“ B a T Ku K— V. 10 Sayfa OLUMMANCASI “ Son Posta ,, nın tefrikası: 72 Birdenbire karşıdan bir silâh patlamış; o yalçın kayalıklarda akisler yapmıştı. Yazan A.R. Cemil, başını geriye çevirmişti. Göz- lerinin önünde, cidden lâtif bir man - zara belirmişti. Rengâ renk çıplak ka- yalıkların arasından San'anın yernye- şil muhiti kuşbakışı ile görünüyor; şeh- rin her tarafından yükselen duman - lar, San'a kalesinin üzerine, hafif ma- vi bir sis tabakası geriyordu. Cemil, birdenbire içinde anlaşılmaz bir ıztırap duymuştu. Kalbi, meçhul bir elle burkulur gibi olmuştu... Şimdi, o sis tabakasının altında, kaynaşmıya başlıyan hayatı, görür gibi oluyordu... Tam, kışlalarda (kalk borusu) çala - cak zamandı. Hiç şüphesiz ki, şimdi o boru sesleri, kışlaların duvarlarında ak- — gediyor... Sabur ve mütevekkil silâh arkadaşları, koğuşların silâhlıkları ara- sından geçerek kışla hayatının bitmez ve tükenmez hizmetlerine hazırlanı - yordu... Biraz sonra, bu kışlalar altüst “olacak... Koğuşlarda dar ve karanlık koridorlarda, zabitan ve kumandan o- dalarında kendi hakkında kim bilir ne dedikodular dolaşacaktı. Bu dedikodu, hiç şüphesiz ki bir anda, şehre de ya- yılacaktı. Artık, çarşıda, pazarda, dük- kânlarda, kat çiğnenen yerlerde, hep 3 kendisinden bahsolunacaktı... Lş, bu kadarla da kalmıyacaktı. Dalga dalga hertarafa ve her muhite yayılan bu söz- ler; onun, Melihanın da kulaklarına b M r y | | k yr kadar çarpacaktı. Acaba o zaman Me- liha, ne yapacaktı?.. Hakkında veri - — len hükümleri, nasıl karşılıyacaktı?... Ve sonra.. Aradan bir kaç gün geçer geçmez, bütün bunlar, İstanbulda da duyulacak.. Her taraf karma karışık o- p lacaktı... Acaba o zaman bu dedikodu dalgası oraya, Halide Sultanın sara - “yına kadar çarpacak mı idi?.. Birdenbire karşıdan bir silâh patla- mış; o yalçın kayalıklarda uzün uzun akisler yapmıştı... Önde giden Salih: — Bizi gördüler. Gördüklerini ha - ber veriyorlar. Diye mırıldandı... Şimdi Cemilin kal- bindeki ıztırap, biraz daha artmaştı. Düşüncesi, nihayet bir noktaya saplan- mıştı: — Annem... Ya, annem... Eğer o — duvarsa bir kat daha üzülecek.. Belki de bu zavallı kadın bu üzüntü ile kah- rolup gidecek. Keşki, bu garip ve kor- kunç maceraya atılmasaydım. Diye düşünürken, kalbinde bir piş - - manlık vardı. Başını bir daha çevirmiş, San'aya bakmıştı. Yüksek bazalt kayaları, ara- sından bir tablo gibi görünen şehirde melül ve mahmur bir hüzün vardı. Cemil, derin derin içini çekti: — Geçti.. Her şey geçti... Artık ge- Ti dönülemez... Sonuna kadar ileri git- — mekten başka çare yok. - Diye mırıldandı. Ancak katırların ayağı basabilecek :' kadar dar patikada, yüksek bir kaya- L " 'nin dönemecini bükülür bükülmez, kü- — çük bir düzlüğe çıkmışlar; bir kaç kişi — ile karşılaşmışlardı. Dar kollu lâcivert bezden mintanlarının altından diz ka- /— paklarına kadar birer peştemal sarkan bu adamların bellerinde, (cenbiye) de- nilen enli yüzlü, gayet eğri hançerler “sallanıyor; omuzlarında, keçi kılından bükülmüş iple bağlı birer tüfek sar - / kıyordu. Bunlar, ilk karşılaşma anında der- W[İ'ial tüfeklerini indirmişler; hep Airden Ve havaya birer el ateş etmişlerdi. | gonra, gene hep bir ağızdan: İr — Lülülülülü!.. — Diye bir feryat koyvermişlerdi. - Bunların önündeki uzun lâcivert /— gömlekli büyük ve kıvırcık sakallı bir —adam Cemile doğru ilerlemis; sağ elini “—göğsünün üstüne koyarak: — — Hoş geldin, safa geldin. İnşallah, —bize uğur getirdin. 1' Demiş; ve cevap beklemeden katı- rın kulağını tutarak o düzlüğün kena- ı rındaki evlere doğru çekmişti... Evle- rin kenarına koyu renkli gömlekler giymiş; yağız çehreli kadınlar ve ço - cuklar birikmişlerdi.. — Lülülülülü!.. Sesleri, uzayıp gitmekte idi. Dört köşe küçük birer kale gibi yük- iselen evler, üstüste yerleştirilmiş birer taş yığınına benzemekte idi, En baştaki evin önünde, katırlardan inmişler. Alçak bir kapıdan içeri gir - mişlerdi. Cemilin burnuna sert, acı, aksırtıcı bir koku çarpmış; bir anda midesi bu - lanmıştı. Küçük avlu gibi bir yerde, kar ma karışık bir çok hayvanlar vardı. Küçücük mazgal deliklerinden sızan ışıklarla hafifçe aydınlanan dar bir taş merdivenden çıkmışlar; büsbütün ka - ranlık bir sofadan geçtikten sonra, al - çak tavanlı bir odaya dalmışlardı. Dar ve uzun iki penceresi olan bu o- da, biraz daha aydınlıktı. O iğrenç ve başdöndürücü koku, biraz daha azal - miştı. Odanın iki tarafındaki alçak sedir - lere, şilteler serilmişti. Bu şiltelerin ren- gini tayin etmek mümkün değildi. O kıvırcık sakallı adam elile Cemile sedirin köşesini göstermiş: — Buyuürun.. İstirahat edin. Evimiz, sizindir. Cemil, ayaklarındaki (Zarrâş) de- nilen ayakkapları çıkarıp yere bırak - tıktan sonra sedirin köşesine geçmiş- ti. Çıplak başının üstüne sardığı par - lak ve koyu lâcivert bezden sarığı geri geri itmiş, belindeki rovelverin sıkı ka- yışını biraz gevşetmişti. Cemil şu anda, bir yerli asılzadesin- den farklı değildi. Derhal içeri iki kız girmiş, Cemilin önünde diz çökmüşlerdi. Biri, elindeki bakır leğeni yere bı - rakmıştı. Öteki, ibrikten su dökmiye hazırlanmıştı. Cemil, ellerini ve yüzü- nü yıkamak için biraz ileri doğru eğil- mişti. (Arkası var) Cild güzelliği VENÜS PUDRASI: Çehreye hilkatin veremiyeceği yu- muşak, cazip ve tatlı bir beyazlık verir. VENÜS KREMl:ı İle beslenen bir cild düyanın en ta- ravetli güzelliğidir. VENÜS RUJU: Kullanan bir dudaktan çıkan her ke- lime bir ateş damlası gibi yakıcı olur. VENÜS RIMELİl: İle tuvalet gören kirpikler kalplere ok gibi saplanır. Beyoğlunda tanınmış Karlman, N. Tarika, Şark Merkez, İItriyat ve tu- hafiye mağazalarında satılır.. Deposu: EVLİYA ZADE NUREDDİN EREN, İstanbul - Bahçekapı. Kayıp: — Trabzon Ziraat bankasından aldığım 775,331/1625 numaralı makbu. zumla eski mühürümü kaybettim. Banka- daki mevduatımı alacağımdan kayıp mak- buzun hükmü yoktur. Silifke Jandarma okulu Subay teğmen Yusuf Süer , 2 'SON POSTA Essma nlı Veliahdı öldü mü, öldürüldü mü? Yusuf İzzeddin intihar etmiştir Yazan: Ercümend Ekrem A gALE B ir kaç gün sonra Vindsor sara- yında bir «Resmi veda» yapıl- dı: Yusuf İzzeddin, biraz geciktiği için bu merasime sokulmadı, ve saray ka - pısından geri çevrildi. O ayni gece, tiyatroya gidilmişti. Yusuf İzzeddin kralla orada veda- laşmak istedi; ve locasına haber gön- derdi. Fakat kral, bu lâübalice ve yer- siz arzuyu hiddetle reddetti: Ve Yu - sus İzzeddin kendi kendisini üçüncü defa hakarete maruz bıraktı... Bu hakaretlerin acısını hazmede - miyen asabi şehzade, yegâne mukabele çaresini, Alman imparatoruna telgraf çekmekte buldu. Ve ona, Sedan'ın zaptının yıldönümü münasebetile ya- pılacak merasimde, ve bunu müteakip Alman manevralarında hazır bulun- mak istediğini bildirdi. O zaman bizimle sıkı bir dostluk peydahlamaya çalışan Almanlar, bu |arzuyu bulunmaz bir fırsat saydılar: İmparatorun bizzat verdiği cevap se- fir vasıtasile saraya bildirildi. Ve şeh- zade Yusuf İzzeddin, İngiliz kralı ta- rafından kırılan gururunu Almanya da tamire koştu. Oradan dönüşünden sonra, tedavi için Viyanaya gitti. Viyanada, meşhur profesör Schle - zinger ve doktor Konrad tarafından tahtı müşahedeye alındı. Evvelâ konjestion olduğuna hükme- dildi. Sonra Kanserden şüphe olundu. Ve Viyanaya yine tedavi için ikinci defa gönderilişinde, biçare şuurunu dişleyen illetin mahiyeti iyice meyda- na çıktı: Viyananın en ileri gelen he - kimleri, müşterek imzalı bir raporda; Prens Yusuf İzzedinin hastalığı no- sophobie yani hastalık korkusu ile baş- lamış, monomanie (kuruntu) halini almıştır. Neticede Hypocondrie (Ma - lihulya) ya çevirecek, ve «intihar» - la bitecektir! Dediler. İşte bilhassa bu rapordur ki, Yusuf İzzeddinin daimt bir mürakabe altında bulundurulmasına lüzum hâsıl et - tit Hele «Kanser» korkusu, onu tama- mile çileden çıkarmıştı. Mütemadi - — Ben veliahtlikten iskat edilece- ğim, ve Vahidettin padişah olacak! Ka- bilinden vehimler içinde bunalıyordu. Ve bittabi kendisine daima; bu endi- şelerinin asılsızlığı telkin olunuyordu. Hattâ bir defasında fetva eminini çağırtmış: — Bana, demişti, kanser illetine tu- tulmadığıma, ve ıskatım için fetva ver- mediğinize dair imza vereceksiniz! Yine bir sefer, şeyhülislâm — Musa Kâzım efendiyi getirtmiş, ve ona da nikâhının üzerine yemin ettirip, temi- nat dilemişti. Fetva emininden, şeyhülislâmdan, ve vükelâdan aldığı imzalı teminat mazbatalarını hususi bir kasaya saklar- dı. Bu kasayı günde belki bir kaç defa açar, mazbataları karıştırır, ve bu su- retle geçici bir sükün bulurdu. Bir defa, bir yazı pergelile, sol bile- yen: ginin damarlarını delik deşik etti. - Yine bir başka seferinde de, Zencir- likuyuda, bahçe koğasından kopardığı bir teneke parçasile ayni teşebbüsü tekrarladı. Ve işte bu iki teşebbüsten sonradır ki, etrafında alınan ihtiyati tedbirlerin arttırılmasına lüzum görüldü: Odasındaki tırnak makasından sof- rasındaki yemek bıçağına — verincaya kadar baş vurabileceği bütün ölüm va- sıtaları kaldırıldı. Sokakta, sarayda, bahçede, hattâ yazı odasında bile yalnız bırakılmıyor- du. Bir müddet sonra, en ufak fırsat- 'İlardan istifadeye çalışmasından kor - , —T7 — H attâ bu yüzden Çamlıca köşkünü tarassuda memur olan hafiyeler, bir iki kere şiddetli tekdirlere maruz kalmışlar; kayıtsızlıkla itham edilmiş- lerdi. Buna rağmen şehzade Yusuf İzzed- din Efendi; dimağında kürduğu haya- le günden güne kuvvet vermekte idi. Bahaeddin Şakir Beyin ona ilham ettiği fikirler; esasen saltanat sevdasile malül olan şehzadenin dimağında yeni bir hülya uyandırmıştı. Şimdi onun ye- gâne gayesi; (ilk meşrutiyet padişahı) olmaktı. İlk meşrutiyet padişahı nasıl olabi- lecekti?.. Bunu henüz tayin ve tahmin mümkün değildi. Ancak şu var ki, ni- hayet (Abdülhamit) te bütün insanlar gibi bir (Fânt) olduğu için, günün bi- rinde vefat edecekti. İşte o zaman, Av- rupada komiteler teşkil eden genç Türkler; Avrupa devletlerine ve siyasi mahfellerine müracaat edecekler: — Muhtelif milletlerden mürekkep olan biz, Osmanlılar; asırlardanberi mutlakiyet idaresinin istibdadı altında ezildik, bittik. Artık bu idareyi tarihe maledeceğiz. Osmanlı hanedanından en münevver, en terakkiperver bir. şehzade olan Yusuf İzzeddin Efendiyi tahta geçireceğiz. Diyeceklerdi. Merhum Bahaeddin Şakir Bey, ken- disile bu hususta yaptığımız hasbıhal- lerde, şehzadeye sureti kat'iyede böyle bir fikir vermemişse de, onun marazi fikirlerinde bir istihale husule getirmek ve onu, tenha köşelere çekilip te dü - şünmekten kurtarmak maksadile oku- mıya sevketmek için bu fikre yakın bazı hisler ve ümitler verdiğini söyle- mekten çekinmemiştir. İşte, günden güne bu hülyayı kuv- vetlendiren Yusuf İzzeddin Efendi, ar- tık bütün ümitlerini iki şeye hasret - mişti... Biri, Avrupadaki (Jön Türk- ler) di. Diğeri ise; babası Abdülâzize karşı daha hâlâ kalblerinde takdir ve muhabbet hissi besliyenlerdi. Bahaeddin Şakir Beyin Erzuruma nefyedilmesinden ve Çamlıca köşkü - nün de pek sıkı bir hafiye çenberile çevrilmesinden sonra, Yusuf İzzeddin Efendinin hürriyetperverlerle olan alâ- ka ve rabitası birdenbire kesilivermiş- di... Fakat, meşrutiyetin ilânından bir buçuk sene evvel, şehzade hakkında gösterilen şiddetli tarassut ve tazyik biraz gevşemişti. İşte o zaman Yusuf İzzeddin Efendi, - iki sene evvel men- fasından Parise firar eden - Bahaeddin Şakir Beyle muhabereye girişmişti. Gariptir ki bu muhabereyi temin e- den, saray hafiyelerinden (Hüseyin Bey), isminde bir zat idi. Tunuslu bir paşanın damadı olan bu zat, zahiren sa- ray hafiyelerinden görünmekle bera - ber, hakikatte Avrupadaki Jöntürk - lere, saray aleyhinde hafiyelik etmek - te idi. Böylece iki yüzlü bir rol oynıyan bu zat, Bahaeddin Şakir Beyle arkadaşla- rının gösterdiği lüzum üzerine, Yu - suf İzzeddin Efendi ile gizlice irtibat te- sis etmiş; şehzadenin Bahaeddin Şa - kularak, yatak odasına da gözcü ko - nuldu: Her gece, yatağının ayak ucunda bir halayık yatıyor, ve yatak odasının kapısı önünde bir harem ağası bekli - yordu. Bir gün, babasının baş mabeyincisi Fahri beyi çağırttı ve ona: — Anlat bakalım, dedi, Abdülâziz nasıl intihar etmişti? Ve Fahri beyin söze başlamasına vakit bırakmadan kaşlarını çatarak i - lâve etti: — ÂAmma, öyle üstünkörü değil. Olanca tafaflâtile, olanca teferruatile anlat. Nerede, ne zaman, niçin, neyle, nasıl intihar etmişti? Hem, öyle bir |çok kimseler gibi: | bey, Abdülâzizin intiharını Yusuf İzzeddin katledilmiştir Yazan: Ziya Şakir kir Beyle muhabere vasıtalığını deruh- te eylemişti. Jöntürklerle yeniden hâsıl olan bu temas, Yusuf İzzeddin Efendinin sar- sılan hülyasına da yeniden bir kuvvet vermişti. Artık (ilk meşrutiyet padi - şahlığı) nı dimağında büyük bir ideal olarak yaşatan şehzade, o mevkiüi bi - hakkin ihraz edebilmek için hemen he- men bütün hayatını, okumıya hasret- mişti. — Osmanlı hanedanı azasının hemen hepsi, ayrı ayrı birer sanata heves e - derlerdi. Ve ekserisi de musikiyi çok severler; zamanlarının mühim bir kıs- mını, muhtelif sazlar çalmakla geçirir- lerdi... Yusuf İzzeddin Efendinin kü- çük biraderi, (Abdülmecit Efendi) musikiyi sever ve daima resim ile iş- tigal ederdi. Onun küçüğü (Seyfed - din Efendi) de gemicilikten pek zevk- lenirdi. Hemen haftanın üç dört gü - nünde, Haydarpaşa iskelesine İnerek, köprüye işleyen (Bağdat) , (Basra), (Halep) vapurlarından birinin kaptan köprüsüne çıkmak, vapuru iskeleden kaldırarak köprü iskelesine yanaştır - mak; hattâ bu suretle bir kaç sefer yapmak; en sevdiği bir şeydi... Hal- buki Yusuf İzzeddin efendi, ne musi- kiye karşı büyük bir alâka ve intisab göstermiş; ne de başka bir sanata he - ves etmiş değildi. O bütün gayesini dımağındaki ideale raptetmiİş; meşru- tiyetin ilânına kadar zamanını oku - makla geçl-mişti. * Meşrutiyetin ilânile İstanbulda bir- denbire esmeye başlıyan hürriyet ha- vası, bütün içtimat sınıflar arasındaki yaşayış tarzını değiştirmişti, Sade halk sımnıflarının değil; memle- — ketin en imtiyazlı bir zümresini teşkil eden (Şehzadeler) in hayatlarında bi- le bir tahavvül husule gelmişti...Bir anda (hafiye korkusu) nun kalkıyer- mesi, yalnız halkı değil; belki halktan ziyade şehzadeleri sevindirmişti. Hür- riyetin ilânı üzerinden bir kaç gün ge- çer geçmez, halk ile bir kısım şehza - deler arasında derhal bir temas baş göz- termişti. Halk; başlıca sultan Aziz ile sul - tan Muradın oğullarına teveccüh gös- termekte idi. Çünkü bu iki padişah, halk nazarında birer (şehit) telâkki e- dilmekte idi. Hürriyeti en coşkun manasile kav- rayan matbuatta; saltanat hanedanın- dan bahsederken, bilhassa sultan A - zizin en büyük oğlu Yusuf İzzeddin e- fendi ile, sultan Muradın büyük oğlu Selâhaddin efendiye ayrı ayrı (meftu- niyet) gösteriliyor; —bunların (türlü türlü meziyetleri) dizilip dökülürken, haklarında kullanılacak tabir ve tav- siflerden (izharı acz) ediliyordu. En büyük toplantı yerlerinden, âdi mahalle gazinolarına kadar verilen müsamere ilânlarının en başınada - he- men hemen daima - bu iki şehzadenin ismi görülüyordu. Birbirini müteakip açılan kulüplerin, cemiyetlerin, teşek- küllerin (fahri reisliği) veyahut (hâ - mi) liği bu şehzadelere veriliyordu. (Arkası var) — Filân sarayda, filân sebepten, fi- İân zamanda ve filân âletle intihar et - ti! Diyerek kesip atmak yok! Kullandığf âletin markasından tut da, açtığı yaranın santimine, ve akan kanların gramına kadar istiyorum: O- lanca teferruatile, tane tane uzun üzün anlat! Bu vaziyet karşısında, biçare Fahri bire bin katarak anlatmak mecburiyetinde kal- mıştiı, Fakat buna rağmen, meczup şehza- de, dinlediklerine bir türlü doymuyor, kanmıyor, akla gelmedik — suallerle, terden boğulan zavallı mabeyinciyi kı- vır kıvir kivrandırıyordu. (Arkası var)