Saatlik sayfa görüntüleme limitine ulaştınız. 1 saat bekleyebilir veya abone olup limitinizi yükseltebilirsiniz.
9-2 - 939 BÜ — ea . TAN Yakın Tari Yine Aksilik Başgöstermişti ızdan Beş Saat Sonra Arabacı Panoy bi çıglşi;?ermişii. Gideceğimiz Yolu Bilmiyorduk Donup eve yeı-leşmi: z Bulunduğumuz LAT tik. Nikola Odesaya âonmw“:' bir Angelikaya bırakmış bir mahpus hayatı yaşıyorduk. K ev sahibimiz “Mihailef,, e & * sinin şefkatli muameleleri le iki dertlerimizi unutturuy:or. he! e mini mini kızları bütün Bu kederlerimizi UY“"“myordg. üncü evde dokuz gün kaldile. . S » günü sabahı Angelika, her BÜU ” künden biraz daha erken Belü- Biraz da kederli görünüyo ” Kahvaltı ederken düşünceye Ö ” yor, arasıra bir Şey sothîh - miş - gbi-yüzüme PN Üa e. yor, fakâ:dbîr iîyı;âye:mmvf;ndan iyemiyordu. Hi B ıılzîıîîpyiçinde kıyrandığı - anlaşılı yordu. yine yeni bir kara Haber vardı. ı:ğıîüu; kgibi kaçmı ım lokma- mdwdna diî'ıliyord"- Dura - ve rusça sordum: ; m__d' gelika, bugün seni yine tasalı görüyorum. Yine bir LA 'eğ:ğ:-;akıyor, tereddüt için- * yuckunuyord“ı Dudaklarını kı- pırdatıyor, kızarıyor, başını sallı- rdu. Fakat bir türlü yüzüme pakamıyordu. Sözüme devam et - tim: — Hiç çekinme Angelika, de- dim. Biz saadetten ziyade felâ - ketle yoldaşlık etmiş, kahır ve kasavet çekmeğe alışmış insanla- rız. Ne varsa açıkça söyle de ba - şımızın çaresine bakalım. Gözleri yaşaran Angelika ağ - lar gibi bir sesle: — Petersburg'taki adamlarımız- dan bir kaçının ihaneti yüzün - den sizin de, bizim de vaziyetimiz müşkülleşti Sadık, dedi. Bu ak - şam sizi emniyetli bir adamımız- la civar köylerden birine gönde- receğiz. Ben de bugün trenleho - desaya döneceğim. Sizi bu _koxde daha iyi saklıyabileceklerini dü- şündük, oraya gönderilmenizi mü- nasip gördük. Ben.o.n beş g'un sonra oraya gelirim, sizi görürüm. Angelika. — Ayrılır- kızmış Hi olmadığını sor- erime inanmayıp bakmak gibi ha - beslediği hür Ç ok hakikatli, iyi kalpli bir ken, paramız ol mak, hattâ sözl! Cüzdanıma bile reketlerle bana karşı Mmet ve muhabbeti:;ıİ Ayrılışı da çok a€ : slmuştu. Kesik kesik Bi edük — Gideceğiniz köyde bet'ri kardeşim vardır. İsmi Gaır::ec ü kolayeftir. Orada mey < Pi yapar, Sizi götüren Ef_ab?c Emin noy da yabancımız desll*â':l'u çok olunuz, köyde buradan C& — rahat edecek ve bilhassa Bezebileceksiniz. ğ Demiş, komita tarafından Gi bay Nikolaya yazılan le yanı - Uzatarak yıldırım hiziy mızdan uzaklaşmıştı. O günün akşaml, hefba ile Mos- sıkı kapalı uzun bir ara? kovadan çıkmıştık. Bir 8€ ilikleri- zi yüzümüzü tırmalıy0r, mizi kemiriyordu. ık sık aldığımıZz vücudümüze gaç B geçici sıcaklık ile oğal:my Be kerleklerin buz_ kaplı Y lw“din . kardığı ahenksiz Hetika liye d.nliye cenuba doğ:':ah büp yorduk. Moskov_ıdnn eç saat olmuş, yakit geîzden bulmuştu. Hareket aa bir kaç hasta olduğunu -)-’D—Ifia“yli e kere çok üşüdüğünü ,ae n bir * bacı Panoy, oturdu. dândüı Titre- denbire bize doğuı;lemiyor' payağı mekten söz söyli kekeliyordu: — Bibibibi ıi_ı_ıe_mü%, ç Diyebilmiş, sözün rKanın *BULGAR SADIKİ hin En Esrarlı Çehresi : mişti. Tam gerisinde oturan Hü- seyin çavuşun kucağına uzanıver- mişti. Baygınlık değil sayın oku- yucularım, adamcağız bizim uğ - rumuza donmuş, ölmüştü. Sade Panoy değil, onunla beraber bü - tün ümitlerimiz de ölmüştü. Bi - zim için yola devam etmekten baş ka yapacak iş yoktu. Fakat gide- ceğimiz köyün isminden başka da bir bildiğimiz yoktu. Karanlıktan iz değil yolu bile zorlukla seçebi- liyorduk. Hayvanları durdurduk. Arabayı sürmeyi ben üzerime al- mıştım. İlk iş zavallı (Panoy) u soymak, üzerindeki içi kürklü ye- lek, ceket ve kocuğiyle keçe kal- çınlarını, tiftik çorapları ile bo - yun atkısını uzun yün kuşağını, eldivenlerini aramizda pay et - mek oldu. Adamcağızın — belinden bir de otomatik tabanca ile 37 tane fişek çıktı. Yanımızda birer bıçaktan başka silâhımız yoktu. Fişekleri cebime, tabancayı belime yerleş- tirdim. G idiyorduk.. Nereye gittiği - mizi bilmiyorduk. — Gerçi hayvanların dizginleri benim elim deydi. Fakat, bu buz çölünde ha- yatımız, istikbalimiz de kader ve taliin elindeydi. O da gösterdi- ği şu uygunsuz cilve ile bize pek te yar olamıyacağını göstermişti işte. Bütün ümitlerimi hayvanla - rın alışkanlığına, — bağışlamıştım. Kendi kendime, elbette diyordum. Bu hayvanlar, bildikleri, defalarla gi 'wuı bu yol - dan bizi sıcak bir yere götüre - ceklerdir. Hayvanları sıkmamış, kendi hal- , yolcu etsen nasıl olur acaba?.. gelika gibi çok melek huylu bir adammış, Bizi tam dokuz gün sak- ladı ve cidden bir kardeş muhab- bet ve ihtimamiyle baktı. Gerçi hamam kadar sıcak bir odadaydık. Çok ta rahattık. Fakat sıkılıyorduk. Her gün üç arkadaş, ocağın başında oturuyor, konuşu- yor ve bir gün evvel yola çıkmak, yurda kavuşmak çarelerini düşü - nüyorduk. Aradan bu kadar gün geçtiği halde Angelikanın görün - memesini ben pek te hayıra yora-. mıyordum. Vaziyet.mizi çok teh- likeli buluyor, zihnimde türlü tür lü ihtimaller kuruyordum. Geçen günler on ikiyi bulmuştu. Hâlâ Odesadakilerden bir ses çıkma - mişti. Artık ümidimi kesmiştim. O akşam, meyhaneyi kapa - dıktan sonra yanımıza gelen bü - yük kalpli adama: — Gabay, dedim. Hakkımızda gösterdiğin insanlığın karşılığını ödemekten âciziz. Sana burada gerçekten büyük bir yük, işine de engel olduk. Fazla olarak bizim yüzümüzden başına büyük bir teh like gelmesi de mümkündür. Ha- valar da biraz yumuşadı. Bizi Adamcağız bu teklifim kar- şısında şaşaladı. Gözleri yaşardı ve: — Gelmesi ihtimalinden bah - settiğinibz tehlikeyi hatırıma bile getirmedim ve getirmem de, Yalnız beni bir nokta çok üzü- yordu. Hükümet bizi de silâh al- tına çağırdı. İki gün sonra Mos - Yazan : —' — Sabahtanberi başımırtf ustune gölgesini takıp tepemde havan dö- vermiş gibi hep güm güm edip hiç ilerlemiyen bu matah nedir? Yok- sa göklerde yine harp oluyor da a- teş ilâhı Vülkan Etna yanardağın- daki demirhanesinde ilâhlara ok döğüp yetiştirmekle mi meşgul o- luyor? diye sordu: Esosetler gülmekten katıldılar. — Hayır, dediler. Tepemizde mıhlı duran şeye vapur derler, içi fâni insan dolu. Bir gün doğar yâ— şarlar, bir gün de biter ölürler. Ya- şarken kendilerine biçtikleri bir çok tahdidat vardır, o tahdidatın a- rasına kendilerini hapsederler, El- lerine geçen kısacık vakti öyle saç- ma sapan şeylerde kullanırlar ki, deme gitsin. Yapmak isteyip de yapmıya korktukları, ve yapmak is- temeyip de kendilerini yapmak mecburiyetinde tuttukları şeyleri yapa yapa yanıbaşlarından geçip giden hayata budala budala bakı- nırlar. İşi ciddiye bindirdiler mi idi, dünyada ne kadar hava varsa zehirli gaza., ne kadar demir çelik varsa kafa patlatacak gülleye çevi- rirler. Bunu duyunca Posaydon şaştı: — Aman kendilerini bu kadar zahmete sokmasınlar. Mademki top yekün gürleyip gitmek istiyorlar, ben yeri gökü biribirine karıştıran bir fırtına çıkarırım. Esosetler: — Aman Posaydon onlara hor bakma. Onların lâyemut bir sev - gisi ve gönlü olmasa, hiç gönüle malik olmasını isterler mi? Ve bir gönülleri olmasını istemeselerdi, ço- cüukluk çağındalarken bile seni hiç ya gitmek yim. y mı idi? diye bağırıştılar. Posaydon düşündü. Okyanusun dibi süküt kesildi, Sonra titredi. — Öyleyse söyleyiniz. Bizim çi- lingirbaşı Vülkan'a şu vapura bir halt eylesin, beni yaratmış olan şu insanların zincirlerini kırsın, dedi. D eniz seyahat'nin insanlar ü- zerinde mutlaka müthiş bir uyandırıcı tesiri vardır. Neden? Belki insanlar denizde işsiz kal- dıkları için. Belki de... hele bu da- ha muhtemeldir... İçinde yaşan- masına alışılmış bulunan muhitin değişmesi, Etrafta sabahtan akşa- ma kadar görülmesine alışılmış ©- lan, hep yerinde durucu hep ufku kapatıcı apartımanlar, sokaklar, insanlar yerine göz alabildiğine u- fuklar; açıklıklar, dalgalanan, oy- nıyan değişen sular seyredilmesi; şehirde ve köyde yaban otları gibi türeyip üremiş kanaatleri temelin- den sarsar. İşte bu Posaydon'un tesiridir. Arşipelin dünyada hiçbir deni- zin erişemiceyeği mavisi Posay- don'un üfürdüğü bir sağanakla ko yulaştı. Rüzgâr püfür püfür esi- yordu. Üstlerinde apaydın gök, iliklerini bile aydınlatıyordu. Şa- rap gibi bir havaydı. İnsan içinde bir şarkının ötmiye başladığını du yuyor. Sanki gönlü ümitlerle çıl- dırıyor, inançlarla sarhoş oluyor- du. İnsanların gözleri de bayağı lerine bırakmıştım. Sabah yak - laştıkça ayaz 'şiddetini arttırıyor, sivri dişlerini kudurmuş gibi her tarafımıza batırıyordu. Bereket versin, bizim şefkatli Angelikanın getirdiği votka tene- kesine. Eğer o da olmasaydı, ara- bamız hiç şüphe yok ki, dört ce - naze ile (Firişko) köyüne girecek, Gabay Nikolayefin meyhanesi ö - nünde duracaktı. Çünkü, tahmi - nim doğru çıkmıştı. Ortalık ağar- mağa yüz tuttuğu bir vakitte hay- vanlar bahçelik bir köye girmiş, henüz kepenkleri — açılmamış bir dükkânın önünde durmuştu. Ara- badan atlar atlamaz koştum, hay- vanların gözlerinden şapır şapır öptüm. abay Nikolayef, bizi. cidden dostça karşıladı. Dükkâ - nınin arka tarafında sıcak bir oda- ya aldı. Hayvanları ahıra saldı ve kucaklıyarak odaya getirdiğimiz zavallı (Panoy) un donmuş tese- dine baka baka ağlamağa başla - dı. Şimdi sizden saklıyacak deği - lim a, doğrusu bu sıcak odaya ka- vuştuktan, biraz ısınıp uyuştuk - tan sonra, ilk hissettiğim ihtiyaç ağlamak değil de biraz uzanmak oldu. Üçümüz de uyumuşuz. Hem de ne kadar — biliyor musunuz?.. O gün akşama ve o gece sabaha kadar. Yani tam yirmi dört saat ve hattâ kımıldayıp kıpırdama - dan. Biz uykuda iken zavallı "Pa- nOY» gömülmüş bile. Uyandığım zaman “Gabay,, o- damızda ocağa odun atıyordu. Kı- mıldandığımı farkedince baş ucu- ma geldi. Tatlı bir dil, güler bir üzle: yuî Beni, dedi. Meraktan çıldırt- tınız. Bu derin uykunuzu donma- d.ın sandım ve çok — tasalandım. Nasıl rahatsız olmadınız ya?.. Kalkmak, bu iyi kalpli - adama sarılmak, şükranlarımı anlatmak istedim. Fakat kımıldıyamıyor - düm ki. Adamcağız dükkânında, evinde ne bulduysa üzerimize yığ miş. Zorlukla kalkabildim. Sarıl - dım, 'kokladım, minnet ve şükran borçlarımızı ödemeğe — çalıştım. Gerçekten (Babay) da kardeşi An ÖĞÜT HIÇKIRIĞA İLÂÇ... Korkutmaktır, derler. Çocuk hıçkırmağa başlayınca onu yalan- cılıkla, hırsızlıkla itham ederler, çocuk şakayı sahi sanırsa hıçkırı- ğı kesilir. Bunu herkes bilir... Fakat sayın okuyucularımız- dan Bay Sa. hiçbir şeyle korkutu- lamıyacak babayiğitlerden olduğu için gazeteye gönderdiği bir mek- tupta hıçkırığın nereden ileri gel- diğini ve buna karşı ne gibi ted- birler alınması lâzım geldiğini so- ruyor. Okuyucumuzun hakkı da var, çünkü her hıçkırık yalnız korku ile geçmez. O türlüsü ancak ço- cuklarda fazla yemekten — yahut dokunacak bir şey yedikten sonra gelen hıçkırıktır.. Pek küçük, meme emen çocuk hıçkırınca sü- tü fazla geliyor demekti*, onun İ- çin meme vermek müddetini kı- saltmak lâzım olur. Çocuk olmıyanlarda da mideye dokunan bir şey ved'kten sonra hıçkırık gelebilir. Fakat çocuk ol- mıyanlar arasında en çok hıçkı- ranlar alkol kullananlardır. 0- nun için hıçkırık gelip te öyle haf- talarca sürerse İnsan her şeyden önce rakı içip içmediğini hatırla- mağa çalışmalıdır. Az, şöyle ape- retif kabilinden bir iki kadeh bile içse, hıçkırık rakmın mideye do- kunduğunu haber verir. O zaman ya rakıdan vazgeçmek yahut hıç- kırığa katlanmak zaruri olur. Şu kadar ki hıçkırığa katlanıp ta İç- meğe devam edilirse alkol başkâ m.rıı.'_.ldC—“. LA:,_ tikmez. Hıçkırık yalnız. mideden — gel- mez. Karın hastalıkları en ziyade karın zarının iltihabı, karnın yu- karı kısmında bir çıbanı zatül- cenp, yüreğin etrafındaki — zarın iltihabı da hıçkırığa sebep olur... Bazı ağır hastalıklarda hıçkırık gelmesi fena alâmet sayılır. Fakat bunl hewi hekimi h“tlhğ! teşhis etmesine bağlıdır. Sinirli bayanlı bazıl larlar. Bunların da çoğu yapma- cık sayılabilir. Bu türlüsü korkut- makla gecmezse de, hastalığın gerçek olduğuna — inanılmıyarak hıçkrran bayana ehemmiyet veril- meyince hıckırık kendis'ne lü- zum kalmadığını anlıyarak kendi kendine kaybolur... Bir de salgın htekırık —hastalığı vardır. Yirmi yıl kadar oluyor, Avrupada bunun büyük bir salgı- nı görülmüs, o vakit İstanhulda da salgın hıckırığa tutulanlara tesa- düf edilmisti. O danberi de denizimsi olmıya başladı. Açık de- nizlerin koyu mavileri, koyu ye- şilleri, leylâkilerile, kapkara ka- rarışları biribirini kovalıyorlardı. Çakırların bakışı çakır, elâların e- lâ oluyodu. İnsan yavaş yayvaş kendi kendine şu insanlar ne gü- zel şeylerdir diyor, ve gözünü bakışların üzerinde çepçevre dola- yordu O bakışlarda, engin, yapa- yalnız, kıyısız bucaksız açık de- nizleri, en güzel kara parçasından bin kere daha güzel âlemlerin Ü- midini görüyordunuz. İnsanları yavaş yavaş kendi egoizmlerin- den, hergünkü alelâde çerçevele- rinden, kendilerinden geçiren, aş- tıran, taştıran Posaydon'du. Artık © konuşuyordu O ancak bir ses ol- muştu. Ve insanın iç kulağına fı- sıldıyor, tan yerinde, kızaran ışık gibi, insanın gönlünde, müstakbel arada sırada salgın hıçkırığın adı işitilir. 1 Bunun salgın olması bulasık- lığı gösterir, Üc dört gün süren bir tefrih devri bile vardır. Sonra bütün vücutta kırıktık, yorgunluk hissedil'r. Hararet derecesi de bi- raz yükselir. Avni zamanda bu- runda ve gözlerde nezle de oldu- ğundan rahatsızlıği İnsan soğuk algınlığından gelmiş sanır. Halbu- ki arkasından . htektrik mevdana çıkar. Durun dururken. günde iki defa, üç defa gelen, fakat geldiği vakit yarım saat, bir saat devam eden bir hıckırık nöheti. Hem de bir dakika içinde altıdan on beş defaya kadar sık sık... Hıçkırık nöbeti gelince İnsan yemek ye- mez, söz söyliyemez. Bazıları hıç- kırık korkusundan uyku'/-ını bile kaybederler, halbuki uykuda hıç- kırık gelmez, Bereket versin ki, bu salgın hıçkırığın başka ehemmiyetli alâ- metleri yoktur. Hırekırik nöbetleri insanı sıksa da, korkutsa da birkaç gün içinde geçer. Bu salgın hıçkırığı bizde uyku hıştılığı denilen ansefalit hasta- hğile karıştırmamak lâzımdır. O hastalıkta da hıçkırık olur ama bu salgın bayağı hiçkırık ondan ayrı bir şeydir ve arkasından hiçbir sa- katlık brrakmadan geçer gider. Hıçkırık - nöbetlerinde kullan- :nnlı îçin reçete verecek hekim bu- M ü beti olmryan zamanlarda durup dururken hıç- kırığan hmerıqcıkırmıhhıı— ğinız yerde bir şeker par- K | Bin e: A ı 'ı'_ ke ile - bulursanız - birkaç damla eter damlatarak onu yersiniz. imkâ dünyaları ümitlerle im- kâna uyandırıyordu. K aralar ancak iki ay sonra ışı- ğa cevap vererek ilkbahar- da uyanırlar. Deniz en uzak yıldı- zın sesine med ve ceziriyle hemen o anda cevap verir, Kardeş yıldız- ların çağırışına Posaydon dünya- nın “Selâm sana,, diyen dilidir. Yıldızlara “Bak sırtımda taşıdığım insanlarımı, yavrularımı ben ne kehkeşanlardan öte taşıyacağım , diye bağırır. Vapurdaki — yoliular ribirlerine — öylece — pırıldaşmi- ya koyulmuşlardı. — Biribirlerile konuşmaktan, mevki bilmezlikten çekinip kaçınanlar, insan gönlün- den insan gönlüne bu ayırıcı hiye- , rarşik uçurumu aşan sempati lâ- miseleri uzatıyorlardı. Halbuki o ane kadar biribirlerine uzatılan kolları, hep kırıp, bir filizi kopa- rırcasına koparmış olan âdet, hük- münü icra edemiyordu. İçlerinde- ki bir zincirin kopmuş olduğunu oracıkta gören insanları hoş bir hayret sarıyordu. Bir aralık, kendi kendine “o ka- mara yolcusu, bense güverte yol- cusuyum, ben ona bakmamalıyım,, diye düşünerek ciddi olmıya ni- yetlenmiş, ve başını başka tarafa çevirmiş olan bir gencin bakışı, kendiliğinden kızdan tarafa kayı- da — bi- Halikarnas Balıkçısı Vy;c_iıfı. Hem de asıl fenası dudak ucundaki gülümsemeyi, ne de etse bir türlü ciddiyete düzeltemiyor- du. M O semapti gönlünden geçip yü- züne gelince bu sefer tebessüm et- miyen bir yeri kalmıyordu. Ve bütün gülümsiyen varlığı! yılfhz- ların şan parlıyan çakışı gibi, öte- kinin sempatisine cevap oluyordu. Bir insan başına gerdanına kadar inen bir kara kokoleta geçirmek ve başını örtmekle başını, gözünü, burnunu berhava mı eder ve başı gözü burnu olmadığını mı ispat e- der? İnsanların gönülleri Posaydon un serin esen o rüzgârında çırçıplal kendi oluyordu. Bakışanlar hayat- larında ehemmiyetli saydıkları o bomboş hiyerarşik hayali dün- yaların; hakiki dünyanın tâ kenarına getirmişlerdi. Ikisi de birden hür bir kahkahanın tekme- siyle o saçma şeyi boşluğa fırlatı- verdiler. Ve biribirlerile mektep- te ezberledikleri ilmi kimya ve hendeseden bahsettiler. Gönülleri kabuklarından, egoizmlerinden fır layıp çıkmıya hazırlanan yemiş- ler gibi ermişti. anı başlarında kalender Mehmet Efe, güverteye ser- diği kilime yirmi dokuzluk şişe- sini karşısına almıştı. Zeytin me- zesiyle çakıştırıyordu. Zeytin çe- kirdekleri, Posaydon'un tahtından aşağı yuvarlanıyorlardı. Tâ dipte budala bakışlı, yayık ağızlı hanos- lardan biri kelepir buldum diye çekirdeği yuttu. Karşısındaki ha- nos, yangözle ona koca bir kirpik- siz bakış kaydırdı. Vay o yuttu ben yutamadım diye ağzı sulandı Bir iki geviş getirdi. Çekirdeği yu- tan Hacı Recep adlı hanos kati lokmayı geveliyemedi. Kustu. Göz lerini fıldır fıldır çevireni: “Hah kelepir benimdir!,, dedi. O kadar aç gözlülükle yuttu ki muvazene- sini kaybetti. Tazyikine alışmış ol- duğu iki yüz kulaç diplerden bir mantar gibi yukarıya doğru fır- ladı. Ve seviyesinden yukarı çıka- rılan her balık gibi birden foyası meydana çıkarak, makadı ağzın- dan patladı. Çatlamış balık deni- zin yüzünde ters gelerek karnını güneşe verdi. Yukarda kalender Mehmet Efe boyuna kafayı çekiyordu. “Neden efendim çekmiyeyim. İçtikçe da- marlarımdaki kanı bal ve ateş sa- nıyorum,, diyordu. Yanı başındaki Hacı Halil hamir içene sırtını çe- virmiş, gözlüklerini takmış halebi tefsirini okuyordu. Küpeşteye da- yanarak kimya ve hendeseden bahseden çiftin kahkasını duyan kalender; makaraları salıverdi. Ha cı Halil de ne kadar gayret ettiy- se kendini tutamadı. O da güldü. İçinden “Galiba kahkahayı fazla hızla salıverdik, abdestim bozul- du 'zaten,, dedi. Gözlüklerini ç- kararak — sayfayı kaybetmemek için, cildin arasına koyup kapadı. Etrafına göz gezdirdi. İçinde tuhaf bir neşe vardı. Siftah olarak ken- di gözleriyle bakıyordu. Zaten bü- tün Hacı Davut vapurundakilere ayni hal vâki oluyordu. Ortalığı bir samimiyet ve safiyet sarıyor- du, Bir kaç saat evvelisine kadar meselâ elbisenin astarı içe, yüzü de dışa gösterilmesi gibi, fena sa- yılan şeyler içe gizlenir, ve iyi diye tanınanın maske gibi yüze gi- yilirken artık herkeste bir içini aç- mak özleyişi vardı. Vardı amma © kadar. u sırada Vülkan işe girişmiş- ti. Ambardaki yolcular bu- runlarını havaya kaldırmışlar, baş larını çepçevre döndüre döndüre kokluyorlardı. Ortada tüten lâm- ba isi gibi bir koku vardı. Yolcula- rın birisi “a canım zift kokusu- dur!,, dedi. Mektebe giden talebe- nin biri de “öyleyse sıhhate çok nafidir,, diye cevap verdi. Fakat ambarın tavanına biriken sarımtı- rak duran yavaş yavaş aşağılara sarkıyordu. ; (Arkası ve sonu yarın)