Son Posta 30 Mart 1937 sayfa 7 | Gaste Arşivi

30 Mart 1937 Tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 7

Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

od Mart (— Esi bir Rus Rusların büyük bir zafer diye gösterdikleri bu muharebenin neticesi bilakis Türk denizcilerinin babayiğitliğine yeni ve ölmez bir misal teşkil ediyor A, Cemalettin Saraçoğlu Yazanı Eski bir Rus de - niz sübayının Fran sız gazetelerinde neş rettiği hâtıraların - dan yeni bir parça- Şyı neşrediyoruz: 1915 senesi ikir- citesrin ayında (Ni- kolayef) tersanesin- de inşa edilmiş olan ik — âritnavtımızın teslihatı ikmal edil- miş, bu yeni vahidi harbimiz boyanmış, gicir gicir denilecek derecede temiz bir halde «Sivastopol» limanına gelmiş bu lunuyordu, Dritnavt «Sivasto pol» da bazı ufak tefek — noksanlarını da ikmal etti ve u- mumi karargâhtan verilecek emri bek- lemeğe başladı. Geminin yapacağı ilk sefere çok bü- yük bir ehemmiyet verilmekte oldu - ğundan. dritnavtın bütün zabitleri ve mürettebatı bir an evvel denize açıl - mak için sabırsızlamıyorlar ve hareket emrini dört gözle bekliyorlardı. Bu kadar heyecan ve sabırsızlıkla beklenen emir nihayet ikinciteşrin ayı- nın sonuna doğru çıkageldi. İstisnasız herkes neş'e ve sevinç içinde idi. Çün. kü Rus dritnavtı artık harekete geçecek, mamızın yüreğinden silecekti. Binaen- aleyh emir süvariye tebliğ edilir edil - mez kocaman hattı harb gemisinin için de bir faaliyettir başladı. —Makineler, yardımcı motörler tecrübe ediliyor, fli. kalar, merdivenler yerlerina alınıyor, punteller albura olunuyor hülâsa koca dridnavt baştanbaşa muayene cediliyor- du. Nihayet hareket edilerek mayın tar- lasında açılan geçide doğru ilerlemeğe başladık. Provamızda ve iki bordamızda mu- hafız olarak torpido muhribleri mevki almışlardı. Mayın tarlasından geçe- - ken gemide herkes heyecan ve helecan içinde idi. Öyle ya! O kadar emekle vücuda gel- miş olan bu yepyeni dridnavı bir ma- yına carpmış olsa yoktan emekler. masra''ar heba olur,kendi silâkımız. la ke-di gemimizi batırmış olurduk. Karadenizdeki kuvvetlerimizin hem iftihar kaynağı, hem de istinad direği olan buü yepyeni dritnavlın bir an evve! bu tehlikeli mayın mıntakasın- dan ç :masını arzu ediyorduk. İşte son mayın şamandırasının — nihayetindeki şamandırayı da yuvarlamıs bulunu - yoruz. Herkes derin bir nefes alıyor ve bültün simalar, korkunç bir kâbus- fan uvanmış gibi, gülümsiyor.. «Ka - gül» krüvazörü keşif vazifesile ileriye gönderildi. Dritnavtımızı düşman — denizaltı gemilerinden korunmak için Pronzi -| telni, Derzki, Pilki, Sıçaslivi ve Grom. ki torpidobot muhribleri etrafımızı al- mış bulunuyordu. Kocaman bir bali - nayı düşmanlarından korumak vazi - fesi bamsi balıklarına verildiğini hiç tasavvur edebilir misiniz? Halbuki ha- kikat bu idi ve içinde bulunduğum su mMmuazzam çelik kaleyi düşmanın göı- rünm-3 denizaltı tehlikesinden vika- ye edzcek silâhımız, yan:başımızda hakil” gemiden ziyade çocuk oyunca - ğına benziyen şu minimini tekneler di. İşte etrafımızda köpükler saçarak seyreden distroyerlerden mürekkeb muhafızlarımızla Karadenize açıldık. Hedefimiz Osmanlı İmparatorluğunun «Yavuzr la boy ölçüşebilecek ilk 'günü sabahleyin, boğaz önünde kendi- «Yavuz» korkusunu Karadeniz donan- | payitahtını Karadenizden gelecek düş- mana karşı kapalı bulunduran Kara - deniz boğazı idi. * 1915 yılı ikinciteşrin ayının yirmi altıncı günü guruptan evvsi Karade - niz boğazına varmış bulunuyorduk. Donanma kumandanının verdiği e- mir mucibince torpidobotların bir kıse mı geceleyin düşman sahil bovunca ke- şifte bulunacaklardı ve ancak ertesi ler'ine tayin edilen randevuda isbatı vü- cüd eyliyeceklerdi. Sabahın saat dördüne doğru Ami- ral telsizle torpido muhriblerinir «Kef- ken» den «Şibe» burnuna kadar bütün düşman sahilini taramalarını emretti. Aynı zamanda «Kagul» kruvazörü bo- Baza doğru istikşaf yapması emrini al- dı. Dritnavtın her iki bordasında berayi ihtiyat iki muhrib kalmıştı. «Kefken» istikametine gönderilmiş olan muhribler sabahleyin bu adanın ilerisinde iki duman sütunu görmüş - ler. Filotillâ kumandanı Prens «Tru - betskoy» derhal vaziyeti Amirale tel - sizle rapor etti ve sür'atini arttırarak dumanların üzerine yol verdi. * İkinciteşrinin yirmi yedinci günü sa- Son derecede lâtif bir hava; bir aynanın yüzü kadar cilâlı. Muhriblerimiz gördükleri duman sü- tunlarına sür'atle ilerliyorlar ve biraz sonra bunların mâhiyetleri anlaşılıyor: İki düşman torpidobotile bir deniza!tı gemisi... Denizaltı gemisi muhriblerimizi gö - rür görmez derhal dalmıya başlıyor. Bizimkiler sür'atlerini (26) mile kadar çıkarıyorlar, Aradaki mesafe sür'atle kısalıyor. deniz Nihayet ilk olarak düşman torpido .| ları ateş açıyorlar. Bizimkiler hemen rotalarını değiştiriyorlar ve sü”'atleri- ni biraz daha arttırıyolar ve bir müd - det sonra bu sür'at haddi âzâmiyı bu - luyor. Düşman ateşine devam ediyor, De . nizaltı gemisine gelince kim bilir bel- ki de pek yakınımıza sokulmuş bizi ze. hirli iğnesile zehirlemek için fırsat gö zetiyordur. Düşman mermileri etrafımızda kü - meleniyor ve bazıları oldukca yakını- mızda suya: düşerek infilâk ediyorlar; yüksek su sütunları kaldırıyorilar. Saat tam dokuzu otuz sekiz dakika geçe filatilâ kumandanının forsunu taşıyan müuhribin direk cundasında: — Başla ateş!.. İşareti uçuşmıya baş- ladı ve zaten ateşe hazır duran toplar deniz subayının hatıraları İki Türk ganbotu ile dört Rus muhribi arasındaki muharebe SON POSTA B yaylımı takip edi - yör ve devamlı bir uğultu halinde top- lar biribiri peşine a- teş ediyoriar. İlk mermilerimiz. den hemen hemen hepsi düşmanın ge- risine düştü. İkinci salvomuz düşmanın daha yakınında kü- melendi. — Üçüncü, dördüncü ve beşin ci salvolardan son . ra ateşimizi nihayetl tanzim etmeğe mu- Vaffak olduk. Şimdi artık obüslerimiz bi rer birer düşman teknelerine isabet e diyorlar. Ateş açtıktan ta. | mam bir saat iki da İ kika sonra ateşi kes. HYi tiğimiz zaman düş- man torpidoları ateş ve duman içinde kalmışlar, alev alev ya nıyorlardı. Bacaları, direkleri devrilmiş tek neleri delik deşik olmuştu. Buna rağ - men Türkler kahramanca mükavemet ediyorlar, teslim olmuyorlardı. Düşman denizaltı gemisine gelince, gemilerimize bir kaç defa hücuma kal- kıştı ise de bu hücumlar muvaftfaki - yetle tardedildi. Filotillâ kumandanı Prens »Trubets- koy» un muharebenin devami müdde- tince donanma kumandanına gönder - miş olduğu telsiz raporları şunlardır: «Saat 9,38: Boğaza doğru rota tut - muş olan iki düşman torpidobotile har- be tutuştum. Seyir istikametimiz batı» «Saat 9,43: «Burak Reise sınıfı düş- mMman torpideboltu (*) «Kefkens in ar-| kasına gizlendi.» «Saat 10,05: ( Malatya ) torpidosu (*) baştan kâara etti. Ateşe devam edi - yorum, Düşman gemisinin kazan! pat- ladı. Yanıyor.e «Saat 10,17: Kefken hizasındayım.» «Saat 10,33: Düşmanın ikinci gemi- sini de imha etmekteyim.» «Saat 10,48: «Burak Reis» yanmak - tadır. İştialler işidiliyor.» «Saat 11: Muharebeye nihayet veril- di. Emrinizi beklemekteyim. Zayiâtım ehemmiyetsizdir. Rotam: Doğu, sür'a- tim 18 mil.» Ve nihayet saat || de gönde- rilen şu telsiz raporu: «Bütün Gdüşman sevahili tarandı. (Zonguldak) limanı da dahil olduğu hal de hiç bir düşman gemisine tesadüf olunamadı, Tahrib olunan düşman ge- milerinin Burak Reis) ve (Malatya) sisteminde oldukları anlaşılmıştır.,, Filotilâ kumandanı, ıİnıparatoriçe Marya» dridnavtında bulunan filo ku- | mandanından su amri aldı: «Şarkı cenvbiye doğru seyrediniz. Sür'at 12 mil.» () «Burak Reis» ve «Malatya» torpido - bot değil birer küçük ganbot idiler. Âdi bir vapurdan farksız olan bu gemilerimizin mi- nimini topları son sistem Rus muüuhribler'ne karşı koyacak bir kıymet ve ehemmiyette olmadıkları (halde dört büyük Rus muhri- bine karşı harbi cesurâne kabul etmeleri Türk denizcilerinin deniz savaşlarında ha - yatlarını hiçe saydıklarının ve erkekce ba - bayiğitliklerinin yeni bir misalidir. Rus de- niz zabitinin her türlü kıymeti harbiyeden âri iki küçük ve sür'atsirz tek'neyi bir torpi- dobot olarak göstermesi Rus kumandanı «Trubetskoy» a pek de şerefli olmuıya'ı haya- li bir muzafferiyet kazandırmak istemösine atfedilebilir. Yoksa alelâde bir hedef atışıma benziyen bu şerefsiz ve zahmetsiz galibiyeti bir mu- harebe şeklinde göstermek ihiç bir hakiki de- nizcinin aklından bile gecmez. Anlaşılamı - yan bir cihet varsa o da böyle iki küçük ganbotu Karadenize çıkarmak gibi akıl ve mantığın kabul edemiyeceği bir işi © za - ma'ıki Osmanlı Bahriye Nezaretinin neden sür'atle gürlemeğe başladılar. Yaylım göze aldırmış olduğudur. | «Edebiyatı Cedide» lisanı kadar ağda- | Mıştı. a ei —— MUSİKİ Eski Musikimiz Bestekâr Sadettin Kaynak “Ben bu musikinin halini çakıl ları, çimentoları, dağlar boyunca yığılmış olduğu halde bir türlü kurulamıyan bir saraya benzetiyorum,, diyor Apartımanın iç kapısı önüne gelin- ce, zile uzanan elim gayri ihtiyari geri çekiliyor. Zili çalmaktan vaz geçip, kulağımı kapıya yaklaştırıyorum, — ve bir hırsız gibi içerisini — dinliyorum: Çünkü harikulâde maharetle vurulan bir mızrabın, uttan kopardığı nağme - ler insana o vaziyette yakayı ele ver- menin utancını bile göze aldırabilecek kadar fettan... Taksimin sona erişinden sonra çal - dığiım kapıyı açan bestekâr Sadeddin Kaynağa soruyorum: — Nevres değil mi üstat? O, tahminimi teyit ediyor: — Evet... Onün intişar etmemiş bir plâğını çalıyordum! Salona doğru yürürken konuşuyo » ruz: — Niçin neşrettirmiyorsunuz? — Neşretmiyorlar! İçime dolüveren hayreti tutamıyo - rum: — Nevresin plâğını mı? — Evet... «Halk, © kadar yüksek musikiden anlamaz» diyorlar!.. Hakları da yok değil, Çünkü halk, hakikaten, san'at değeri daha üstün olan eseri de. gil, kendi zevkini daha fazla okşıyan şarkıyı tercih ediyor. Nevres, eski ve klâsik musikiyi te - rennüm etmiştir. O musikinin tekniği, İryor. Müsikinin, bir milletin içtimat bün- yesi üzerindeki tesirlerini kolayca an- lamak için, saltanat devrini hatırla » mak kâfidir. Saltanat devrinde, millet, © ağdalı lisan ve bu ağdalı musiki yüzünden, avam Ve zadegân diye iki sınıfa ayrıl- Halk, anlıyamadığı bu ağdalı musi - kiyi, ve o ağdalı lisanı alaya aldı, o ağ- dalı musikiyi dinliyen, ve o ağdalı li - sanı konuşan aristokratlar halkın açık lisanile ve basit görünen musikisile eğlendiler. Salondaki yerlerimize yerleştikten sonra, farkına varmadan içine girdi - ğimiz bu geniş mevzu etrafında ko - nuşmaktan kurtulamıyoruz: — Şu halde siz, halkın: san'at merte- besine varmış bir musikiden zevk duy- mıya alıştırılmasına taraftar değilsi -| niz? — Hayır... Fakat ben, halkın faraza Nevresi anlamasile, Nevresten haşlan. ; masile mühim bir şey kazanacağımıza kani değilim! Çünkü bizim klâsik mu- sikimiz, bugün dünyada benzeri kal - mamış musikidir. — Bu benzersizlik, eşsizlik, yani bu kudret ona en büyük kıymeti vermez mi? — Eski musikimiz, bir melodiler mecmuasıdır. Önun zevkine varabil - mek. için, ifade etmek istediği duygu - yu, manayı, mefhumu hiç düşünme - mek, ve melodilerin tadını, ismi bilin- miyen meyvaların esrarlı lezzeti ha - linde ruha sindirebilmek lâzımdır. Halbuki, musiki kavrayışı bu derece yükselmiş bir kütle yetiştirmek, küt - lenin anlıyabileceği şaheserler yarat - maktan zordur. — Şu halde, eski musikiyi; kendisi - nin değil, muhataplarının aczine kur- ban edeceğiz? Bu sonuncu sual, beni konuşmıya başlayışımızdanberi güttüğüm maksa - da. kavuşturdu.' Çünkü değerli beste. kâr Sadeddin Kaynak, bu sonuncu sör- guma cevap verebilmek için, eski mu- sikimizin en feda olunmaz hususiyet- lerini, ve en tahammül olunmaz ku - surlarını, geniş vukufundan gelen bir belâğatle hülâsa etmek mecburiyetin « de kaldı: — Bazı iddialara bakarsanız, musiki- miz, arap ve fars musikisinden çok geniş ilhamlar almıştır. Bu iddiaların sahipleri, delil olarak, bizdeki makam isimlerini sayıp dökerler ve: — İşte, derler, «Hicaz», «İsfahan», «Rast», «Sesâh»... Arap ve Acemler -| den, sade nağmelerini değil, makamla- | rının isimlerini bile almışız... Halbuki bence, bu iddianin, muarız- ları, haklarını isbat etmiş bulunmak - Bay Sadettin Kaynak tadırlar. Ve biz Arap, Fars musikisinin değil, fakat Arap ve Fars lisanlarının tesiri altında kalmışızdır. O devirlerde, resmi muhaberatımız bile hemen he- men tamamen arapçaymış, farisı imiş. Nitekim eski şairlenimizden bir çokla- rı, şiirlerini arapça, farsça —yazmışlar. Buna bakıp ta, onların, duygularını ve fikirlerini de Acemlerden, Araplardan aldıklarına mı hükmedelim? Benim a- dım Sadeddin, sizinki Sadüllah... İsim- lerimiz arapçadır diye biz de Arap mı sayılacağız? Bu itibarladır ki, makamlarımızın a. rapça, ve farsça olan isimleri, musiki - mizi melezlemek istiyenlerin en cılız delilleridir. Ve bütün nağmelerimiz, ruhlarımızın içine il sesi katılmamış mahsulleridir. Ancak, eslâfımız, bir e- ser yaparken, güftenin —mazmununa, medlülüne ehemmiyet vermemişler, sadece tutturdukları makama sadık kalmak gayretini gütmüşler. Faraza, besteyi «ferahnak» maka - mından yapıyorlarsa: — ÂAman Evice kaçmıyalım! diye çırpınmışlar. Ve bu suretle ilhamlarını daha geniş bir sahada inkişaf etmek im- kânlarından tamamen mahrum bırak mışlar. Bence, o şekilde şarkı bestelemek, fi- kirden ve duygudan evvel bulunmuş muayyen kafiyelere şiir uydurmıya benzer. Halbuki, bizim halk musikimiz, ken- disini, muayyen makamların duvarları içine hapsetmemiş, Bu itibarladır ki, bir güftenin manasını ifadeye, tasvire ve temsile, klâsik musikiden çok daha elverişlidir. Fakat eski müsikimizin melodileri, alabildiğine zengindir. Bu itibarla, tarzları verimsiz olan eski musikinin o melodilerini folklorize ederek, tarz- ları çok zengin olan halk musikisine katmakla biz, bütün dünyanın hep bir ağızdan ve hep bir yürekten okuyabi - leceği şaheserler kazanabiliriz. Nağmeler, musiki denilen sesli şii « rin kelimeleridirler. Ve bizim eski mu- sikiniz, bu kelimelerin, harikulâde be- lâgatlilerile doludur. Bu bakımdan ben musikimizin bu - günkü halini, çakılları, çimentoları, bütün harçları dağlar boyunca yığıl - mış olduğu halde, bir tüilü kurulamı. yan bir saraya benzetirim! Harcımız bol, fakat biz hâlâ bir bi- na kurup içine giremiyor, Ve ruhları - mızı nağmelerin enkazı üstünde sürün- dürüyoruz. Bu vaziyetten kurtulmak için sade- ce bol musiki mimarına ihtiyacımız var... — O halde, mevcut harçlardan bir bina kurmak tam sizin harcınız! Değerli bestekâr, olanca tevazuile gülüyor: — Ben bu işin naçiz bir amelesiyim. O harçlardan binalar, saraylar değil, ancak külübecikler kurabiliyorum! Gülüyorum: — Bu bestekâr bolluğunda, söyle - diğiniz binanın çoktan kurulması lâ - zım değil miydi? Muhatabımın mütemadiven, derin bir nağmeyi içer gibi dalgın duvan (Devamı 10 uncu sayfada)

Bu sayıdan diğer sayfalar: