Hakka Doğru: Gözümüzü Açalım! Bu Mütareke mi – Muharebe mi? Yoksa; İşgal mi – İmha mı?! Bu mu'adele-i istifhamiyeyi hall idecek kadar “Hakk”ın dili açıldı, beli doğruldu…. Nihayet; takke düştü, kel göründü. Bu görünüş! On üç aylık mütareke (!) nin; kalın ve siyah perdeli sahnesinde, iç yüzünde; tertib idilen gayr-ı insani fırıldakların cinai oyunları, memleketlerimizi misafir bir seyyah gibi, adım, adım dolaşan maskeli ayakların kanlı birer hatıralarıdır. İşte bu maskenin hatırat altında oynanan bu feci' (dram)ların saha-i fiiliyatını pek yakınlarda –gözyaşlarıyla– temaşa idiyoruz. Lakin hiçbir millet; hem din ve hem cinsinin böyle na-hak yere öldürülmesine sürütülmesine; uzun müddet seyirci olamaz ve tahammül idemez de. Evet! Bir milletin gözü önünde hayat ve namusuna kastedildiği halde yine sükut ider ise artık; o millet için yaşamak zuldür ve haramdır. Halbuki şarkın [mağdur ve ma'sum] mukadderatını; pençe-i adl ve ihtişamında tutan ferda-yı hakikat!... Namus ve şerefinin muhafazası, hayat ve hukukunun idamesi uğrunda merdane kan döken, dilirane can veren bir millet için; haşa! O zillet ve meskenet hükmünü veremez, haksızlığın kurbanı olan zavallı bir halkı düşman idemez. Biz na-hak bu mecruh kalblere, bu mağmum gönüllere…. Titremeden hançer saplayan hunhar ve birahm ellerin garbda tekemmül eden yirminci asr-ı medeninin hakim kuvvetlerinden uzandığını görmekle müteellim ve müteessiriz. Zira; mürşid-i medeniyet, rehberi hakikat mertebe-i kisvesinde harikalar izhar eden mütekemmil ve mütefennin hayat-ı alimeden –cidden hakkı rencide idecek yolsuzluklar beklemezdik. Hakikati daha açık söylemek lazım gelirse: elvah-ı tabi'atdaki her şeklin reng-i aslisini; arızi tesirlerin, sahte telvinatına karıştırmaksızın muhavaza ve tersim eden mahir ve müştehir bir ressam kadar; san'at ve kiyasetinde basiretkar olan hadisatın; nazarda hiçbir vakit karaya beyaz; beyaza kara diyecek kadar isabetsizlik gösterememiş ve takdirinde aldanmamıştır. Biz de; bu ta'rifat dahilindeki hakiki mücerribata istinaden; vicdanlarımızı kanadan, hayat ve namusumuzu tehdid eden….. bu on üç aylık feci' mudhikelere… “Mütareke!” demekde mağduruz. Evet! Mütareke yerine “Muharebe!” demekde haklıyız Nasıl haklı olmayalım! Bu millet; bütün kudret-i harbiyesini düşman saflarında terk ile ve soldan geri bir vaziyetle; mütarekenin ağuş-ı halasına atlamış ve kendiliğinden arz ve isti'mana mecbur olmamış bir millettir. Her nasılsa; tali'-i na-sazının aksi darbelerine ma'ruz kalarak sürüklendiği; bu cihan harbinin dört sene imtidad eden sademat ve kahriyatına göğüs germiş, beka-yı hayatı uğrunda gösterilen hiçbir istikametden yüz çevermeyerek mütevekkilane fakat kahramane on bir cebhede kan dökmüştür. Ancak; zafer nihayet hangi tarafda temevvüc ideceği ve belki de bekasının te'minine hadim olacağı bir sırada; galiblerce bugün istihfaf idildiği görülen büyük Amerika'nın inzımamiyle ve azminden rücu iderek ayrılan kahbe Bulgarların iftirakiyle; hafif basan terazi kefesinin boşluğunda –muğlakda kalmış; biz-zarure netayic-i harbin tecelliyatına arz-ı inkiyad eyleyerek; adilane bir sulha intizaren, alimane “Wilson” Prensiplerine istinaden –şartında muharebe olmayan- bir mütarekeyi umum meyanında kabul eylemişti. Ma'alesef; bu hakka ve bu şarta göre terk; muhasımları karşısında terk eylemediği top, silah ve mühimmatı, …. Cihanın; sulh ve salahı yolunda ve bu meş'um mütareke içerisinde teslim eylemiştir!? Halbuki ma'sumane, belki de müfidane teslimiyetden ne kadar acı ve müellim bir hakikat olduğunu… “Zaman” denilen heyula-yı hikmetin lisan-ı kudret-i beyanı anlatdı; mütecavizi hareketlerin kanlı tarihçeleri de bu beyanat-ı müessireyi bila-perva (!) sebat etti… ⁂ Meşime-i şuunatdan sahne-i hakikate geçen; vak'a kahramanlarını şimdiye kadar hiçbir mağlub millet hakkında işedilmemiş fakat İslamlar için reva görülmüş! İcraat-ı şahanelerinden ihtiraat-ı bedhahanelerinden üst kısımda bir mikdar bahs ettik idi. Şimdi de bu felaket faslının alçak ve yüksek perdeleri üzerinde gezinerek elhan-ı teessürümüzden düşen kırık, dökük nagemat-ı perranin ile: maşuka-i vicdanımız olan sulh-ı sa'adetimizin bedbaht tecellisine ağlayacağız, lisan-ı cesaretimizden dökülen beyanat-ı hakikat–nisarımızla da hakkımızın tecellisine name-saz ve hatve-endaz olacağız… Buracıkda; müessir celadet-i milliyemize karşı büyük bir talakat-ı teessürle söylenmiş, şair-i şehriyarımız merhum “Fikret'in” millet şarkısından müferriz ve mümtaz, mevzumuzda pek münasebetdar şu iki parçayı aynen naklederek tezkar namına vesile han olmak istedim. Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır; Göz yummam güneşden, ne kadar nuru kararsa Sönmez ebedi, her gecenin gündüzü vardır. Millet yoludur, hak yoludur, tutduğumuz yol Ey hak yaşa, ey sevgili millet yaşa, var ol. Vaktiyle baban kimseye minnet mi iderdi? Yok kalmadı haşa sana zillet pederinden Dünyada şerefdir yaşatan milleti, ferda Silkin, şu mezellet tozu uçsun üzerinden. İnsanlığı pa-mal eden alçaklığı yık, ez Billah yaşamak bir de sürüklenmeye değmez. Maksud-ı mahsusumuz; bade'l-harab kabulüne mecbur olduğumuz menhus mütarekenin tarz-ı cereyan-ı eliminine milletin enzar-ı ibret ve basiretine vaz eylemekdi. Ta'kib idelim… Mağlub saflarında bizden başka sulhuna nigeh-ban, ahiretine nekran kimse kalmadı. Diğerlerinin sulha velev ki pamuk ipliği ile bağlansın. Yine mu'allakda bizden başka kalan olmadı. Acaba bizim sulha ihtiyacımız yok mu? Yoksa bizimle hala harb bitmedi mi? Yoksa ki hilal-salib muharebelerinin devre-i tekrarında mı bulunuyoruz; el-hasıl ne oluyoruz, biz de bilemiyoruz?! İnsan gayr-ı ihtiyari bir sürü mevhum mesa'il-i istifhamiye içerisinde bulunuyor. Hangisine hüküm hangisine cevab vereceğinde mütehayyir kalıyor. Bir tarafdan da bu nukat-ı meçhule içinde bir ümit-i teselli aramaktan vaz geçmiyor. Vakı'a; etrafımızda hatır-nak adımlarıyla gezinen ayakların sesleri başka, “Tan” gibi Fransa'nın efkar-ı umumiyesine tercüman ve nim-resmi bir gazetenin dediklerini başka, bila-müddet katil ve taahhüre uğratıldığını ajansların bildirdiği haberler yine başkadır. Hele muvakkat ve hafif işgallerle başlayarak gettikçe teksif-i tezeyyüd idilen kuvvetlerle evvela tecavüze, ba'dehu imhaya geçilmekdeki kasdın sebeb ve hikmeti de büsbütün bambaşkadır! Yunanlılardan birini ele alalım. Mesela; “Bambaşkadır!” Üç bin senelik hayat ve istiklali olan Türkler altı yüz senelik parlak ve şanlı tarihi olan Osmanlı hükumetinin mevcud olan istiklalini müdafa'a hususunda neden acz-i meskenet gösterelim. Hemşirelerim! Bugün milletimize iki mühim vazife terettüb idiyor. Birisi mevcud istiklalimizi muhafaza etmek. Tarih ve bayrağımızı, namus ve hayatımızı ayaklar altında çiğnetmemek. İkincisi de nigeh-banı olduğumuz din-i mübin-i Ahmed'i idame ve ber-karar eylemekdir. Bugün cümlemizce müsellemdir ki; yeryüzünde yegane İslam hükumeti olan hükumetimiz bütün alem-i İslam'ın ve İslamiyet'in kıblegahıdır. Herkesin yüzü bize müteveccih ve din-i Muhammed'in yegane haris ve hafızı olarak bulunuyoruz. Maazallah-ı Te'ala istiklalimizi elimizden kaptırdığımız dakika dinimizin de esas temeli yıkılmış olur. Bütün cihanla İslam mefhur ve merdud olur. Müezzinlerimiz susar, mabetlerimiz harab olur. Camilerimiz kiliseye, tekkelerimiz meyhaneye döner ve iffet-i İslam'ı saf sinelerinde İslam kadınlığının (rabbim esirgesin) namusu ve iffeti pay-mal olur. Bu acı hali tasvere bittabi' aczim mani'dir. Balkan Harbi'nde Rumeli ve bu def'a İzmir ve Adana işgallerinde erkeklerden ziyade çocuklara ve kadınlara irtikab idilen fecayi' ve şena'at hepimizin hatırasında havf ve dehşetiyle menkuştur. Her bir erlerimizin bu babdaki tasavvurat ve tahayyülatı elbette yüreklerimizi ürpertir. İşte Avrupa'nın Türklüğe ve İslamlara karşı istihdaf ettiği gaye budur. Ben, zann idiyorum ki buna tahammül idecek hiçbir müslim olmadığı gibi bir müslime de yokdur. Birçok zamanlar ibraz-ı adl u hakkaniyet ile mertçe yaşamış bu milletin şimdi Avrupa'nın hasmı, kölesi olmaya tahammülü yokdur. Evet: Zayıfız, zebunuz, na-tuvanız, bunda yegane illet-i noksani teşkilatımızdır. En büyük kusurumuz da her şeyi hükumetden beklememizdir. yerde sendeki manzur ve muharrer mersiye-i felaketin bir de mümessil-i hakikisini irae idelim. Aylardan beri semasında baran-ı bela gibi ateşler yağan topraklarında cehennemi ölümler fışkıran felaketzede İzmir ve havalisinin geçirdiği hunin safhalar ve geçirmekde olduğu muzdarib ve muhtasar vakalar… Lisanımızda birer terane-i teessür, vicdanlarımızda birer nale-i teleffüf oldu. Bu irtikabat-ı fecayi'! İzmir'in köşe ve bucağında Bizans'dan arta kalan Fatih'in şefkat ve Osmanlılığın mürüvvetine karşı durup dururken sakin kabından taşan serseri birkaç Rum'un huzur ve istikbaline ithafen yapılmakda, Yunan Balikarya ordularının canavar süngülerine istihdaf edilmekdedir. Ne zalimane peşkeş, ne garabet-alud keşmekeş… Ki: bilhassa Yunaniliğin pişva-yı mel'anetinde mahirane kavuk sallayan Venizelos gibi bir hod'akar siyasetin külahı ters giyindirdiği ali meclislerin karalarından sadır oldu!.! Ne garibdir ki bu vak'a pervasız olarak cihan-ı medeniyetin gözü önünde bütün faci'alarıyla hala devam etmekdeyken; aynı işgaller, aynı tecavüzlerle iktidar eden ikinci nazire-i binazirde (!) huzur ve refahı kendisine adeta bir ar bilen ve fiilinin cezasından asla mütenebbih olmayan ve ötedenberi alemin rahat ve emniyeti selb için yaratılmış derbeder bir avuç Ermeniliğin; Ermenistan [tabir-i mahsusu ile beylik] da'iyanelerini kendi menafi'-i siyasiye ve hasiselerine alet ittihaz eden koca Fransa milletinin topları da biçare Maraş'ımızın afak-ı heyecanında patlamaya başladı. Beyhude yere binlerce mazlumun kanları da burada akıtılıyor. Hanumanları bu uğurda söndürülüyor…. Ey müdrik-i hakayık olan “Hak!” adaletini geciktirme! Artık tahammülümüz kalmadı…. E. Tarhan