5 Mayıs 1936 Tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 10

5 Mayıs 1936 tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 10
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

SON POSTA OLUM MANGASI “ Son FPosta ,, nın tefrikası: 72 Yazan A, R. Birdenbire karşıdan bir silâh patlamış; Yuşuf İzeddin intihar etmiştir zan: Ercümend Ekrem H -—P B Yusuf İzzeddin katledilmiştir Yazan: Ziya Şakir kir Beyle muhabere vasıtalığını deruh- attâ bu yüzden Çamlıca köşkünü |te eylemişti. tarassuda memur olan hafiyeler, | Jöntürklerle yeniden hâsıl olan bu ir kaç gün sonra Vindsor sara- PiT iki kere şiddetli tekdirlere maruz |temas, Yusuf İzzeddin Efendinin sar- —- o yalçın kayalıklarda akisler yapmıştı.|y. Cönül, başını geriyetevirmişi Güz lerinin önünde, cidden lâtif bir man - rındaki evlere doğru çekmişti... Evle- rin kenarına koyu renkli gümlekler zara belirmişti. Rengâ renk çıplak ka- yalıkların arasından San'anin yenye- şil muhiti kuşbakışı ile görünüyor; şeh- rin her tarafından yükselen duman - lar, San'a kalesinin üzerine, hafif ma- vi bir sis tabakası geriyordu. Cemil, birdenbire içinde anlaşılmaz bir ıztırap duymuştu. Kalbi, meçhul bir elle burkulur gibi olmuştu... Şimdi, o sis tabakasının altında, kaynaşmıya büşliynü hayatı, görür gibi oluyordü:.. Tam, kışlalarda (kalk borusu) çala - cak zamandı. Hiç şüphesiz ki, şimdi o boru sesleri, kışlaların duvarlarında ak- sediyor... Sabur ve mütevekkil — silâh arkadaşları, koğuşların silâhlıkları sından geçerek kışla hayatının bitmez ve tükenmez hizmetlerine hazırlanı - yordu... Biraz sonta, bu kışlalar altüst olacak... Koğuşlarda dar ve karanlık koridorlarda, zabitan ve kumandan 0- dalarında kendi hakkında kim bilir ne dedikodular dolaşacaktı. Bu dedikodu, hiç şüphesiz ki bir anda, şehre de ya- yılacaktı. Artık, çarşıda, pazarda, dük- kânlarda, kat çiğnenen yerlerde, hep| kendisinden bahsolunacaktı... İş, bu kadarla da kalmiıyacaktı. Dalga dalga hertarafa ve her muhite yayılan bu söz- ler; onun, Melihanın da kulaklarına kadar çarpacaktı. Acaba o zaman Me- liha, ne yapacaktı?.. Hakkında veri - len hükümleri, nasıl karşılıyacaktı?... Ve sonra.. Aradan bir kaç gün geçer geçmez, bütün bunlar, İstanbulda da duyulacak.. Her taraf karma karışık o- lacaktı... Acaba o zaman bu dedikodu dalgası oraya, Halide Sultanın sara - yına kadar çarpacak mı idi?.. Birdenbire karşıdan bir silâh patla- | Mış; o yalçın kayalıklarda uzun uzun | akisler yapmıştı... Önde giden Salih: —— Bizi gördüler. Gördüklerini ha « ber veriyorlar. Diye mırıldandı... Şimdi Cemilin kal- bindeki ıztırap, biraz daha :ınn“tıı! Düşüncesi, nihayet bir noktaya saplan- de bu zavallı kadın bu üzüntü ile kah- rolup gidecek. Keşki, bu garip ve kor- ya atılmasaydım. e düşünürken, kalbinde bir piş - manlık vardı Başını bir daha çevirmiş, San'aya bakmıştı. Yüksek bazalt kayaları, ara- sından bir tablo gibi görünen pehirde melül ve mahmur bir hüzün vardı. Cemil, derin derin içini çekti: — Geçti.. Her şey geçti... Artık ge- ri dönülemez... Sonuna kadar ileri git- mekten başka çare yok, Diye mırıldandı. Ancak katırların ayağı basabilecek kadar dar patikada, yüksek bir kaya- nın dönemecini bükülür bükülmez, kü- gük bir düzlüğe çıkmışlar; bir kaç kişi ile karşılaşmışlardı. Dar kollu lâcivert bezden mintanlarının altından diz ka- paklarına kadar birer peştemal sarkan bu adamların bellerinde, (cenbiye) de- nilen enli yüzlü, gayet eğri hançerler sallanıyor; omuzlarında, keçi kılından bükülmüş iple bağlı birer tüfek sar - kıyordu. Bunlar, ilk karşılaşma anında der- hal tüfeklerini indirmişler; hep Zirden | havaya birer el ateş etmişlerdi. Ve| sonra, gene hep bir ağızdan; giymiş; yağız çehreli kadınlar ve ço - cuklar birikmişlerdi.. — Lülülülülüt.. Sesleri, uzayıp gitmekte idi. Dört köşe küçük birer kale gibi yük- selen evler, üstüste yerleştirilmiş birer taş yığınına benzemekte idi. dı: Yusuf İzzeddin, biraz geciktiği için bu merasime sokulmadı, ve saray ka - pısından geri çevrildi. O ayni gece, tiyatroya gidilmişti. Yusuf İzzeddin kralla orada veda- laşmak istedi; ve locasına haber gön- En baştaki evin önünde, katırlardan | derdi. Fakat kral, bu lâübalice ve yer- inmişler. Alçak bir kapıdan içeri gir - mişlerdi. Cemilin burnuma sert, acı, aksırtıcı bir koku çarpmış; bir anda midesi bu - lanmıştı. Küçük avlu gibi bir yerde, kar ma karışık bir çok hayvanlar - vardı. Küçücük mazgal deliklerinden — sızan saklarla hafifçe aydınlanan der bir taş merdivenden çıkmışlar; büsbütün ka - ranlık bir sofadan geçtikten sonra, al - çak tevanlı bir odaya delmışlardı. Dar ve uzun iki penceresi olan bu o- da, biraz daha aydınlıktı. O iğrenç ve başdöndürücü koku, biraz daha azal - İ mıştı. Odanın iki tarafındaki alçak sedir * lere, şilteler serilmişti. Bu şiltelerin ren- gini tayin etmek mümkün değildi. O kıvırcık sakallı adam elile Cemile sedirin köşesini göstermiş: — Buyurun.. İstirahat edin. Evimiz, sizindir. Cemil, ayaklarındaki (Zarrâş) de- nilen ayakkapları çıkanıp yöre burak :- tıktan sonra sedirin köşesine geçmiş- ti. Çıplak başının üstüne sardığı par - lak ve koyu lâcivert bezden sarığı geri geri itmiş, belindeki rovelverin sıkı ka- yışını biraz gevşetmişti. Cemil şu anda, bir yerli asılzadesin- den farklı değildi. Derhal içeri iki kız girmiş, Cemilin önünde diz çökmüşlerdi. Biri, ' ölindeki bakır Teğeni:yere bi » rakmıştı. Öteki, ibrikten su dökmiye hazırlanmıştı. Cemil, ellerini ve yüzü- nü yıkamak için biraz ileri doğru eğil- mişti. VENÜS PUDRASI: Çehreye hilkatin veremiyeceği yu- muşak, cazip ve tatlı bir beyazlık verir. VENÜS KREMl: İle beslenen bir cild düyanın ön ta- ravelli güzelliğidir. VENÜS RUJU: Kullanan bir dudaktan çıkan her ke- lime bir ateş damlası gibi yakıcı olur. VENÜS RIMELİ: İle tuvalet gören -kirpikler ok gibi saplanır. Beyoğlunda tanınmış Kariman, N. Tarika, Şark Merkez, Itriyat ve lu- hafiye mağazalarında satılır. kalplere — Lilililülü!.. Diye bir feryat koyvermişlerdi. Bunların öbündeki İlcivert | gömlekli büyük ve kıvırcık sakallı bir adam Cemile doğru ilerlemiş; sağ elini uzun ( E Deposu: EVLİYA ZADE NUREDDİN İstanbul - Bahçekapı. | siz arzuyu hiddetle reddetti: Ve Yu - sus İzzeddin kendi kendisini üçüncü defa hakarete maruz bıraktı... Bu hakaretlerin acısını hazmede - miyen asabi şehzade, yegâne mukabele Çaresini, Alman imparatoruna telgraf çekmekte buldu. Ve ona, Sedan'ın zaptının yıldönümü münasebetile ya- pılacak merasimde, ve bunu mütcakip Alman manevralarında hazır bulun- mak istediğini bildirdi. O zaman dostluk peydahlamaya çalışan Almanlar, bu arzuyu bulunmaz bir fırsat bizimle sıkı bir saydılar: mparatorun bizzat verdiği cevap se- fir vasıtasile saraya bildirildi. Ve şeh- zade Yusuf İzzeddin, İngiliz kralı ta- rafından kırilan gururunu -Almanya da tamire koştu. Oradan dönüşünden sonra, tedavi için Viyanaya gitti. Viyanada, meşhur profesör Schle - zinger ve doktor Konrad tarafından tahtı müşahedeye alındı. Evvelâ konjestion olduğuna hükme- dildi. Sonra Kanserden şüphe olundu. Ve Viyanaya yine tedavi için ikinci defa gönderilişinde, biçare şuurunu dişleyen illetin mahiyeti iyice meyda- na çıktı: Viyananın en ileri gelen he - kimleri, müşterek imzalı bir raporda: Prens Yusuf İzzedinin haatalığı no- sophobie yani hastalık korkusu ile baş- lamış, monomanie — (kuruntu) halini almı Khulya) ya çevirecek, ve «intihar» - la bitecektir! Dediler. İşte bilhassa bu rapordur ki, Yusuf İzzeddinin daimi bir mürakabe altında bulundurulmasına lüzum - hâsıl et - tit Hele «Kanser» korkusu, onu tama- mile çileden çıkarmıştı. Mütemadi - yen: — Ben veliahtlikten iskat edilece- ğim, ve Vahidettin padişah olacak! Ka-| bilinden vehimler içinde bunalıyordu. Ve bittabi kendisine daima; bu endi- şelerinin asılsızlığı telkin olunuyordu. Hattâ bir defasında çağırtmış: — Bana, demişti, kanser illetine tu- tulmadığıma, ve ıskatım için fetva ver- mediğinize dair imza vereceksiniz! Yine bir sefer, şeyhülislâm Musa Kâzım efendiyi getirtmiş, nikâhının üzerine yemin ettirip, temi- nat dilemişti. Fetva emininden, şeyhülislâmdan, ve vükelâdan aldığı imzalı teminat mazbatalarını hususi bir kasaya saklar- dı. Bu kasayı günde belki bir kaç defa açar, mazbataları karıştırır, ve bu su- retle geçici bir sükün bulurdu. Bir defa, bir yazı pergelile, sol bi ğinin damarlarını delik deşik etti. . Yine bir başka seferinde de, Zencir- likuyuda, bahçe koğasından kopardığı bir teneke parçasile ayni teşebbüsü tekrarladı. Ve işte bu iki teşebbüsten sonradır ki, etrafında alınan ihtiyati tedbirlerin arttırılmasına lüzum görüldü: Odasındaki tırnak makasından sof- fetva eminini ve ona da Kayıp: — Trabzon Ziraat bankasından|Tasındaki yemek bıçağına — verincaya aldığım 7 /331/1625 numaralı makbu.| kadar baş vurabileceği bütün ölüm va yında bir «Resmi vedan yapıl- l kalmışlar; kayıtsızlıkla itham edilmiş- sılan hülyasına da yeniden bir kuvvet lerdi. : vermişti. Artık (ilk meşrutiyet padi - Buna rağmen şehzada Yusuf İzzed- |Sahlığı) mı dimağında büyük bir ideal din Efendi; dimağında kurduğu haya-| olarak yaşatan şehzade, o mevkü bi - le günden güne kuvvet vermekte idi.| Pakkin ihraz edebilmek için hemen he- . Neticede Hypocondrie (Ma -|" Bahaeddin Şakir Beyin ona ilham ettiği fikirler; esasen saltanat sevdasile malül olan şehzadenin dimağında yeni bir hülya uyandırmıştı. Şimdi onun ye- gâne gayesi; (ilk meşrutiyet padişahı) olmaktı. İlk meşrutiyet padişahı nasıl olabi- lecekti?.. Bunu henüz tayin ve tahmin mümkün değildi. Ancak şu var ki, ni- hayet (Abdülhamit) te bütün insanlar gibi bir (Fâni) olduğu için, günün bi- rinde vefat edecekti. İşte o zaman, Av- rupada komiteler - teşkil eden genç Türkler; Avrupa devletlerine ve siyasi mahfellerine müracaat edecekler: — Mühtelif milletlerden mürekkep olan biz, Osmanlılar; asırlardanberi mutlakiyet idaresinin istibdadı altında ezildik, bittik. Artık bu idareyi tarihe maledeceğiz. Osmanlı hanedanından €en münevver, cen - terakkiperver —bir şehzade olan Yusuf İzzeddin Efendiyi tahta geçireceğiz. Diyeceklerdi. Merhum Bahaeddin Şakir Bey, ken- disile bu hususta yaptığımız hasbıhal- lerde, şehzadeye sureti kat'iyede böyle bir fikir vermemişse de, onun marazt fikirlerinde bir istihale husule getirmek ve onu, tenha köşelere çekilip te dü - İşünmekten kurtarmak maksadile oku- |mıya sevketmek için bu fikre yakın bazı hisler ve ümitler verdiğini söyle- mekten çekinmemiştir. İşte, günden güne bu hülyayı kuv- vetlendiren Yusuf İzzeddin Efendi, ar- tık bütün ümitlerini iki şeye hasret - işti... Biri, Avrupadaki (Jön Türk- Diğeri ise; babası Abdülâzize karşı daha hâlâ kalblerinde takdir ve muhabbet hissi besliyenlerdi. nefyedilmesinden ve Çamlıca köşki nün de pek sıkı bir hafiye * çenberile çevrilmesinden sonra, Yusuf İzzeddin Efendinin hürriyetperverlerle olan alâ- ka ve rabıtası birdenbire kesilivermiş- di... Fakat, meşrutiyetin ilânından bir |buçuk sene evvel, şehzade hakkında gösterilen şiddetli tarassut — ve tuzyik |biraz gevşemişti. İşte o zaman Yusuf İzzeddin Efendi, - iki sene evvel men- fasından Parise firar eden - Bahaeddin Şakir Beyle muhabereye girişmişti. Gariptir ki bu muhabereyi temin e- den; 'sayay hafiyelerinden (Hüseyin Bey), isminde bir zat idi. Tunuslu bir |paşanın damadı olan bu zat, zahiren sa- ray hafiyelerinden görünmekle bera - ber, hakikatte Avrupadaki Jöntürk - lere, saray aleyhinde hafiyelik etmek - te idi. Böylece iki yüzlü bir rol oynıyan bu zat, Bahaeddin Şakir Beyle arkadaşla- rının gösterdiği lüzum üzerime, Yu - suf İzzeddin Efendi ile gizlice irtibat te- öls etmiş; çehzadenin Bahasddin Şa - Bahaeddin Şakir Bayin Erzuruma| men bütün hayatını, okumıya hasret- mişti. Osmanlı hanedanı azasının hemen hepsi, ayrı ayrı birer sanata heves e - derlerdi. Ve ekserisi de musikiyi çok severler; zamanlarının mühim bir kıs- mını, muhtelif sazlar çalmakla geçirir- lerdi... Yusuf İzzeddin Efendinin kü- çük biraderi, (Abdülmecit Efendi) musikiyi sever ve daima resim ile iş- tigal ederdi. Onun küçüğü (Seyfed - din Efendi) de gemicilikten pek zevk- lenirdi. Hemen haftanın üç dört gü - nünde, Haydarpaşa iskelesine inerek, köprüye işleyen (Bağdat) , (Basra), (Halep) vapurlarından birinin kaptan köprüsüne çıkmak, vapuru iskeleden kaldırarak köprü iskelesine yanaştır - mak; hattâ bu suretle bir kaç sefer yapmak; en sevdiği bir şeydi... Hal- |buki Yusuf İzzeddin efendi, ne musi- kiye karşı büyük bir alâka ve İntisab göstermiş; he de büpka bİZ samaha he - ves etmiş değildi. O bütün gayesini dımağındaki ideale raptetmiş; meşru- tiyetin ilânına kadar zamanını oku - makla geç mişti. * Meşrutiyetin ilânile İstanbulda bir- denbire esmeye başlıyan hürriyet ha- vası, bütün içtimaf sınıflar arasındaki yaşayış tarzını değiştirmişti, Sade halk sınıflarının değil; memle- ketin en imtiyazlı bir zümresini teşkil eden (Şehzadeler) in hayatlarında bi- le bir tahavvül husule gelmişti...Bir anda (hafiye korkusu) nun kalkıver- mesi, yalnız halkı değil; belki halktan ziyade şehzadeleri sevindirmişti. Hür- İriyetin ilânı üzerinden bir kaç gün ge- çer geçmez, halk ile bir kısım şehza - deler arasında derhal bir temas baş gös. termişti. Halk; başlıca sultan Aziz ile sul - tan Muradın oğullarına tevcccüh gös- termekte idi. Çünkü bu iki padişah, halk nazarında birer (şehit) telâkki e dilmekte idi, Hürriyeti en coşkun manasile kav- rayan matbuatta; saltanat hanedanın- dan bahsederken, bilhassa sultan A - zizin en büyük oğlu Yusuf İzzeddin e- fendi ile, sultan Muradın büyük oğlu Selâhaddin efendiye ayrı ayrı (meftu- niyet) gösteriliyor; bunların (türlü türlü meziyetleri) dizilip dökülürken, haklarında kullanılacak tabir ve tav- #iflerden (izharı acz) ediliyordu. En büyük toplantı yerlerinden, âdi mahalle gazinolarına kadar - verilen müsamere ilânlarının en başınada - he- men hemen daima - bu iki şehzadenin ismi görülüyordu. Birbirini müteakip açılan kulüplerin, cemiyetlerin, teşek- küllerin (fahri reisliği) veyahut (hâ - mi) liği bu şehzadelere veriliyordu. (Arkası var) İkularak, yatak odasına da gözcü ko - nuldu: Her gece, yatağının ayak ucunda İbir'kalüyık yatıyor, ve yatak'odasının kapısı önünde bir harem ağası bekli - yordu. Bir gün, babasının baş mabeyincisi Fahri beyi çağırttı ve ona: — Anlat bakalım, dedi, Abdülâziz nasıl intihar etmişti? Ve Fahri beyin söze başlamasına vakit bırakmadan kaşlarını çatarak i - lâve etti: | — Filân sarayda, filân sebepten, fi- lân zamanda ve filân âletle intihar et - ti! Diyerek kesip atmak yok! Kullandığf âletin markasından tut da, açtığı yaranın santimine, ve akan kanların gramına kadar istiyorum: O- lanca teferruatile, tane tane uzun uzun anlat! Bu vaziyet karşısında, biçare Fahri bey, Abdülâzizin intiharını bire bin katarak anlatmak mecburiyetinde kal- mıştı. Fakat buna rağmen, meczup şehza- — Amma, öyle üstünkörü değil.|de, dinlediklerine bir türlü doymuyor, Olanca tafaflâtile, olanca teferruatile İkanmıyor, akla gelmedik anlat. Nerede, ne zaman, niçin, neyle, İterden boğulan zavallı mabeyinciyi kı- nasıl intihar etmişti? Hem, öyle bir|vır kıvır kıvrandırıyordu. çok kimseler gibi: (Arkası var) zumla eski mühürümü kaybettim. Banka-| sıtaları kaldırıldı. — Hoş geldin, safa geldin. İnşallah, | daki mevduatımı alacağımdan kayıp mak-| — Sokakta, sarayda, bahçede, hattâ bize uğur getirdin. (buzun hükmü yoktur. yazı odasında bile yalnız bırakılmıyor- Demiş; ve cevap beklemeden katı- Silifke Jandarma okulu Subay|du. Bir müddet sonra, en ufak fırsat- rın kulağını tutarak o düzlüğün kena- teğmen Yusuf Süer , “|lardan istifadeye çalışmasından kor -| göğsünün üstüne koyarak: sunllerle,

Bu sayıdan diğer sayfalar: