aS WW P8 © Ve a ae 14 Eylll 1934 — Ü HABER'in hikâyesi Kitap tabiinin kapisı pattadak | mermer külçalarile ardma kadar açıldı. İçeriye mu- | vücudunu görür gibi oldu. Birden harrir efendi ıirdi:Alıı—,ıny- ru moruna, pürtelâş, pürheyecan ve pürneşe idi. Girmesile beraber: — — Ver avansı! -diye haykırdı- ibuldum!! Tâbi hayert etti: — Nedir bulduğun? — Nasıl mevzu. Muharrir efendi, lif Hf yağlı w- “zun saçlı başmı “seni gidi seni!...,, mânasında salladı. — Mevzu bulduğumu - işitince gözlerin hemencecik parlayıverir. Fakat parayı az vermek için eser - lerime sankı aldırmıyor gibi bir ta vır takmırsım. -dedi-. Lâkin bu se- ferki hikâyelerim enfes mi enfes... Vakıa henüz hepşini kaleme alma dım. Fakat en cazip noktalarmı yazdım. Okuyayım da bak! Cebinden bir sarı defter çıkar - dı. Okudu: “.0, Maden ocağının beş yüz metre derinliğinde idiler, - Sanki kara toprak, karanlık ağzını — aç- mış ve bunları simsiyah midesine indirmişti. Maden lâmbasmın ha- fif ziyası altında, genç kadının dolgun ve taşkın göğsü nazara çar pıyordu. Müdevver kalçaları o ka- | ki, 'dar kıvrak hareketlerle kıvrılıp bü külüyordu ki... Delikanlınm göz - Teri bu manzara ile dumanlandı. Şehvet ve ihtiras bir kızıl alev ha- Tinde bütün vücudunu sardı. Vecit ve heyecan içinde idi... Titriyor- 'du... Kendini tutamadı. Ve genç kadmin üzetine atıldı...., Muharrir efendinin pek fazla ehemmiyet atfettiği bu satırlar, ta bii o kadar sarmadı. Kitapçı, — lâ- küyt bir tavırla: — E... -diye sordu. Daha neler var bakalım? —- Okuduğum hikâye, yerin di- binde cereyan ediyordu. Şimdi o- kuyacağım ise semalarda... Dinle! Bu da enfesünnefaistendir! “«, Bü yük “Dirijabi,, (1) bulutlarım bir hayli yukarısında idi. Aşağıda, Küreiarz yafa portakalı kadar u - falmıştı. Bir mavi boşluktan öbür mavi boşluğa uçuyorlardı. Dümen başında oturan delikanlı, genç ka- dmm heyecanla inip kalkan taş- ktn göğsüne baktı, İnce belinin al- tında, seyahat külotuna isyan e- den geniş kalçaları zaten dümeni idare edecek halde değildi. Pusla- yı çoktan şaşırmıştı, kendini tuta- madı. Balonu gökyüzünde kendi başına serazat brrakarak genç ka- dınm üzerine atıldı.,, Tâbi dudak büktü: — Daha ne ceyherler yumurtla- dın bakalım?... -diye sordu. Bu alâkasızlık muharrir efen - diyi çileden çıkarıyordu. Sesi titriyerek: — Daha bir çok güzel yazıla- rım varl -dedi.- Okuyayım da din- le: “.. Delikanlı ile genç kadın, dalgıç elbisesi giymiş ve denizin dibine inmişlerdi. Başlarında aca- ibüşşekil başlıklar vardı. Bu aca- ibüşşekil başlıkların gözlüklerin - den şehevi nazarile — birbirlerini tüzüyorlardı. Başlarının üzerinde Yelken ve islim gemileri mekik dokuyor; elli bin tonilatoluk tran- satlântikler, devasâ dretnotlar demir atmış duruyordu. Fakat on lar hiç birinin ağırlığını hissetmi- Yordu. Delikanlı, genç kadımın tor ayı andıran bol dalgıç elbisesine ktı, baktr da ba şekilsiz elbise - Tin altından, turunç göğüsleri, Kalemi alışmış! SI ad sevgilisinin bire her uzvunu ispazmozlar sar- dı. Kendini tutamadı ve genç ka - dının üzerine abıldı.,, Tabi bu sefer adam akıllı yüz — Nafile.. Hikâyelerin hiç biri bir şeye benzemiyor. — Niçin efendim niçin... Fena mı bunlar?... — Azizim, yolun uğur ola. Ken dine başka tabi bul. Ben bu herze- leri basamam. — Şa, şayet.. Bun, bunları.. Kâ, kâfi derecede maksada muvafık bulmadımsa bende daha ne hikâye ler var, ne hbikâyeler.. Meselâ, genç bir darülfünunlu, deniz ha- mamında yaşını başını almış bir hanımefendi ile karşılaşıyor.. — Malüm, malüm... Neticeyi biliyorum! Bu hikâye: «,, Birdenbire vücudu titremeğe başlıyarak kendini tutamadı ve ü- zerine atıldı.,, diye bitiyor! değil mi? Muharrir efendi fena halde şa- şaladı, — Hakikaten netice öyle! Fa - kat bunu nereden bildin? Nasıl anladın! Daha ben bu hikâyeyi hiç kimsenin yanmda okumadım Tabi gözlüğünü alnına kaldırdı ve muharrir efendiye şöyle nasi- hat verdi: — Efendi oğlum! Ben senin bu neviden palavra yazılarını ta- bede ede ve bunları zavallı ahali - ye yuttura yuttura zengin oldum. Fakat, yaptığım işe, ahar ömrüm- de, nedamet hissediyorum, Artık beşeri harsa ciddi surette hizmet böyle milletin irfanma faydalı ya- zılar getirirsen ne âlâ, Bunları ba- sarım.. Fakat böyle fesat ahlâkı tahrik edecek saçmalarla matbaa- ları işgal niyetinde değilim. Muharrir Efendi sordu: — Ne gibi ve neye dair yazılar istiyorsan söyle. Ben de ona dair yazayım!... dedi. — Meselâ tarihe dair... Ulümu tabiiyeye dair... — Hayhay! Benim elimden öy- le şeyler de gelir.. Öyle yazılar da yazarım... Fakat, sen avanstan ha ber ver yoksa.. Şimdi bana bir miktar avans verir misin? — Tarihi yazılar için veririm... Ulümu tabiiyeye dair yazacakla - rın için de, başımla beraber, a- vans hazır! Muharrir, avansı aldı ve gitti. N < A 'Tabi, bir hafta sonra, muhar- rir efendiden iki müsvedde aldı. Açtı, okudu: 1 — TÜRK — RUS HARBİ “Deli Petro,, muhasarada ka - lıp işlerin sarpa sardığımi farke- dince, karısı “Katerina,, yı - telle- di, pulladı; Baltacı Mehmet Paşa- ya ricacı gönderdi. Paşa, ipek ça - dırının ipek sedirlerinde ipek yas- tıklar üzerine yayılmış oturuyor - du. Karşısında, mermer vücutlu Rus dilberini görünce genç ve a - silzade kadının ateşin göğsüne, i- ri, fakat iriliğine rağmen çalâk kalçalarına şehvet ve ihtiras dolu bir nazarla baktı, “Gerden süpür- gesi,, ıtlakına seza geniş ve beyaz sakalı titredi. Ve çadır kapısında- ki nöbetcilere, perdeleri indirme- leri için işaret etti. 2—TARİHİ TABİl TETKİKATI (Haşaratın hayatına dair) Sülün gibi ince mevzun bacak- Okuyucularla yacenlik Dile benden ne dilersin?. HABER — Akşam Postası — Çi R! T deseler ne cevap verirsiniz ? Pastırma yazı ve muhterem pastırma - güz mevsiminde ne yemeli? -Çökelek vetoramanlar-tarhana çorbasında mola? Sucular, serbetçiler, dondurma- | tırma ile sucuğa içten pek bayıl -| bir deniz kenarma çekilip has ek- etlar, bilmem, “yaza doyabildiler | dıkları halde dıştan onları — hiç | mek, taze tulum peyniri ve kmalr mi? Ben doyamadım! Ama diye- | sevmez, hattâ pastırma ile sucuk- | yapmcak üzümü ile kendi kendi- tan nefret ediyormuş gibi görü- | ne bir öğle ziyafeti çekmektir. cesiniz ki: — Meraklanma yahu, daha ö- nümüzde bamya, domatez başağı, bağ bozumu, kuş geçici, pastır - ma yazı, kasım uvertürü var. Taze pastırma, güzlük S nürler. Neymiş, pastırma ile su- cuk yiyenin ağzı sarmısak kokar- mış! Fakat, sizi nasıl inandırayım, KI Iıtılık v ç domates ziyafetinden dönenler.. Var amma, hâlâ yaza bel bağ- lamanın sonunda da tabit karınca gibi ağustos böceğine karşı falso olmak var... Eğer kırkından önce olsaydı, daha önümüzde (Kuş keçimi) var te ökse, Yenicamiden kuşçu başı İsmail beyden de bir kapanca ile makarası temiz bir filorya, çifte kenesetli yıllanmış bir saka uy - durur, ver elini Çiçoz çayırı di « yip yallah ederdik kuş tutmıya! Lâkin kırkmdan sonra biz, de- ğil ökse, kapanca ile hattâ ağzı- mızla kuş tutsak kaç para eder? Pastırma yazına gelince: Ne ya « lan söyliyeyim, mübarek — yazı sevdiğim kadar pastırmayı da pek sever, hele gevrecik tarafından, maşalık doğranmış, sarı yağlısına bayılırrm. — Ona bayılmıyan kim var? Diyeceksiniz. Amenna, orası öyle amma bizde bir çokları pas- ——— —————— kx, parlak tenli enfes bir sinek, na- rin ellerini pencerenin kenarında- ki tozlara sürerek yüzünü pudra - hıyordu. Birdenbire, perdenin aralığın - dan, kara ve kıllı ikinci bir sinek ortaya çıktı. Birinci sineğin önünde niyaz - kâr bir tavırla elleriin birbirine ya pıştırarak; — Sizi seviyorum, hanımefen- di! dedi. Birinci kırıttı: — Ah, ah.« O nasıl söz.. İkinci sinek adaleli kollarile bi- rinci sineğin ipek kanatlarına sa - rıldı. — Siz benim olacaskınız hanı- mefendi... Siz benim olacaksınız.. Birinci sinek: — Bırakın beni... Iğne batırı- yım: Cizzz.. Cizzzz.., -diye vızla- dı. Lâkin ikinci sinek bu tehdide aldırış etmedi. Birinci sineğin ü - zerine atıldı.,, * * « Şimdi siz, tabiin yerinde olun da çatlamayın. Nalali (Hatice Süreyya)| (1) “Dirijabl — Seyyar balon. şu resimde gördüğünüz şık bah - çenin şık gezicileri daha on da - kika önce bu kibar bahçenin kuy - tu bir köşesinde âlâ, taze Kayseri pastırması ile bal kutusu Kırka - n 1 | " ASN Beylerbeyi iskelesinde tulum peyniri ve yapıncak üzüml ile can besliyenler ğaç kavununu öyle atıştırıyorlardı ki, demeyin gitsin! Ayni bah - çenin başka bir köşesinde bir baş- ka şık ve kibar grup ta bakkaldan kese kâğıdı ile getirdikleri tuzlu sardalyanm yanı sıra yüzlük kör- pe salatalık ve çiğ domalesi bir yuvarlayış yuvarlıyorlardı, az kal sın, acelelerinden küçük dillerini yutacaklardı. | Dersem, belki inanmazsınız... Fakat inanım, inanın ki, artık her- kes ağzının tadını bilmeğe ve ba- harda ne yenir, yazın ne yenir, kır- da ne yenir, salonda ne yenir öğ- renmeğe başladı. Baharda, yazda ne yenirse yen- sin, fakat benim için bu mevsim- de, yani güz mevsiminde en gü- |- zel yiyecek, bir ağaç altına, yahut | Meselâ Beylerbeyi iskelesinin şamatasız kahve bahçelerinde öğ- le vakti bu has ekmek, taze tulum peyniri ve yapıncak üzüm ziyafe- | ti bu mevsimde öyle hoş kaçar ki, insanm yedikçe yiyeceği — gelir.. Kapalı çarşıdaki lokantada, Sir « kecideki kebapçı, Beyoğlundaki yarı aşçıda bir dilim ekmekle bir tabak eti ve yarrm tabak — pilâvr zorla yiyenler şimdi — Beylerbeyi iskelesinin serin yosun kokulu ve üzerleri tenteli ve şamatasız kah- ve bahcelerinde, bir oturuşta ya « | rım kilo ekmekle iki yüz elli gram tulum peynirini üç dört salkım kı- nalr yapmcakla ferah ferah siler süpürür ve sonra: — Daha da var mı? Der.. Yalnız Beylerbeyi iskelesi mi ya? Şimdi Kandilli de öyledir. Hisar da, Kanlıca da, Paşabah - çe de.... Boğazım zaten — durğun, solgun, sessiz — Anadolu kıyıları, hele şimdi eylül ortalarında, bi - 1 | zim gibi yorgun ve durgunlar için ne kadar sargınıdır. — (Caziptir) Şimdi biri çıksa da bana dese ki: ! — Dile benden ne dilersin? Ben de ona derim ki: d — Bu saydığım iskelelerden bi- rinin serin, yosun kokulu ve şa « matasız kahve bahçelerinden bi « rinde dört başı mamur bir has ek- mek, taze tulum peyniri ve kınalı yapımcak ziyafeti dilerim! (Urumeli kebabı) denilen kr - | nalr yapıncağım, oldukça iyileri » | ne rasgeliyorsak ta, bilmem, İs - tanbulda şimdi benim o dediğim tereyağ kokulu, kaymak gibi tu- lum peynirleri var mı? Geçen akşam Balıkpazarından en iyisi ve en yağlısı diye biraz al- dım, bir de eve getirip baktım ki, halis çökelek oğlu çökelek! Fakat, siz o çökcleğin tadını şu toramanlardan sorun! Mahalle a- ralarında hiç durup dinlenmeden, koşup atlıyan, hoplayıp - zıplıyan bu külhanilerin saatte bir karmla- rı zil çalmıya başladıkça anneleri ellerine bir dilim ekmekle o çöke- lekten tutuşturdular mıydı alimal- lah onu kaymaklı, pasta gibi lâh- zede gövdeye indirir ve gene ko- şa, atlıya, boplıya, zıplıya lâhze- de eritiverirler. İşte! Pastırma yazından açtık, tulum peynirinde karar - kıldık... Bir daha sefere de belki yaprak dökümünden tutturur da tarhana çorbasında mola veririz!... Osman Cemal ı