğru sıralan miş düşman zırhlıları arasından ge- çerken Talât Paşanın son sözlerini hatırlamış, için için ağlamıştım. Bu zırhhıları püşkürdükleri gilir- lerle, gösterdiğimiz sonsuz ve $a- yısız gafletlerin, tedbirsizliklerin acılarını, azaplarını bize çektirmek için gelmiş birer ifrit sanmıştım. Sirkeci rıhtımına ayak bastığımız zaman, cehennem &zebanilerinin vahşi sırıtkanlığı ile iki yanımıza dizilen ve hepimizi ayrı ayrı süzen düşman neferleri karşısında da sa- rarmş, sarsılmıştım ve hemen Üs - küdara geçmiş, evime kapanmıştım. rim ve zavallı memleketin cıklı durumunu anla, Iki gün kâfi gelmişti, lan a masını İşttiğim Damat Feridin sad- razamlığı bana, eşek milhürdar ve katır silâhtar teşbihini hatırlatmış, peemleketin sahipsiz kaldığım an- tanıştı. Uzun uzun döğündürmüş, günlerce düşündürmüştü beni. Gi- den İnatçı babacanların bilgisizlik- leri, tecrübesizlikleri yüzünden se- pelerce kahır çeken, sonunda da bu acı felâketlere boyun eğen za- vallı milletin çilesi daha bitme - mişti Kim bilir millet, bu hainle- rin ellerinden daha neler çekecek, yüzlerinden ne kadar ezilecek ve inliyecekti, Bunu tahmin etmek İ- çin hiç de keramete Tözüm yoktu. Çünkü, milletin baştan aşağı çok derin bir bezginlik içinde eridiği görülüyordu. Dervişlere. yakışan bir tevekkül ile bel ve el bağladığı kaderden lütuf gözlediği seziliyor. du. Yılanlardan, akreplerden ve- a ve şifa beklenildiği anlaşılıyor. Aslar, tdrâklerine güve- iğ ei baş vurduğum bezi i ü Başları, günün ıstırap ve fe- ketleri ile sersemlemiş buldum. Düşünme kabiliyetleri azalmış bir türlü karar veremiyor, tereddüt ve Ystirap İçinde kıvranıyorlardı. Ba- zarın da mutlak bir ümitsizlik içinde bulmuştum. Bunlar da kur- tuluş ümitleri göremiyor, millet ve memleketi işgalel devletlerin hi - mayesine sığındırmak fikrini müs dafaa ediyorlardı. Sözün kısası, ekette olduğu gibi fikirlerde yi "gin bir kargaşılık vardı. Zamanı, nankör'üklerini göster» miya, bösledikleri kin ve intikamı âçığn vurmiya uygun bulan bir kısım soysuzlar o ayaklanmışlar, hatlâ silâhlanmışlardı. O devri ya- Şıyanlar bilir, ellerinde tüfekleri, bellerinde tabancaları, ceplerinde arı ile gözönünde geziyor Kıyıda, köşede adam bile ke- ii Erzincanlı Şakir siyorlardı. İstanbul O civarındeki köylükler, kırlıklarda güvenlik Kal . Türk köyleri yakılıyor, Türk köylüleri (o boğazlanıyordu. Türkün irzı da parası gibi, canı gi- bi salgıncılara ve salgıncıların yar- dımcılarına mübah sayılıyordu. Bir gün Üsküdardaki evimin ka- pısı çalınmıştı. Elleri tüfekli iki paşa köylü Rum ailemden beni s0- ruyorlardı: — Dönek Gospodinin İstanbula geldiğini işittik de hoş geldine gel- dik. Söyleyin ona. Karı gibi evde oturmasın.. Alt tarafın söyliyemiyeceğim sayın okuyucularım. Çünkü pek yüz kızartıcı sözler. Bununla be - raber, ben bu kiryelere teşekküre UuLgay um, LUZUMU, HOZUMU gönlümü açtılar benim, Savurduk- ları acı tehditler beni harekete ge- tirmişti. Hemen o gün, ben de ta- bancalarımi belime, bombalarımı cebime koydum. Kendimce kurtu- Tuş yollarını aramıya koyuldum. K ararımı vermiştim. Bir çete teşkil edecek yurduma gi- renlerin, kapıma gelenlerin karşı- larına geçecektim. Bir karınca s6- bat ve cesareti, bir tilki kurnazlık ve mehareti ile çalışmıya başla - muştım. En ziyade muhtaç oldu - Zum silâhları edinmekte taliin ba Bışladığı bir tesadüfe borçluyum. Bir gün, Haydarpaşada eski istas- yon binasının önünden geçiyordum. Düşman askerleri tarafından bek- lenilen bu binadaki zabitlerin, es- kiden tanıdığım Bakal köylü Rum- lara mavzer ve fişek sattıklarını gördüm. Bir kenara çekilerek bek» Jedim. Satış işinin nasıl yapıldığını inceledim, öğrendim. İki gün sonra, Haydarpaşada geçit yerinde, düşman askerlerinin toplandığı Ragıbın meyhanesinde bir düşman çavuşunun aklını çel- dim. İki istavroz çıkarmak bir şi- şe de bol meze ile rakı açmakla, kendimi Şileli bir Rum gibi yöste- rerek dostluğunu, emniyetini ka- zandım ve o akşam beş lira muka- bi'inde bin fişek ile iki mavzer fi- Untası almıya muvaffak oldum. A lışveriş istediğim gibi devam edi- yordu. Ben her akşam meyhane ye geliyordum. Hıristiyan dost ve hamisi olduğunu büyük bir iti - harla söyliyen çavuş Morisle kar- şılıklı bir masaya geçiyor, bir ya- rım okkalık şişeyi çekiyordu'. Kal kacağımız sırada, çavuşun. masanın altından uzanan açık avucuna beş kaimeyi sunuyor ve içki paraları- mı da ödeyip çıkıyordum. “brahim Ağa mahallesinden Cevizliğe giden Bostanlar srasında, tayin ettiğimiz bir ağaç altında bekliyordum. Ek- sik olmasın © e'i neık hıristiyanlık hamisi çavuş. Bana on gün icinde yirmi beş mavzer filintsı ile 25 parabellum tabancası ve yirmi boş bin de mavzer ve tabanca mermisi getirmişti. Aldığım silâhlerı ve Mevlit pehlivan ça oradan da kaldırıyor. Gülhane hastanesi başhekim ve müdürü mi- rslay Talât Beyin biraderi binba- $ı Mehmet Beyin Bulgurlu köyün- deki köşkünde saklıyordum. Bu a- rada Allah eksikliklerini göster - mesin, eş dosttan edindiğim bir sandık el bombasile de teçhizatımi tamamlamıştım. Artik benimle beraber dağlara düşecek gözü pek yoldaşları bulmı- ya sıra gelmişti. Bunun için de hiç te güçlük çekmedim. 1335 yılı mar tının yedinci günü arkadaşlarımı da tamamlamış ve martın doku - zuncu günü, mart dokuzu denilen titretici soğukla beraber, A- lemdağı ormanında rastladıkları- mı dişlemiye başlamıştım. A evmmma Vas) Hekim dilinde onun adı Bicarbo- nate de sonde İse de, hekim reçete- si olmadan, onu avuç avuç yutan meraklıları sadece Karbonat der- ler... Eskiden bayanlardan —bay lardan da— bir çoğu onu koca- man mukavva kutular içinde cep- lerinde taşırlar ve her yemekten sonra —hattâ iki yemek arasin- da— avuçlarına doldurarak hap diye ağızlarına atarlar ve biraz su ile ağızlarının içerisnde çalka- ladıktan sonra yut Şimdi bayanlar el çantalarmda 6 nane şekeri gibi hazır ilâçlardan taşımayı terelh ediyorlar. Bayla- rın da —mideleri daha düzgün gittiğinden midir, yoksa mideleri- le uğraşacak vakitleri olmadığından mıdır— ceplerinde karbonat taşi” yanları az görülüyor. Bununla be- raber karbonat hâlâ her evin en esaslı ilâçlarından sayılır. Bu kış mevsiminde bile san emin olabilir. Karhonatın hu derecede şöhre- ti ve o kadar rağbet görmesi ne- dendir, bilirsiniz; Mide ağrılarını geçirir, her türlü mide hastalığma ya gelir, derler. Onun için mide aha ağrrmadan, şöyle hafif bir avuç avuç karbonat yutarlar. İnsan hasta olunca, yalnız mk andalyat körfezinde idik. 4 kaptandılar. Sırasile Cimri Mahmut, Duba Davut, Çakaloz Ve- li, Hovarda Ali, Kumsal üzerinde yan gelmiş, hoş beş ediyorlardı. Rüzgâr da, şaka değil rüzgârdi ha! Kurumuş deve dikenlerini, yaban nanelerini, çörçöpü koparıyor, ve kayıklarile kıyıdan giden denizci. lerin suratına çarparak; yüzlerini kan revan ediyordu. Köylü “Ben Mazıdan ayrılalı üç gün oluyor. Kavakların Hasan ağa da bir gün evvel Milâstan oraya - gelmişti...” diyor ve devam cdi- yordu. Bu sözleri duyan dört kaptan. lar fena beyacanlandılar, Fakat birbirlerine çaktırmadılar. Kavak- ların Hasan ağanın yetişkin Esma adlı güzelce bir kızı vardı. Dünya- liğı gırlaydı. Kaptanların dördü de ona taliptiler. Fakat ne var ki, şimdiye kadar ya Hasan ağa ma- zıda bulunmaz, yahut o köyde ol- duğu zaman ise kaptanlar uzak- ta, seferde bulunurlardı. Şimdi ise kaptanların bulunduğu yerden Ma- Zi yakındı. Ne olacak seksen dok- san mil. Kaptanların her biri ö- tekilere sezdirmeden sıvışmak ni- yetindeydi. İş yarışa binerse Ho- varda Velinin skunasından korku- lurdu. Rüzgârı bir bulmasın, tatlı düya gibi uçar giderdi. Cimri Mahmut kızın malm,, çoktan mangırına kadar hesapla- mıştı. Içinden keşki bin kere daha çirkin olaydı da bin kere daha zen- gin olaydı. diye düşünürdü, Ta- mahı tâ okadardı. Cimri Mahmut arkadaşlarının yanından kalkıp tayfasile fiskos etti. Dalgıç Murada bir şeyler söyledi. Murat gizlice, köyün kıyısındaki çöplüğe vars- rak, bir çuval dolusu eski tahta parçaları, pabuç ve çul topladı. Süllaka gözümünüen şiyilerle Ho KARBONAT MERAKLILARI bonat suda erirken 253 santimet- re mikâp karbon gazı çıkarır, ve bu kadarı da ağrıları dindirir. Ge- ne bu kadarı yemekten önce insa- na İştah ta verir, Daha ziyade yutarsanız —ye- mek esnasında yahut hazım bit meden olursa— midenin ekşisi ilkin azalır, fakat mide, yemek- leri hazmetmek için zahmet ede- rek çıkardığı ek$isinin böyle İlâç- In battal edilmesine öfkelendiğin- den daha fazla ekşi cikarır.. On- dan dolayıdır ki milerinin ekşi- mesine karsı karbonat yutanlar gittikce daha farla yutmiya mec- bur olur ve gittikçe midelerinin ekşiliğini arttırırlar, ilâçfan fay- da göreceklerini sanirken (hasia- lıkları daha şiddetlenir. Midede fazla karbonat olunca yediğiniz yemekler orada pek az kalırlar. Karbonat meraklıları bundan do- dolayı çabuk hazmettiklerine İna- nırlar, halbuki yemekler midede tamam hazmedilmeden bharsak- Tara inince insan ishale tutulur, Bu- nun üzerine karbonat meraklısı: — Ne kadar iyi, karbonat beni peklikten de kurtardı... Diye memnun olur. Fakat har medilmemiş yemek İnsana yara- madığı için karbonat meraklısı çok yese bile gene ac kalır. Karbonat bir taraftan da pan- kreas ile karaciğerin işlerini arttı- rır. Bundan dolayı yediğimiz $e- ker kanda çabuk erir. İnsan dor- mansız kalır. Karaciğer safrayı farla çıkarınca bundan da İshal gelir. Aklı başımda olan kimselerin, karbonattan çok almırsa İnsanın kanı sulanır, demeleri büsbütün boş söz değildir: Karbonatın çoğu nesiçleri eritir, kansızlık verir ve sik sık kanamalara sebep olur. Karbonatm © zararlarma karsı iyilikleri de çok, hem de pek çok- tur, Fakat yolunda ve kararında kullanmak — şartiyle... Karbonat kullanmanın $ yolunu ve kararmı da hekimler <ok emekle, kafa yorarak öğrenirler. Hek! santigramla yazdığı, eezacının hassas terazide tartarak verdiği bir ilâcr nasil avuç avuç kullanabilirsiniz? Yazan : . Dört Kaptanlar Halikarnas Balıkçısı « varan Velinin skunasinin su kesi- minden aşağısına çaktı. Duba Davudun gözü şaşı idi. Bi- ri maldan, ötekisi güzellikten ta- Tafa kayardı. Çakaloz Veli ise ka» dırlar delisi idi. Fakat bu düşkün- lüğü ona pek pahalıya patladığı Için, perakende yerine toptan iş görüp evlenmeği aklına kurmuştu. Hovarda sevmiyorduysa da kızı güzel buluyordu. Kaptanların her biri bir şeyi ba- hane ederek, denize açılmak için ayağa kalktılar. Fakat karaya çe- kili sandallarını denize stmak me- seleydi. Kıyıda durup bakışan köy- lüler yardıma gelmiyorlardı. Bun- larm komşusu hasta olsa, yardım olsun diye gidip tarlasını çapala- yıvermezlerdi. Fakat biz gemiciler öyle mi idik ya! Her birimiz her birimizin işine koşardık. Neyse ilk kayık çoktan kanatla- rını açmış körfezden iki mil uza- neüsünün yelkenle. ri henüz gerilmiş, dalgaları yar- Dördüncü olarak mağa l biz yelkenleri salıverdik, kayığı en ginlere "kapıp koyuverdik. Yarım Saat evvel dört geminin görfezde demirli durduğu yerde, dalgalar şimdi ıssız kumlarda fısıldıyordu. Buna mukabil grup ışığına doğru dört pembe bulut uçuyordu. En ö- tedeki kayık sanki ufukta ayak u- cuna kalkmış, batıda Allaha ısmar- ladık diyen kırmızı güneşe, hasret- le bakakalmıştı. Biz ipleri cura telleri gibi kas- «tık, yelkenleri tef gibi gerdik. Biz üçünü de geçeceğimizi sanıyorduk. Halbuki en arddakini bile borda- layamıyorduk. Hovarda oyunu çaktı. “Kayığın alna aburcubur yapıştırmışlardır” dedi. Tasalan- madı. Alaca karanlıktı artık. San- ki biz gitmiyorduk, yıldızlar kıvıl- camlar gibi ardımızda uçuyorlar. dı. Hovarda bağlamasını kaptı. Sesini salıverdi. Yanıktı onun, Yy ( ıldızlar saçlarına mı takılı: yorlardı, ne? Bazıları ku- laklarımızda çınlayıp ogeçiyorlar- dı. Şarkiyle tanyeri ağardı. Altın huzmeler zümrüt dalga başlarına çarpınca, sanki çakmak taşına vu- ruluyormuş gibi çakıyorlardı. Nur içinde gidiyorduk. Mazıya ilk önce giren Cirori Mahmut demirlerini karamusal e- derek karaya çıkmıştı. Üç &a- at sonra Çakaloz Veli, daha iki sa- at sonra da biz limana Duba Da- vutla at başı daldık. Cimri hemen Hasan ağayı bu- lup muvafakatini almış, Yalnız Hasan ağa illâ da illâ masraflı bir düğün olacak der ayak dirermiş. O gün her işinin tıkırında gittiği- ne güvenen Cimri, eski tanışların- dan, ihtiyarca bir kadina başvur- muş. Akşam olunca köy İmamını Cimri : kayığına taşıdı. Bu iş, Hovardanın gözünden kaçmadı. İhtiyar kadını o da tanıyordu. Br yık altından güldü. eceleyin, Cimrinin tayfası, gürültü yapmamak için çıp- Jak ayaklarla yürüyereki usullacık Hasan ağanın evinin arkasındaki çitli bahçeye vardılar. Yalnız Ço- pur Süleymanın bangır bangır öksürmesinden başka falso olmadı. Esma Hatun tepesinden tırnağına Kadar kat kat futalara bürünmüş, bekliyordu. Hemen onu sırtlayın- ca sandala ve oradan kayığa gö- türdüler. İmam efendi nikâhı kıy» mak için (ehem, ühüm) ederek se- sine çeki düzen verdi. Cimri Es- manın yüzünü görmek için fıtayı araladı. Bir de ne görsün? Esma Dudu deği fakat Hoçarda kaptan! Cimrinin tepesi attı, Gel gelelim karşısındaki şaka götürmez Ho- varda idi, Hovarda: “Dur bre Cimri. Kiz- mağa hakkın yok. Ulan gider de köyün ne kadar eski pabucu var- sa, kayığımın kıçına çaktırırsın. Buna ne lüzum vardı? Bana ge lip te kardeşim iş şöyle böyle, ba- na yardım et deseydin, yardım ct- mez mi idim? Bre avanak, O 8e- nin yalnız pupaya giden salapurya (Allah Kerim) kayığınla benden bir sene sonra bursya varaydın bi- le sana gene yardım etmez miy- dim? Vallah avucumun içi gidişi- yor, sana şuracıkta can ve gönül den bir tokat patlatasım geliyor. Ama bunca yıldır şu deniz yoldaş- lağına bağışlıyorum. Düğününe ge- lip sana bağlama çalacağım. Val- lah keyifliyim bugün! Hah! Hah!” diye neşeyle makaraları salıverdi. Cimri “Hayır! Hayır! Ben kalta- İh istemem artık, Sen al, O cadaloz Fadiklerin Ayşeye bu işi pişirmesi için tam bir çuval kuru incir ver- dim. Gidip Esmaya söyledi. Hele bak şu fingindek duduya? Meğe- rim sana gönül vermişmiş” dedi ve astı suratı, Hovarda “Ona sen bir çuval ku- ru incir verdinse, ben ona dört çu- val kuru badem verdim. Cadı Ay- şe, Esmaya hiçbir şey söylemedi. Kızcağızın haberi bile yok. Ben mahsus Ayşeye yalan attırdım. Esmayı kandırdığını sana söylesin dedim. Sonra Esma yerine ben gi- dip bekledim. Kızcağıza yazık et me” dedi, Cimrinin kayığında bir kaynaş- ma olduğunu papafingoya çıkarak görmüş olan Çakalozla Duba Cim- rinin kayığına geldiler. İşi anladı- lar. Duba “Bakın kardeşler, şu güverteye zar atalım. Esma dudu ilk düşeş atanın olsu” dedi. Çaka- loz ağlıyacaktı, “Aman öyle yap- mıyalım. Bırakın da ben evlene- yim. Çünkü evlenmezsem eğer, sa- ta sata altımdaki kayık ta gide cek.” dedi. Oradakiler hep bir ağız- dan “A! Çok fena, felâket!” dedi- ler, Cimrinin dudakları * titriyor- du. Hovardaya baktı. Hovardanın gözlerinde bir gülüş vardı. Duba atıldı “Esma dudu Çakalozun ok sun be! Eşek, kayığına yazık et. mesin! Kayık yakışıyor kâfire” de. di. Her taraftan “Öyle! Öyle!” di- ye bağırdılar. Cimri “Arkadaşlar bana bir şey oluyor. Koynum çözülüyor. Sevi- yorum! Seviyorum bel” diye ba- ğırdı, Hovarda “Neyi seviyorsun?” diye sordu. Cimri “Ne bileyim, hiç bir şeyi! Her şeyi! İşte öyle” Koca yumruğunu güverteye güm diye vurdu. Dubayla Hovarda alaylı a- lay güldüler, Cimri yerinden 81ç- radı. Kayık Santorinde doldurdu- ğu şarap varillerile yüklüydü. “Ho- vardalığım tuttu. Şaka değil, para yiyeceğim, kâinata megafonla ilân ediniz ki Cimri Mahmut Kaptân durup dururken, ambarlarında o- Janca şarabı, Çakalozun nişanlan- ması şerefine herkese sunar” de- di. Hovarda “Yahu sana ne oldu. Damlasını esirgerken şimdi kayık dolusunu dah ediyorsun” diye gü- lüyordu. Cimri “Sorma! Oldu ola- cak, işin alayına bakalım,, diyordu. Bu arada kâyığın en büyük me- gafonunu Çopur Süleyman ele al. mış, süru öttüren İsrafil gibi bir edayla kıyıdan tarafa “Ey dostlar! Duymadık o demeyin!.. Mah mut kaptan isteyene de, istemeye ne de kayığının bütün kırmızı şarabını sunar.” Bütün kıyı boylu boyunca, kırılan camlar gibi bir kahkaha ile çıngırdayıp çınladı. Kıyıdan acele acele Cimrinin kayı- Bina doğru çekilen küreklerin fışıl- tısı gülüşlere karıştı. Sanki in- Sanlar kendi gülüşlerinin üzerinde yüze yüze geliyorlardı.

Bu sayıdan diğer sayfalar: