m Nihayet Trene Binebilmiştik Polis, İnfilâk Esn Söylediği İçin Koniro B en de avukatın söyledikle - i sol tarafımda (oturan Hüseyin çavuşla Mustafaya, türk- çevirerek söylüyor, metin 0 malarını tenbihliyordum, amma ben de böyle bir tenbihe muhtaç” tım, meraktan, korkudan avukâ tin bu kuvvetli sözleri, Kurtuluş kulağımda bir sivri sinek vızıltısı kadar bile tesir yapmıyo” du, yapamıyordu. İstasyon civa - rında bulunan bütün araba ve 019” mobiller hep hâdise mahalline gör deriliyordu. Bekleme sslonuna her gelen yolcu, çok acı ve acıklı b - berler getiriyordu. Fabrikanın bir enkaz yığını halinde yandığın. binlerce amelenin parça parça > duğunu, yaralıların taşınmakla bi mediğini söylüyordu. Tabi, hiç te mübalâğa olmıyan bü leri beni renkten renge sokuyo” lecanımı yi Bu esnada tren bir İstas - lis kordoniyle çevrilmiş yonun bütün kapıları ei ei ferlerle tutulmuştu. Bu ar? > leme salonunun kapıları d rapi mıştı.. Büyük ve küçük vi yedi zabit ile hir o kadar pole şe- fi de yolcuları birer birer SOrgü- yi slamışlardı. Bizim ya çekmeğe baj ün yanımıza, başi , bir binbaşı ile yakışıklı ve tath bakışlı bir mülâzim gelmişti. Bin- başı sorguya başlyacağı sirada, bizim avukat Marinofeski iki a - dım ilerlemişti ve: -— Kumandan, ben avukat Ma- inoteski. Şu üç ermeni ile bera- Moskova hukuk mehkemesi- ne gideceğim. Tam trene birimek üzereyken bu acıklı ve esefli hâ - dise oldu. Şahsıma ve yanımdaki ermenilere alt resmi vesikalar iş- te, asker ve PO paz ve elindeki zerftan çı » kardığı bir kâğıt tomarını uzatmıştı. Binbaşı her halde bi - zim avukatın sözlerinin doğrulu- ğuna inanmış olacaktı ki, kâğıt - lara, el uzatmak şöyle dursun, bak mamıştı bile, Yalnız, avukatın bir sağında ve binbaşıya karşı ihtiram vaziyetinde, dik dik duran polise dönmüştü ve sormuştu: ç — Memur efendi. Kaç saatir burada bulunuyorsunuz?” — Kumandan, iki saattenberi istasyon nöbetçisiyim. — Şu halde patlama esnasında, burada bulunduğunu gördüğünüz yolcuları birer birer bize gösteri - Biz. Kardeş polis ilkönce avukatla bizi göstermişti. Vazifeye geldiği zaman, papazla madamları salon - da otururken gördüğünü söyle - mişti. Madamlarla papaz da po * Misin sözlerini tasdik ettikten bağ ka, avukatla bizim tam trene bi - neceğimiz sırada, patlamanın vu kubulduğunu söyliyerek bizim va- ziyetimizi sağlamlamışlardı. Ar- tık bizim bu hâdise ile alâkalı ok madığımız anlaşılmış, kordon &- tında bulunan trene girmekliği - mize müsaade olunmuştu. A kapının eşiğinde duran suratsız binbaşının önün - den nakıl geçtiğimi, kendimi kom partımana nasıl attığımı sakın 80£ mayın. Çünkü, idam sehpası al - tından kurutulan bir suçlu ka” dar sevinmiş, benliğimi kaybedi- vermiştim. Hiç bir hareketimi farkedememiştim, Biz Komgarti - mana girer girmez kapıya bir NÖ betçi dikilmiş, dışarıya çıkmamız da yasak edilmişti. İk! saatten fazla süren Mn »ntrolü bittikten sonra tren! bereketine müsaade edilmiş. Ban bütün hayatımda o günkü kadar sevindiğimi, taliin bana © güne kadar müsait davrandığını v5 hatırlıyamıyorum. Tren sarsıntı larla yavaş yavs$ istasyondan Çi- karken artık kurtulduğumuza yolcu olarak inanmış, Marinofeskinin boynuna sarılmıştım. Hani o sıra - da yanımda sekiz b.n değil sek - sen bin liralık Alman çeki bulun- saydı, hiç te düşünmeksizin, yekün komitaya bağışlıya çekleri Marinofeskinin önüne va - çacaktım. âdise tabii her tarafa akset - H mnişti. Petersbı n ra, o gece uğradığımız dokuz is- tasyonda da sıkı bir kordonla çev. rilen trenimize kontrolsüz niç bir yolcunun binmesine müsaade edit. memişti. Saatler, günler, geceler geçtikçe biz de sakinleşmiş, hele- can ve heyecandan kurtulmuştuk. Moskovaya vardığımız an, matmazel Angelikayı istasyonda bulmuştuk. O Bizi Marinofeskıden almış, hiç bir söz söylemeden ha - a bulundurduğu bir arabaya çar çabuk sokmuştu. Yolda tasalı bir yüzle: — Siz, demişti. Bize iyi haber- lerle geldiniz. Fakat ne yazık ki, biz sizi kara haberler vererek kar- şılıyoruz. engim sararmış, yüreğim de kararmıştı. Kızın gam sü - zülen yüzünden Hüseyin çavuşla Mustafa bile felâket sezinlemiş « ler, gözlerini gözlerime dikmiş - lerdi. Ben de meraktan çatlıyor, mn - hatabımdan, şu kara haberler ne- dir, diye soramıyordum bir türlü. Yarım saat sonra kapısından gir - diğimiz evin avlusunda, bizim Ni- kola Dünitriyef ile yüz YÜZE gul miş, kucaklaşmıştık. Başardığımız büyük işten dolayı bizi tebrik edi- yor, ayrı ayrı öpüyordu bizi. Ben Angelikaya, vereceği kara haber- leri sormağa hazırlanırken Nike- la elini omuzuma koydu ve: —— Sadık, dedi. Oknita fabrika. sının atıldığını Odesa gazetelerin- de okuduğumuz zaman, çıldıracak kadar sevindik. Fakat birbiri üze rine aldığımız iki kara haber, bize sevinçlerimizi unutturdu. Evvelâ Agelikayı, sonra da beni Moska - vaya getirdi. Fakat şunu gn bi liyeyim ki, tehlike bizi ve #izi korkutacak, düşündürecek kadar yakın değildir henüz. Bununla be raber.. » X Nikolanın sözünü kestim ve: —— Rica ederim, dedim. Bizi teselli dersin. Evvelâ şu Me nedir, onları söyle. —— Ne olacak, Bulgarlar da Si birlik oldular ve İli eri karşı harbe atıldılar, Bu sebeple bizde saklı bulunan portlarınızla yola devam © - zo imkânı kalmadı. İkinci kara ber de Oknitanın havaya uçu - Bulgaristan Rusye- pi ilan etmesi ya KA ği için, bu facla 7) Bulgarlar tarafından yapıldığı hakkında bizim hükümetle, ka- ; klinde bir şüphe uyanma - sebep oldu. Her tarafa Bul - ın tutulup hapsedilmesi er türlü sına arları Z verildi. Bunun içip her ihtimalleri gözönüne aldık, burs - da sizi karşılamağa geldik. Jarım suya değmiş, teh - Di büyüklüğüne aklım işti şimdi. Fakat Petersburg daki muhakkak olan tutulma ve Me tehlikesinden kurtaran ka - taltin burada da bizi sevim- vi ği ümidi uyanmıştı içimde Me için hiç te telâş gösterme » “etim, Arkadaşlarıma bir şey sez 5 beraber Nikola ve karşı da çok metin ve kararını vermiş- çen ataplarım, verdikleri ka- tem ebelerin bende bıraktığı te - pe araştırır gibi, dikkatle yüzü - ine bakıyorlardı. Bakışları, tavır- dirmemekle AAngeliksya var örünmek asında İstasyonda Bulunduğumuzu iden Kolayca Kurtulmuştuk ları teessürlerinin, samimil'klerinin derece ve kuvvetini açıkça göste- riyordu. Kendimi zorla gülümser gibi gösterdim v — Dostlarım, dedim. Komitanı- zm ve bilhassa şahıslarınızın hak- kımızda besled ğini şimdi de eser le sen im kardeşlik duyguları bildiğim ve rini tekrar görmek- katşısında kendimizi hiç te tehli- kede görmüyorum. Dostluğunuza, yardımlarınıza o kadar güveniyo - rum. Sonra ileri sürdüğünüz 86 bepleri de pek o kadar ehemmi - yetli bulmuyor bunların bizi yo- lumuzcan alıkoyabileceğini um - muyorum. Yolumuzu değiştirmek, büşka vasıtalardan istifude etmek suretile 89; timize devam im - kânlarım da araştırabiliriz değil mi?.. N ikola, gururu okşanmış bir adam memnunluğu ile zü - Jümsedi ve: — Biz o cihetleri de düşünme - dik değil, Sizi bir iki balta bur daki kardeşlerimize misafir etme- yi münasip bulduk. Tabii, etraf - tan vaziyet hakkında alacağımız haberlere göre de size başka yol - lar ve emniyetli vasıtalar bulma- ğa çalışacağız. Hele bir kaç gün geçsin bakalım, (Devamı var) Yazan : me Y unanldarın bir çok mitolo- jk ilâhlar yarsttıklarına şaşmamalı, İnsan bu kadar açık ve lekesiz bir gükün mavisini solu - yup gördükçe gönlünü inanç de- derecesine yükselen bir ümit sa- riyor. İklim hakikaten ilâhlara ğ bir iklim. Tenha bir kı 1s- 8ız engine, berrak göklere, baktığı- nız zaman, ağaçların rüzgârda, dal- gaların kumsalda, mavilerin gök- te bir yalvarışı vardır. Aman biz- leri ıssız ve insansız bırakma, diye insan koynuna sokulan esiri bir ri- caları vardır. Bundan dolayı bütün bu tenha güzellikleri, insan; o gü- denizi Afroditle, gi Apolloyla, zelliklere lâyık ilâhlarla... meselâ kıyıları suları Ninf, Driyad, Nai- yad, ve sirenlerle süsler. Kıyılar- da, çalılar arasında oynaşan, fısıl- daşan, gülümsiyen bu periler, kı yıların, suların yalvarışına İnsan gönlünden kopan cevaptır Filvaki o diyarda bir bekleyiş sezilir. San- ki kıyılar, “acaba bu güzel yeryü- güne lâyık insan ne zaman gele - cek?,, diyen ve susup bakan bir sü- küttur. B u bekleyişin heyecanile Ar- şipelin mavi koynuna atılan Kriyo burnu, güneş Anadolusunun sanki lisana gelen bir dilidir. İşte tam bu mevzuubahis dakikada Ha- cı Davut vapuru Kriyo burnunun ucundaki Kid harabesini kıyılıya kıyılaya geçiyordu. Durgun deni- ze masmavi bir iz, gök mavisine de kapkara bir duman çizgisi uzatıyor- du. Pat pat ederek çabalıyur, İLOKM .GO3UJT Küçük, memedeki yahut em- zikteki çocuk soğuk alınca göğüs hastalıklarından birine tutulması ihtimali daha çoktur ama, sadece ishale de tutulduğu olur. Cocuk- larda barsak hastalıkları daha zi- yade yazm, sıcak mevsimde gö- rüldüğünden kışm çocuğun karnı bozuldukça, annesi kendisini ü- şütmüş te, sütü bozulmus ondan çeuğu İshale tutulmuş derler, Vâ- kı annesi fazla ve karışık yiyin- ce, bir şeye üzülünce, muayyen günlerini görünce de memesini emen çocuğun karnı bozulur. Fakat şişede inek sütü emen çocukların da kışın ishale tutul- dukları vardır, O zaman da, sütü veren İneğin soğuk almış olması hatira gelebilirse de kış mevsim- lerinde inekleri sicak yerlerinden pek te çok dışarıya çi Sonra da ineklerin in: soğuk alıp almadıkları iyice bilin- mez... Onun İçin memedeki yahut emzikteki küçük çocuk ishal olun- ca, memedeki çocuğun annesin den, emsikteki sütün sahibinden önce çacuğun kendisinin soğuk a- larak karnını üsüttüğünü hatıra getirmek belki daha doğru olur. Bir kere çocukların o kücücük vücutlerina nisbetle derilerinin sathi cok geniş olduğundan cocuk olmıyanlardan daha cabuk üsüve- rek soğuk aldıklarını bilirsiniz. Kücük çocuğun pek sıcak bir oda- da hile kundağı acılarak altı de gistirildiği vakit aksırmağa baş- ladığına elbette dikkat etmissinl: dir. Kundağın içerisindeki hararet sicak odanın bile hararetinden fa la olduğundan çocuk gene üşüyor demektir. O vakit karnı da açık olunc: Sonra da kücük çocukların bar- sakları bozulmağa, o büyüklerin barsaklarmdan pek çok ziyade temayiil gösterir. Bunun da sebe- bi çocuk barsafmın - hele İlk av- lar Icinde » pek cok islemesidir. Cocuk cüsselne nisbetle büyük- lerden fic mlali fazla gıdaya miih- | tactır. Meselâ minimini bir cocu- ğun günde 150 gram süt emmesi- ni belki pek hafif bir iş bulursu- nuz. Fakat bunu çocuğun cüssesi- ne nisbet edersenix, 70 kilo ağırlı- ğında bulunan babasınm günde on buçuk kilo süt iemesi demek- tir. Bir günde o kadar süt İçen bir adamın midesi ve barsakları AN HEKİMİN ÇOCUK SOĞUK ALINCA... ne kadar işlemek lâzrm olduğu” nu düşünürseniz, küçük çocuğun neden dolayı karnı bozularak pek | çabuk ishale tutulduğunu da an- larsmız... Anne sütü emen yahut İnek sütle beslenen çocukların barsaklarındaki mikroplar arasm- da da haylice fark bulunduğu için annesinin sütünü emmek icin dün- yaya gelmiş olan çocuk inek süti- le beslenince barsakları daha ça- buk bozulur ve kışm da daha ça- buk İshale tutulur... Bereket versin ki çocuklarda kışın meydana cıkan, Yazin gelen ishaller gibi tehlikeli değildir. He- men başlangıcında dikkat edilerek önü alınırsa birkac gün içinde ge- çer. Çocuk o birkaç gün icerisin- de ağırlığından biraz kaybetse de ehemmiyeti yoktur. Ancak kış İs bali ile yaz ishalinin bir farkı var. dır. Yazm çocuk çok hararet kay betmiyeceğinden ishali varken 80- ğuktan muhafazasma o kadar ih- timam lâzım olmadığı halde, kışın ishal varken soğuğu karsı muha- İazasına daha ziyade dikkat etmek Jâzımdir. Meme emen çocuğun İshali da- ha çabuk geçer. Memeyi biraz da- ha fasılalı, hem de sütü daha az vermek yetişir. Annesi de fazla kalan sütünü sağsrak rahatsizli- ğımdan kurtulur. Fakat meme e- men çocukta da ishal İle birlikte ateş olursa ve İshal fazla gelirse o vakit ona da emzikte İnek sütl- le beslenen cocuk gibi hemen sa- de su vermelidir. Fakat emzikle beslenen çocuk- ta ishal hafif te olsa hemen sütü keserek yalnız kaynamış su ver. mek ihtiyatlı olur. Suyun miktarı çocuğun emdiği süt miktarinın ay- ni olur. Cocuk kay etmiyorsa su- yun zamanları da gene süt gibidir. Az kay ederse, su saatte bir defa, yüzer genm kadar verilir, çok kay ediyorsa kasıkla azar azar ve da- ha sık olarak. Böyle yalnız kaynamış su, cek defa, ishali geçirmeğe yetişir. İs- hal azaldıktan sonra pirinç suyu. yabut arpa kaynatılarak onun su- yu veya sebze suyu verilir. Daha Sonra da yavaş yavaş gene süte alıştırılır. Cocuğun karninin üzerine sicak su İle pansıman yapmak, bacak- ez pamuk sarmak ta fayda ve- İr. Halikarnas Balıkçısı Vapurun içi kalabalıktı. İnsanlar sanki anbarlarda, kabinlerde, gü- vertede biribirlerinin üzerine tepil- miş kakılmışlardı. Usullacık şura- cıga tüküreyim derdiniz. Fakat ne- reye tükürürseniz tükürün, mut - laka insan yüzüne tükürürdünüz. Denize tüküreyim derdiniz. Rüzgâr dolayısile kendi suratınıza tükü - rürdünüz. İçtiğiniz sigaraların izmaritini atacak yer bulamadığınız için, hap gibi kendi ağzınıza atıp yutmak mecburiyetindeydiniz. Vakia orta- da Amiraller gibi giyinmiş, apolet- Hi, kordonlu garsonlar geziyorlar» dı; fakat yüz numaranın kapısının kulpu, kapının iç tarafındaki kul. pu ile münascbetini kestiği için, dön dürüldükçe devri daime «müpi gibi dönüyor, fakat kapı açılmı - yordu. İçerdeki mahbus kaldıkça, dışarda tabur tabur çoluk çocuk kalabalığı, yerlerinde sayıyorlar - mış gibi, tepine tepine donlarına yazık ediyorlardı. Vapurdaki insanların biribirine insani cazibesi, vapurun bilet ta - rifesine, dolayısile haysiyet dam- gasına çatıyor. Gönül veren insan- Jar biribirlerine gönül bağlıyamı- yorlar. Fakat göklerin yıldızları gi bi biribirinin etrafında hiycarşik mesafeleri muhafaza ederek dolan yorlardı. Vapur yolunda gidiyor - du. Hem nizamı âlem, hem de ni- zamı svalem mihverlerinde dönü- yorlardı B u insanların başları, bu hiye- rarşik mesafe ve boşluklar- la dolu tamtakır bir boşluk kumku- ması olmuştu. Birisile konuşur - ken adam alım (satımından dem vuruyor. Mücerret bir âmali erbaa cetveliler lâkırdayorum sanıyordu- nuz. Ötekile görüşünce cebirdeki bir M meçhuliler, berikine danışır- ken, insan değil fakat kâğıttan i- baret bir meşrular ve gayri meş- rular bilânçosile, insani münasebet tesisine kalkışmış gibi gülünç olu- yordunuz. İnsanların gözü ister ça- kır, ister elâ, ister kara olsun, hep- sinin bakışları ayni idi. İnsan gö- zünün bakışı değil, fakat görene - ğin hiyerarşik boşlukların ölü ba- kışı, Bu bakışlarda ancak bir yeye dik- kat vardı. O da muhatabının, konu- şahin ne yolda konuşmasını müna- sip göreceğine dikkat etmek ve tahmin edilen münasibe göre söz söylemek. Muhatap olan adamsa hangi cevabın karşısındaki tarafın- dan münasip görüleceğini tahmine çalışıyor, ve dudak ve dille o ceva» bı tedarik ediyordu. Netice şu olu- yordu ki, herkes, hiç kimsenin için için münasip görmediği surette gürüldeyip duruyordu. Velhasıl in san insanla değil, yalan yalanla ko nuşuyordu. poe hiyerarşik mösafelerin memba bilete verilen pa- ra idi. Hacı Davut vapurunun si- Tindirlerinin cıyaklayışına, gümle yişine karışan insan sesleri bir iti- barla geçim ekmekleri için boğaz- laşan insanların zırıldayışları idi, Her birisi yalnızlıkların en katla- nılmazı, en acısı olan kendi egoiz- minin bilmecburiye prangasına vur rulmuş. Doğuştan için için kaynar yan sosyal 'enstenkti kıskıvrak 6- dilmiş, insan gönlünün merhamet ne kilit geçirilmiş bulunuyordu. Sanki vapurun, evvelâ bileti, son- ra koltukları, karyolaları, kabinle- ri, güverteleri, vinçleri ve y ğın hırdavatı hep birden elâstiki - yet Kesbederek insan gövdesini her taraftan sıkıştırmıya başlamışlar - dı. Meflüçlarda görüldüğü gibi in- sanın kolunu bükmüş, ayağını ez- miş, başmı burkmuş, bütün gönlü- nü tabii şeklinden çıkararak, kar- gacık burgacık etmişler. Öne bak- mak üzere yaratılan göz hep ar - kaya baka kalarak, burkulan boy- nundaki işkencesi dolayısile, göz « lerinden akan yaşlarla kendi ardını slamıya koyulmuştu Anipelin yüzünde oynaşan mitolojik balıklardan iki Korifen balığı ve bir de esoset ala- yı vapurun külüstür demirci dük- kânı gibi zangırdayıp duran gürül tüsünden kaçarak, mor derinlikle- re doğru fırladılar. Bütün engin salınan ve ışıldıyan bir akış idi. İki Korifen oturmıyan, yürümiyen, fax kat hep yüzen o renk renk âlemin içine daldılar. Derinin şeffaf züm- rüdü içinde küçük balıklar, balık ağına yakalanmış yıldızlar gibi #- nen ejderlerin karşısında yavaş ya» vaş, yana çekildiler. Onların gümüş habbeler saçan izlerini esosetlerin piril pırıl yanan kanatlı alevleri ta- kip ediyordu. Balıklar acel acayip taşların arasından geçtiler. Sanki dev gibi insanlara tuhaf tuhaf ej- derler, biribirlerile harp ederken dona kalarak taş kesilmişler, koca enginin kapkara derinliğinden yu- karılara parlıyan, harelenen me * hip bir sığ yaratmışlardı. Sığın set set çıkınlarının altm - dan esniyen mahuf mağaralardan, derinlerin renk renk ejderleri biri- birlerine bakınıyorlardı. Dalga yüz- de salındıkça bütün sığ ve denizin zemini hareketten, musikiden, renk» ten ibaret pırıldaşan bir ahenk olu- yordu. Tâ tepede sapları üzerinde sal- lanan deniz nebatatı bulutlar gibi hep şekil değiştiriyorlar. İstikbal de sevilen ümidin yavaş yavaş erk yerek geçişteki tatlı bir hatıra ok ması gibi, renkler eriyip kayıyor lardı, Sığın üstünde bir loşluk gö rünüyordu. Bu, tahtına oturmuş. denizin ilâhı Posaydon idi. Sanki esatiri geçmişlerin U- zak dibinden bakan gözleri denizin lâyemut derin ve yemyeşil bakışı idi. Eso | setler bu bakışın derinliğine dal - mışlardı. Koyu süküt içinde sanki bir fısıltı duyuldu. Posaydan: