TFT OT ee X.: BÜYÜK DENİZ ROMANI —| Şahin Yavrusu —— ı * Yazan: Kadir Can Karanlık basınca bu aç gözlü- leri pek kolayca atlata bilirlerdi! — 8: kantam gördük hi avcı öl- Bir anda yelken ve direk geri- ye sarkdı. Kara Yusuf küreklari havaya kaldırdı. Küçük Hüseyin, iki tarafdaki | keskin kayalara çarpmamak için. dümeni sımsıkı tutuyordu. En küçük bir yanlışlık, hepsinin de sulara dökülmelerine sebep o - Turdu. Geçide girdikleri zaman korsan gemisinin güvertesinde bir çığlık kopdu. Sanki avını kaçıran bir ejder homurdanıyordu. Açığa çıkdılar. Sağ taraf da, sol taraf da dümdüz, ve alabildiğine| uzuyordu. Bir mil kadar karşıda başka bir sahil vardı; hemen sa-! ğa kıvrıldılar. Korsan gemisi burunu geçdiği zaman aralarındaki mesafe epey- ce uzamışdı. Rüzgâr artıyordu. Buna sevindiler. Fakat niçin seviniyorlardı? Bu yalarz onlara mı yarıyordu?.. Korsan gemisi de aynı rüzgârla yelkenleri şişiriyor ve bütün hızi- l& üzerlerine geliyordu. Ali Reisin ükrekçisi sık sık de- ğişiyor; yelken, mümkün olduğu kadar çok rüzgâr alacak şekilde idare olunuyordu. — - Buna rağmen korsan gemisi yaklaşıyordu. 'Küçük Hüseyin ne zamandan- beri susuyordu: — Bu sefer, karşı sahile geç - meli... Bize denizi haram etti bun- lar.... Görünen ormanlarda kay- bolmakdan başak çare yok... Hepsi de oraya bakdılar... Yal- çın bir kayalığın üstünde, büyük Ali Reis de fikrini söyledi: — Küçük Hüseyinin hakkr var.| Kayıkdan vazgeçmeli ve karaya| çıkmalı... Oralarda saklanmak ve kaçmak daha kolaydır. Allah ke-| rimdir, elbet gene bir kayık, ya- hud gemi buluruz. Daha içer'lere gidersek Türk beylerinden birine kendimizi tanıtır, yardımını iste- riz. Rotayı değişdirdiler. — Sahile döndüler. Kovalamaca bir saat kadar da- ha sürdü. Eğer vakit geç olsaydı bunu biraz daha uzatabilirlerdi. Karanlık basınca da arkaların- Hemen sahile yanaşdılar. Kayıkdaki bütün yiyecekleri, suyu ve daha bazı ufak tefek şey- leri alarak çıkdılar. Küçük Hüse- yin: — Hepiniz buradan uzaklaşın, | çabuk... Ben de şimdi geliyorum! Diye bağırdı. Korsan gemisi henüz görünme- mişdi. Küçük Hüseyin kayığın burnu- nu cehuba çevirdi, rüzgâr altına verdi. Yelkeni iyice açdı. Düme: ni de engino, tâ açıklara sürecek şekilde sımsıkı bağladı. Sonra bir sıçrayışda karaya atladı. Kayığın arka tarafına kuvvetli bir tekme vurunca zaten bol bol şişen yelkeniyle ileriye atıldı. Hep birden sahildeki sarp ka - yalıklara, sonra ormana dıldılu'.' Korsan gemisi tam burnu kıvrı- lacağı sırada pupa yelken uzak- laşan kayığı gördü. Güvertede bir gürültü kopdu. — Kaçıyor, kaçıyor!... İşte!... Diye bağırdıkları anlaşılryor- du. Küçük kayığın yelkeni güneşe karşı idi. Güvertesi başdan başa gölgelenmişti. Bumun için ilk ba- kışda orada insan olup olmadığını göremiyorlardı . Zaten boş bir kayığın böyle a- Jabild'ğine açıklara doğru gidebi- leceğini k'm düşünebilirdi?... Sekiz yoldaş, boş kayığın peşi- ne takılan, ellezini kılıclarına gö- Kürerek onu yağlı bir parça gibi kovalıyan korsanlara bakıyorlar- dı. Küçük Hüseyin söyleniyrödu: —Allahdan d'lerim, bir gün ge- ne sizinle karşılaşalım... Fakat böyle yarı çıplak bir halde, kürek- den kaçdığımız zamanda değil... Bu kadar bile olsak sizi haklardık, yeter ki e'lerim'zde en kalın ense- leri ot biçer gibi kesen palalarımız olsun!... Karaya düşen birer balık gibiy- diler. O kadar üzülüyorlardı. Fa- kat buna rağmen boş kayığı kova- lıyan budala Dalmaçya korsanla- rının, ona yetişd kleri zamanı dü- şünüyorlar, hiç olmazsa gülümse- mekden kendilerini alamıyorlar- di, Burzalarını hiç bilmiyorlardı. Görünürde bir köy, bir ev de yoktu. HABER — Aksam Postası BÜ We saw the tiger that the hun - ter kittod. dürdü.,, İngilizcede kelimeler cümlede - ki sıralarına ve mevkiler'ne - göre mâna aldıkları için zamairi mev - suleyi yalnız bir yere koymak mâ- ,nayı altüst eder. FlİLLER Bir sürü insanlar bir araya gele- rek büyük bir işi başarmak istedi- ler mi, içlerinden birini başlarına geçirirler ve onu kendilerine lider yaparlar, Generalsiz bir ordu, a - miralsiz bir donarma, büyük — bir iş başaramaz. helki de hiç bir işe yaramaz. Bir ordu tasavvur ediniz ki başında emir verecek kuman - dan yok. Ordunun efradımdan biri de ne yapacağımı bilmiyor. O or - du bir iş becerebilir mi? Yahut ne- reye gideceğini, ne yapacağını bil miyen bir donanma tasavvur edi - niz. Onun hareketinden bir netice beklenebilir mi? Kelimeler de öyledir. Yığın yı- ğin kelimeleri bir ordu tasavvur edersek bu ardunun Generalları “fiül,, lerdir. Bir cümlenin içinde fiil bulunmadı mı, o cümle her ya- pacağını bilmiyen bir yığın kelime lerden ibaret kalır. Meselâ: The tall man.. the frighted boy. “Uzun boylu adam... Ürken ço- cuk,,. Yahut: The bittle girl... her doll. “Küçük kız... Bebeği,, Yahut: Father...in the garden. “Baba... Bahçede.,, gelmiş. Belli değil, Çünkü bu ke- Fmelere kumanda edecek bir. füil yok. Bunlara bir fiil katlık mı, bep sinin deayrıayrı mânaları olur, Meselâ: The talle man hit the frigh- tened boy. Yani: “uzun boylu adamı ür- ken çocuğu vurdu.., The İittle girl has lost her doll. Yani “küçük kız bebeğ'ni kay- betti.,, Father is digging in the garden. * Yani: “Baba bahçede yer kazı- dan gelen bu açgözlü — herifleri Kayıklarmımı elden kaçırdıkları- Yöke, atlatmak işden bile olmazdı. Lâkin güneşin batmasına en az üç saat vardı. , Sahile yaklaşdıkları zaman kü- çük Hüseyin hem kızgın, hem de alaylı bir sesle dedi ki: — Mademki öyle de, böyle de kayığı bırakacağız, — hiç olmazsa şunlara bir oyun yapalım . Sahile müvazi olarak uzayan u- fak ve kayalık bir adacığı göster- di. Ne yapmak istediğini anlattı. Hepsi de iyi buldular: — Fena değil!... Bize vakit ka- zandırır... Dediler.. Küçük adacığın alt tarafından döndüler. Bu suretle korsan ge - misiyle kendi aralarına yüksek lnl / yalıklar girmişdi. Birbirlerini gö- tygyggfllltiyyokf Fo yayalllt aü TP AA A AT v — Femiyorlerdi. ——— Dlttiygay OAT g oagapetlARİ ggee İK BAR aa tgFS AT taeı aeti na çok üzülmüyorlardı. Fakat ne de olsa, bulundukları yerlerde Türk bayrakları dalgalanıyor, 'Türk akıncıları kılıc sal'ıyorlardı. Ali arkadaşlarma bakarak: Kara Yuruf: — Nereye gideceğiz?.., Diye sordu. ( Devamı var ) “Artık girdi,, diyebileceğimiz kışm soğuğundan va bu soğuğun getirdiği hastalıklardan yoksuz yurttaşlarımızı korumak hepimi- zin boynumuza borçtur. Bu borcu ödemiş olumak için kullanamadı- ğımız eski çamaşırlarımızı, ço- | cuklarımızın eskilerini Himayei | Etfal Cemiyetine verelim. | ( Devamı var ) Akşam Postası ISTANBUL AN Telgral Adreslii İSTANBUL HABEK Yazı: 83802 — İdarae: 99710 vammm ae amen ABONE ŞERRITI DS 8 IT ayat Türkişe: 120 850 A00 1230 Keş, Benebii. 190 Ha M0 imo ILÂN TARİIFESİ Ficsret Udalarının satırı 12.50 Feteten zsana n mamammaraaamamaamn Sahibi ve Nesşriyat Müdürü: HASAN RASİM US Bazaldığı yeri (VARET) Matbaası İşte burada bir sürü kelimeler var. Fakat bunlar nicin bir ya dıracılığı eden adamıydı.Uzun boy " J3 Birincikânın 1938 ğ —T 50007 Yazan: l Aka Gündüz I No, 43 İşte bu laboratuvarda — (Aylı geze İasoratuvarı) dır. Burada insan kanları üzerinde yeni a- raştırmalar yapılacakdır. Her neden olursa olsun çok kan yiti - ren Bir adama her yerde kan vermek yolu bulunmaz. Böyle birisini bulub da kanı tükenmek üzere olana kan aşılamakdansa radyonomolojik sistemimle göv- glanin kendi kurultuları içinden hemen yeni kan elde etmek daha uyeundür. En dibe geldiler. Burası (Pren- cip laboratuvarı) idi. Dinliyen- lerin bir çoğu bunu prensip san- *az. (ç) (s) yi kulakları ve bilgileri ayırd edemedi. Genç bir bilgin bunun yanlış oldu « ğucçuu sezdi: — Bağeşiniz (affediniz) pro- fesör! dedi. Her halde prensip değil, Prençip ded'niz gibi geldi bana. —Evet. Prençip. — Bir bilimsal (ilmi) söz mü bu?. a — Hayır delikanlı. Bu benim üniversite arkadaşımdı. Yiğit bir Sırp delikanlısı idi. Veremdi. Ben de verem üzerinde araşdır - malar yapıyordum. Kırk bir yı- H geçdi. Çok eski günlerdeydi. Bana ilk güveni, çalışma gücünü bir yaşama gücü istedi. İlk aşı- veren odur. Benden altı aylık larımı ona yapdım, İki yıl yaşa- dı.. Eğer Habsburgların zinda - ninda öldürülmeseydi veremden Belki kurtulacakdı. n Hiriciye Bakanlığı siyasal iş - ler birinci genel müdürü lâfa ka- rışdı : — Evet, dedi. Cenevre cemi- yeti dağılmazdan yirmi beş otuz yıl önce bu Habsburglar Japon devlet kurmuşlardı. çip de o çağda Arş'dük Fransu- va Vilsonun baş yaveri idi. Profesör Esoes birinci genel mü- dürü baştan topuğa bir süzdü, iç avurtlarını gülmemek iç'n ısırdı: — Ben onlara karışmam, dedi. İşte bu laboratuvarda ben kendim çalışacağım. Başladığım işleri bu - rada başarmağa uğraşacağım. Herkes çekilip gitlikten ve ga- zetelerde yazacaklarmı yazıp bas- tıktan sonra enstitü işe başladı. Burası b'r bilim aynarozuna ben- ziyordu. Aynaroz manastırlarına nasıl kadım giremezse, bu lâbora - tuvarlara da gürültü, tenbellik, göz boyacılığı giremiyordu. Ora - ya girebilenlerin bilgi yük'eri a- ğır, huy ve tutum kerteleri yüksek, yürek çarpıntıları sıcak ve temiz - di. , Esoes hergün erden başlar her lâboratuvarda bir saat çalışır, ar- kadaşlarına yol gösterir, ders ve- rir, Ve öğleden sonra gece yarısı- na kadar kendi lâboratuvarında bulunuzdu. Prenşip lâboratuvarı - na profesörden başka, yalnız iki kişi g'rebilirdi. Birisi Amikro, öte- l kisi Omega, Omikro, kanbur, küçücük yapı- | kara kuru, otuzluk bir kızdı. î Bakteriyoloj'den büyük doktora | Kirase kimseye ne yapıy0” A, | vermişti. Hiç kimses! yoktu. Daha ü üniversitede iken arkadaşları ona | yuvarlak kanhurundan, küçümen Kesml Hüntar 10 kuruüştür. R boyundan ötürü Amikro demişler- di. ÖOmega da üniversitenin çok ezkidenberi 14boratuvarlar yar- imebM A üi a l İ Alma ve başka dile çev.irmej Devlet yasasınca koru udut; di halinde, güler yüzlü bir b candı. Omega'lığı profesör - PTRE | yonuna aldıktan sonra ba: : niversiteller, hattâ — profe gülüştüler: | — İşte Amikro'ya karşı bir *| mega! Üçü de birbirine uydu! | M Profesör Esces bile onları sanları ile çağırıyordu: ; gel, Omega git... Om'kro hergün saat yedi bif| | ğa bir kala İâboratuvardan git | ce karşısında profesörü, ve bir ? b 1 şede iş gören Ömega'yı gö h Öyle kızardı ki,. Ne olur bir l de profesörü o karşılayabilse. P li geç kalışlar çok çirkin oluyordu P — Hiç ç'rkin değil kızım. FD şuracıkta yatıyorum. Sen iki YS D | vay aktarma ettikten sonra 8| , yorsun ve hergün dakikasındâ liyorsun. Üzülme!.. ğ Ve her gelişinde profesör kapınım eşiğinde durdurur. K” bur kızın yüreğinin üstünü av#f lar gibi yapar ve avucunda bir ©| & 4 | yerleşti. Bingaziden Nilin d07 varmışcasına ellerini — kori doğru silker: ğ — Yüreğindekileri dışarıy8 " |P 1 kattım, B Kızın başmı avuçlar ve 88 doldurduklarını lâboratuvarıt ! ne serperdi. " Ğ — Kafandakiler de burada © i Omikro gülümser, çukur yef' P | larına bir. kirli penbelik çöf | | maymun kolu gibi uzun, kemil/, #a kollarına bir çeviklik gelir. — başlardı. Ş Çünkü profesörü hepsini | '4 L yordu. Kendi söylemişti. Om "7 İ bakteriyoloji fakültesindeki şıklı doçenti seviyorde- Pu ” ) elliğinden, gürbül nden kendisine Atilla san! mişti. Omikro bu sevginin çı$!” yol olduğunu biliyordu. Onun profesörden başka kimseye açamamıştı. At'lla “barış î!ı“ı kanı,, olan güzel bir kızla ya' lanmıştı. Bir kaç aya kadar neceklerdi. IŞ Onun için profesör, kanbili | yüreğindeki sevgi duyguların gün avuçlayıp koridora atafı kafa bilgilerini lâboratuvara ' perdi. ı — Sana yüreğindeki deji yapıdaki gerek! » Böyle böyle Omikro geldi. Profesörün sağ kolu gi? ; Iışmağa başladı. Birbirlerinit 7; Tilerini biliyorlardı. Esoes ons ” gizlisini açmıştı: y —Evrensel sulhu diplomat' gil, bilim sağlıyacaktır. P (silâhları) azaltmak, çoğa''4 kaldırmak... Bunlar işte Y”j yıldan beri işittiğim şeylerdi" 4 ni, ne oldu? Gene bir kaş | 4 savaş oldu. Bereket bütün paya, oradan döa bütün madı. Japonya Çini aldı. A Hindistanın yarısından #L — SN cü şelâlesine kadar, Habesi$” içinde olmak üzere ltll!”'* î diyebildi mi? Fransızlarım larla birlesip Romayı doğru muydu? Te Cenevredeki barış mi otuz yıl boşuna calıştı. T olduğunu neden ronra ; kendi kendini d> Ki