12 Eylul 1937 Mühim bir eser: Karabük fabrikaları Holivud yasakları Bir hapisane müdürünün marifetleri Tahtelbahir mi? denizaltı gemisi mi? Karabük, düne kadar memleket ço cuklanna bile ismi meçhul olan bu yer Ayyaşın sevinci İstanbulun kalabalığı bugün en hararetli çalışmalara sahne o Holivood yasakları Cumhuriyetin si \I / nema sütununda okudum. Filim kumpanyalan sinema yıldızlanna birçok şeyleri yasak etmişler: Siyasî fırkalardan birine girmek, Dük dö Windsor'un ka nsından bahsetmek, grevler hakkında fikir söylemek, hususî bir miisaade almadan evlenmek, ecnebilcrle dost olmak, istediği elbiseyi giymek, herkesin önünde sigara içmek, polo oynamak, evlilere fotograf hediye etmek yasak. Sinema yıldızı olmağa can atan ve onlan her vesile ile taklide kalkan kadınlar, bütün bu yasakları duyduktan sonra acaba sevdalanndan vazgeçerler mi? Zannetmiyorum; yalnız şunu zannediyorum ki, şimdi de, bütün bu yasak edilen şey leri yapmamağa ve bu hususta da sinema yıldızlanna benzemeğe kalkarlar. maktadır. Temelleri bitirilen demir ve çelik fabrikalarının şimdi duvarları çatıIstanbulda sırt ya doğru yükselmektedir. Karabük fabhamalhğı, küfecilik rikaları, Cumhuriyet hükumetinin husus filân kalktıktan sonbir ehemmiyet atfettiği bir eserdir. Bu ra, bu medenî hare eserin biran evvel meydana çıkması milkete sevinen birçok letçe arzu edilmektedir. Işte bu isteğın insana tesadüf edil sevkiledir ki Başvekıl Ismet Inönü kısa di. Fakat bunlardan bir müddet içinde ve Iktısad Vekili Cehiçbiri, tanıdığım lâl Bayar da üçüncü defa olarak Karaeski bir ayyaş kadar büke gidiyorlar. Yann, bir müddet ev memnun olmamıştır: vel bu fabrikalann temelini atmış olan Bana dedi ki: Inönü, onu bir defa daha yakından göre Şimdiye kadar küfenin içinde çok cek. rahatsız oluyordum. Hamalların arabaBeş senelik plânm en mühim kısımlansı olacakmış. Şimdiden sonra ben de her nı teşkil eden demir ve çelik fabrikalan, gece eve araba ile gideceğim, demektir. sanayi hayatına atılan bir memlekeün îttanbulun kalabalığı en zarurî icablarından birini teşkil et mektedir. Endüstri tesis eden bir memleketin ana sanayie, yani demir ve çelik sanayiine, makine yapan fabrikalara dayanması kadar tabü birşey olamaz. Bugayet tabiî olarak yabancı bir memle ketin demir sanayiine istinad etmek mscburiyetinde kalacaktır. Büyük bir sanayi işine girişen Cumhuriyet hükumeti, sanayiini, başka memleketlerin sınaî mukad deratına tâbi tutmağı hatırından bile geçirmemiş ve herşeyde kıskandığı istiklâ lini endüstri hayatmda da tesis edecek olan demir ve çelik fabrikalannı kurmaIstanbulda otobüs servisleri sıklaştı ğı programınm başına almıştır. nldı. Maçka ile Beyazıd arasında da oIşte Karabükte 22 milyon Türk Iirasıtobüs işliyor. Nakil vasıtaları çoğaldık na malolacak eser bu sahadaki hassasıtan sonra tramvaylar biraz tenhalaşır yetin bir abidesi olacaktır. sandık. Ne gezer! Vagonlar gene tıklım F. G. tıklım dolu. İstanbulun her tarafına yeni evler, apartımanlar yapılıyor. Nüfus, gene o nüfus. Insan bu yeni yapılan binalarda kimler oturacak diye merak ediyor. Fakat gene de hiçbir ev, hiçbir apartunan boş kalmıyor. tstanbulun nüfusu bugün yedi yüz bin kadar birşey. Eskiden bir buçuk milyonAlmanya ile ticaret muahedesi yapan du. Yani iki misli. O zamanlar ne bu heyetimiz azasından iç ticaret umum kadar nakil vasıtası, ne de bu kadar bina müdürü Mümtaz Rek ve Cabir dün şehvardı; fakat nakil vasıtaları da, binalar rimize gelmişlerdir. Iç ticaret umum müda bugünkünden daha tenha ve daha dürünün verdiği malumata göre heyet boştu. reisi Faik Kurdoğlu ve heyet azasından Farzımuhal olarak bir gün istanbulun Bürhan Zihni de Berlinden ayrılmışlar, nüfusu sıfıra inse, caddeler, sokaklar, fakat bazı hususlann halli için Almanyatramvaylar, otobüsler ilâh... kalabalık da kalmılardır. Faik Kurdoğlu ve Bür tan daha fazla dolup taşacak. Bu ne han Zihni bir kaç gün daha orada ka!acaklardır. ıikmettir! PAZABDAN PAZAQA Ayyaşın sevinci • Ihtısadî CUMHURlYET hareketler Resim Sergisi hakkında Yazan: Ressam Nazmi Ziya Güzel San'atlar Akademisinde açmış olduğum resim sergisi hakkında bir gazetede Fikret Adilin bir yazısı neşrolun muş, bunu ben ancak yeni haber aldun. Bu küçük ve güzel yazıda çok dikkate değer noktalar olmakla beraber benden sorulan sualler de var. Bunlara şimdiye kadar cevab vermemiş olmaktan dolay çok mahçubum. Ilk söz olarak bu yazıda hakkımda gösterilen iltifatlara karşılık sonsuz teşekkürlerimin kabulünü kendisinden rica (Matis) bir yazısında «San'at eser: zamanının alâmeti farikasını taşımalıdır.» diyor! Bu ayni zamanda mekânının da demek değil midir? Bu hususta en güzel sözü (Fuzuli) söylüyor; bu sözü her Türk san'atkân söyliyebilmelidir: Çun haki kerbelast Fuzuli makatnı men. Nazmem beher çüca ki resed hürmeteş revast. Sim nist, güher nist, kt'al nist. Hakest şiri bende veli hakı kerbelast. Fikret Adil yazısında sergi (fceyfiyet itibarile de pek o kadar fakir değildir) diyor. Fakirlik ve zenginlik nisbî oldu ğundan bir milyoner için ehemmiyetsiz lan bir meblâğ, bir ortahalli için ehemmiyetli ve bir fakir için nihayetsiz bir servettir. Sergide, san'at kanaatlerimizde bir mübayenet bulunduğunu bldiğim bu ar kadaşı bile memnun edecek parçalar olduğuna göre, san'atı daha serbest bir zaviyeden görenler için hiç fakir addolunamıyacağı tabiî olduktan başka kanaatle • rime iştirak edenler için de nihayetsiz bir servet olduğunu söylemek de mümkün dür. Fikret Adil resim kanaatime itiraz ediyor ve daha da başka itiraz edenler var. Fakat cürnlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif, dedikleri gibi bence bu ihtilâflar iyice konuşup anlaşmadığnnız içindir, nasıl ki Fikret Adilin yaznının sonundaki fikir tamamen benkn san'at kanaatimdir; diyor ki: Bir ressam «halka ihtisasının mahsulünü değil de müphem bir şey verecek olursa kendisine terkedilen bir vazifeyi suiistimal etmiş olur, ilâh...» Ben de tıpkı böyle diyordum. Eseri sanat hiç müphem olmamalı ve herkesin an • lıyabileceği gibi olmalı. Bu işi kendisine tevdi edenlerin işine yaramahdır. Gene Matis diyor ki: «Eseri san'at, fikirleri karışürarak yorgunluk ve heye can verecek mahiyette olmaktan ziyade sükun ve istirahat verici olması san'atkârlann ve başka meslek erbabının anlıyacağı ve hoşuna gideceği şekilde buluaması gerektir.» Serbest fikirler Oburluk Pisboğazlık nne, okşar gibi yavrusunun eline vurdu, sonuncu çikolata parçasını yere düşürdü: Yeter, dedi, pisboğaz olma! Çocuk, ilkin gözünü ezilmeğe mahkum çikolataya, sonra masum bir hayretle anasına çevirdi: Neden boğazım pis olsun. Daha on gün olmadı temizleneli. Doktor kıtır kıtır bademciklerimi kesti, boğazımı temizledi. Anne güldü, çocuk da o ilâhî tebessümden hâz alarak gülümsedi, çikolata unutuldu, bahis kapandı. Fakat benim içimde bir düğüm kaldı. Niçin o anne pisboğazlığın boğaz pisliği demek olmadığını yavrusuna anlatmadı?.. Bir paket içindeki on altı çikolatadan on beşinin yenmesine dalgınhkla müsamaha gösteren annenin sonuncu parçayı yavrusuna feda ettirmesi belki yerindeydi. Lâkin çocuğa pisboğaz olma derken bu kusurun, bu ayıbın ne demek olduğunu da anlatmak gerekti. Çünkü çocuk, yediği fiskeye, feda ettiği çikolataya rağmen annesinin maksadını anlamamıştı. Işte bu düğüm içimde büyüdükçe büyüdü, akşama kadar bir yumak oldu. Vapurdaki sahne de gözbebeklerimden saatlerce uzaklaşmadı. Nihayet eve geldim, oğlumu karşıma aldım ve sordums Pisboğaz ne demektir? O da vapurdaki çocuk gibi boğaz pisliği demesin mi?... İçimde yumaklaşan düğümü çözmek artık bir sinir vecibesi haline gelmişti. Oğluma anlattım: Pisboğazlık, ele geçen herşeyi yemek demektir. Bu, kötü bir itiyaddır, gitgide illet olur, mide bozukluğuna sebebiyet verir. Ayni zamanda maddisi, manevisi; ferde ve cemiyete müteallik olam vardır. Maddî pisboğazlık, dediğim gibi, vakit ve zaman gözetmeden, faydası ve zaran düşünülmeden boyuna şeker, fıstık, leblebi, çikolata, simid filân atıştırmak ve gene boyuna gazoz, kahve, çay, limonata ve su içmektir. Manevî pisboğazlık sıra, münasebet, zevk ve idrak düşünülmeksizin gazete, kitab, mezartaşı, duvar ilânı ve saire okumaktır, bu çeşid pisboğazlık mideye değil, beyne dokunur, adamı şersem eder. Cemiyete taalluk eden pisboğazlıklar, emperyalizm şeklinde tecelli eder. ederim. îtirazlara gelice: Bunlara zaten alışı ğım ve cevablarım da hazırdır. Fakat nokta nokta cevab vermektense bu sergiyi niçin açtığımı ve san'at hakkındaki kanaatimi izah etmekle iktifa edeceğim. Zaten asrın modası da budur; hocalar* mız olan Avnrpa ressamları üç resim yapıyorlar, üç yüz sahife yazı yazıyorlar. Bu hesaba göre, ben üç yüz parça resim teşhir ettikten sonra otuz bin sahife yazmaklığım icab etmekte ise de bu şimdilik mümkün olmadığından şu yazımı o sahifelerin hulâsası olarak kabul ederek hoş görülmesini rica ederim. Bu sergiyi niçın açtım ve niçin bu kadar çok resim koy dum? Benim resme başladığım günlerdenberi geçen otuz beş sene zarfında neler olmadı? Harbler, ihtilâller, inkıiâblar, icadlar ve ihtiraların ruhlarımızda doğurduğu buhranlar ve mütemadiyen değişen kanaatlerimizle geçirdiğimiz merhaleleri ve bu çapra^ık yolun nasıl katedildiğini göstermek istedim. Ta ki bizden sonra gelenler tecrübelerinde ve yoklayışlarında zorluk çekmesinler ve vakit kazansınlar. Şükran ve minnetle görüyorum ki bir çok gencler gelip sergiyi dikkatle geziyorlar. Bu suretle küçük bir hizmet yapmış olduğumu sanryordum. Bundan başka bir çok söz sahibleri kanaatlerini söylediler. Bu da gazetelerde hmal edilen ciddî san'at tenkidlerinin yeine geçti, bu sayede vatandaşlanmın an'at hakkındaki düşündüklerini bir dereceye kadar anlamış bulunuyorum. Göıül isterdi ki biraz daha alâka gösteril sin ve münakaşalar olsun ve gene san'atkârlann gidecekleri yol biraz daha aydmlanmış olsun; bu noktadan fikrini açıkça yazdığı için de Fikret Adile ayrıca tnüteşekkirim. San'at nekadar beynelmilel ise de muhitinin hissiyatını ifade etmedikçe sanat sayılamıyacağı bütün dünyaya kabul edilmiş bir hakikattir. Biz Avrupalılan taklid ettikçe Avrupalılar bize haklı olaak gülecekler, ve vatandaşlarımız da yptığımız resimlere alâka göstermiyecek lerdir. Zaten öyle de oluyor. Işte bu noKta benim kanaatimin esası ve iddiamın başıdır. Şimdiye kadar yaptığım didin meler bunun içindir; yoksa ben de bir pirin eteğine yapışıp otuz beş senede yaamadığım işi üç buçuk senede yapar ve lerkesi hayrette bırakırdım. Ben dedim, diyorum ve ve diyeceğim ki: Biz herşeyi son tekâmülünü yapmış lduğu memleketlerden alabiliriz. Yalnız san'atı değil; topları, tüfekleri, otomobileri, kamyonları hatta isterseniz elbiseleri e yiyecekleri bile.. Işte kübiktir diye aptığımız mimarlığın neticelerini görü orsunuz. Şarkta marazî bir şekilde olan taklid meyil ve istidadı hiçbir şark milletine kuvvetli ve devamlı bir medeniyet yap mağa imkân bırakmamıştır. San'at, medeniyetin anahtarıdır. Hiç lmazsa bu anahtan olsun kendimiz yapmağa mecburuz. Bir hapisane müdürünün marifetleri Bursa muha birimiz yazıyor : «Bursa hapisanesi müdürü Bay Sa bit ölmüştür. Ve fatından sonra ha • pisane kasası açılın ca, mahkumlara aid paralann müdür tarafından yendiği anlaşılmıştır.» însanm aklma ilkönce şu geliyor: Müdür, kasanın kontrolundan evvel öleceğini biliyordu}» paralan yedi, hesabını ahirette vermek üzere gözlerini yumdu, gitti. Fakat öleceğini nereden biliyordu? Bu kadar şey bilen insan, para kazanmanın daha meşru yollannı da bilmez mi? Hoş, bir hapisanenin içindeki hırsızlan soyan açıkgöz müdürün, o hapisane içinde olacağı yerde başında olması, gene epey şey bildiğine delâlet eder. Berlindeki heyet Azadan ikisi diin şehrimize döndüîer Tahtelbahir mi, denizaltı gemisi mi? Asfalt tecrübesi Bazı gazeteler «Tahtelbahir», baz» gazeteler de «Denizaltı gemisi» diye yazıyorlar. Tahtelbahir kelimesi kısa, fakat arabca; denizaltı gemisi kelimesi türkçe, fakat uzun. Buna, kısaca «denizaltı» deyip çıksalar olmaz mı? Zaten arabca «tahtelbahir», fransızca «sousmarin» kelimeleri de denizaltı demek. Tahtelbahir kelimesi o kadar arabca kokuyor ki, telâffuz edilince, Kur'andan bir âyet okunmağa başlanmış gibi oluyor. Dua gibi birşey. Eskiler, her yeni fennî keşfin Kur'anda yeri olduğunu söylerler. Acaba Kelâmı Kadimde tahtelbah'irden de bahis var mı ki bazı gazetelerimiz bu kelimeyi arabca olarak muhafaza etmeği daha münasib buluyorlar? Tayyare kelimesi yerine uçak demeğe de alışamadık. Neredeyse ona da «beynessema vel'arz» demeğe baslıyacağız! Belediye tecrübe olarak İstanbulun bazı parçalannı asalt döşemeğe kaar verdi ve İş Bankasının önünde işe başladı. Ben bu asfalt inşaatına neden birer tecrübe mahiyeti verildiğini bir türlü anlamıyorum. Tecrübe edilecek olan şey nedir? Asfaltın arnavud kaldınmından daha iyi olup »lmadığı mı? Yoksa, Belediye tarafından yaptırılan asfaltlaruı dayanıp dayanma Iç ticaret umum müdürü Mümtaz Rek dün Ticaret Odasına gelerek bir müddet meşgul olmuş ve sonra Türkofis müdürile görüşmüştür. Mümtaz Rek ve Cabir bu akşam Ankaraya gidecekler dir. Almanya ile aramrzda yeni yapılan ticaret muahedesi hakkında heyet reisi Faik Kurdoğlu Ankaraya döndükten sonra bir izahname neşredıleceği anlaşılmaktadır. Bilhassa bir muvaffakiyet teşkil eden «üç taraf» protokolu hakkmda piyasanın tenvir edileceği muhakkak görülmektedir. verelim: lyidir! Belediye tarafından dığı mı? yaptırılan asfaltların dayanıp dayanmaBu iki tecrübeden birisini bütün Av dığı merak ediliyorsa, gene Belediyenin upa, ötekini de Istanbul Belediyesi çok ecrübesine istinad ederek tek kelime ile tan yapmıştı. Asfaltın arnavud kaldırı evab verelim: Dayanmaz. mından daha iyi olup olmadığı merak eTecrübeye ne lüzum var? Bunlann hepsi tecrübe edilmiş şeyler. diliyorsa, bütün medenî dünyanın tecrüSERVER BEDl besine istinad ederek tek kelime ile cevab Melike, odasına girince, hemen so yundu, pijamalarını giydi ve kür balkonuna çıkarak derin soluklarla, serin, fakat reçine kokulu temiz havayı kokladı; geniş odayı, engin ufuklan kucaklamak ister gibi kollarını açtı, gerindi. Kocasının: Melike, üşüyeceksin; içeri gir! Demesine aldırmadı. Şekibin, geze geze gideriz! demiş olmasına rağmen, Melike, hiçbir yerde durmadan, eğlenmeden, doğruca sana toryoma gitmelerini istemişti. Kocası, onun bu isteği karşısında, biraz şaşırmaktan kendini alamamıştı; fakat evvelce bir kere söylediği gibi: Artık buraya iyice alıştın! diyemiyor, demeğe korkuyordu. Melike, dolambaclı yollar, kaçamakh suallerle, bunu, ona söyletebilirdi. Yalnız, bu söyletmenin zevki yoktu. Şimdi o, kendi kendine düşünmeğe alışmıştı; ve bu, onun kuvvetini, gün geçtikçe artırıyordu. Şekib, gideceği vakit: Ben, gene eskisi gibi geleceğim, dedi. Şimdi, benden istediğin birşey var mı? Gene kadın, kollannı kocasının boy nuna doladı; onun yüzüne baktı, gözleri dudakları idi sanki: Senden, «sen» den başka birşey istemiyorum! Benim resimlerim belki buna tamamen mutabık değildir, fakat herhalde san'at kanaatim budur ve söylemek istediğim de bundan başka birşey değildir. . , ,, Duvarlarda simsiyah yiizkarası gibi bir tablo görmektense velev deli alacası Oğlum yutkundu ve mırıldandı: gibi renkJi bir resim gönneği tercih ede Misal? rim, ve zannederim ki herkes de böyledir. Ferdî pisboğazlıklann midevî kısYalnız resim kültürü denilen ve köklerimma Avcı Mehmedi, dimağî kısmına fini Kurunuvusta kiliselerinden alan örümcekli kanaatlerin zihinlerden silinmesi lozof Rıza Tevfiği, cemiyete aid pisboğazlığa ise Büyük İskender gibi, Napolşartile. yon gibi adamlan misal olarak gösterebiHarbden sonra bütün dunyada büyük lirim. Avcı Mehmed, yataktan kalkar değişmeler olmuş, fen ve ilim inanılmaz kalkmaz çerez yemeğe başlar ve elini yebir terakki derecesi bulmuştur. Ne yazık miş torbasına benziyen cebinden ancak ki bu geniş dünyanın ve bu beyaz aydmlı uyurken çıkarırdı. Rıza Tevfik, herşeyi ğın san'ab henüz doğmamıştır. okurdu, fakat hazmedemezdi. Ben ne eski kanaatlerle yapılmış hıris Şuna oburluk desene baba. tiyan medeniyetinin resimlerini isterim, ne Değil oğlum. Arada fark var. de sinirleri bozacak renklerle indî ve şah Gerçi oburluk da mide bozar amma pissî fikirleri taşıyan resimleri. Ben isterim ki boğazlık gibi iğrenç değildir. Hele ilimresim, yaşamak zevki versin, hoşa gitsin de oburluğa cevaz bile vardır. ve yemek içmek gibi insanlann fizyolojik Sana da ne şekilde olursa olsun pisgüzellik ihtiyacına cevab versin. boğaz olmamanı tavsiye ederim. Fakat Ben isterim ki resim memleket sevgisi ilim sofrasında obur ol, doymak bilme. ve kardeş sevgisi versin. Akşam yorgun O sofradan erken kalkan aç kalır. M. TURHAN TAN argın evine gelen kimseye rahat ve sükun versin, yuva ve aile sevgisi tattırsın, istik Fındık ihracatını kontrol balin sahibi olan gencleri karanlık sine Fındık ihracatını kontrol hakkındaki ma salonlarından vareste kılsm ve ahlâk yeni nizamname bu ayın 24 ünde mevhastalıklarından korusun. kii tatbika konulacaktır. Yeni nizam name ile kurulan kontrol merkezlerinRessam den birisi de Istanbulda bulunacaktır. Nazmi Ziya daha üç aylık sanatoryom ücretini verıp veremiyeceğini düşünmüyordu. Şekib, sıkışacak olsa, kaynanası, ne yapıp ya • pacak, belki de kızına, damadına yaza cak, bu parayı muhakkak bulup oğluna yardım edecekti. Kışı sanatoryomda geçirecekti. Fakat acaba, «zaman» geçmiş olmıyacak mıydı? Evin vaziyeti, korkuncdu. Kaynanasile Huriye kız; ve onlarla birlikte, kaynananm yeni ahbablan, yeni dostları; Huriye kızm sıkıfıkı konuştuğu ortayaşlı, gene kadınlar, kızlar da boş durmıya caklardı. Bu «geçecek zaman» içinde, Şekib, hazırlanan ağlara takılmıyacak, kurulan pusuya düşmiyecek, ayakta durabilecek miydi? Melike, ancak baharda evine döne cekti. Gene kadına, «bahar» ümid veriyordu. Kanlann kaynadığı, tabiatin tomurcuklandığı zaman, yuvasına dönecek ti. Tabiat gelin olurken, Melike de, iyileşmiş, dincleşmiş, ve tazeleşmiş olarak kocasına kavuşacaktı. On gün içinde, sanatoryomda bir çok değişiklikler olmuştu. Ilk günler, Meli ke, hemşire Senihayı görememiş, izinli çıktığmı sanmışb. Sabahleyin derece almağa gelen şüvester Emmaya sordu: Hemşire Seniha, nerede? Izinli mi, yoksa hasta mı? Edebî tefrika : 67 15 Doktor, röntgende, muayeneden çok memnundu: İzni biraz uzattınız; korkmağa başladun. Daima tekrar ettiğim, kaçmılması imkânsız aksi tesadüfler olur, bir kırgınlık geçirebilirdiniz. Normal bir seyir takib eden tedavinin ve iyileşmenin, geriye vurması ihtimali vardı. Melike, doktorun korkusuna, göğsünü gererek cevab verdi: Evden, hiç dışarı çıkmadım. Ko rundum; buradaki gibi programın tek noktasını ihmal etmedim. Anlıyorum... Vaziyet, çok iyi... Çok iyi gidiyor... Doktor, elile çenesini tutarak önüne bakıyordu, birden başını kaldırarak: Yalnız.... dedi. Yalnız, kışın açtk, görünür tehlikelerinden de sakınmak lâzım... Size, kat'î bir teklifte bulunmuyo rum, fakat kışı burada geçiriniz. Melike, kararmı daha çok evvelden vermişti: Doktorcuğum, bütün düşündüklerinizi, açıkça söyleyiniz. Siz, ne derseniz, ben, onu yapacağım. Doktorun yüzü gülmüştü, elile saçlarını düzeltti: Teşekkür ederim. Melike, kışı sanatoryomda geçirecek ti; bu fikre, kendini alıştırmıştı. Şekibin, Yazan Eğer kaynanası, fazla heyecanlı olmasaydı, Melikenin gülüşünden kuşku lanır, ince alayın hemen farkına varırdı. Fakat ihtiyar kadın, etrafını göremiye cek kadar sinirliydi. Şekib, hiç sesini çıkarmıyordu. Bu kadar eğlenmiş olmak, Melike için kâfiydi; gene kadın, bir saniye düşünür gibi durdu, bir tereddüd geçirdiği belliydi, kocasına baktı, sonra başını salladı: Evet... Kararımızı bozmıyahm, erkenden gidelim. Hizmetçi kızm elinden şemsiyeyi aldı, kaynanasmın elini sıktı: Allahaısmarladık, anneciğim. İhtiyar kadm, bir sevgi ve şefkat buhranına tutulmuş gibi yüzünü buruştur muş, yorgun soluklar alıyordu, sesi ke derliydi: Güle güle yavrum... Artık, yakında, inşallah, büsbütün, temelli gelirsin.. Melike, elile Huriyeye selâm verir gıbi işaret etti, kocasının koluna girerek kapıya doğru yürüdü. Gene kadın, yolda, en saçma şeyleri bahane ederek, güldü, güldü, güldü. Mahmud Yesari Şekib, karısını neşeli gördüğü için, o da, gülüyordu. Melike, sanatoryoma yaklaşırken, içinin genişlediğini duyuyordu. Bahçeye girdiği zaman, kulaklan, bütün aşina seslerle doluvermişti: Muhasebecinin kurd köpeği Maks, kimbilir neye sinirlenmiş,^ kesik kesik havlıyordu... Bahçıvan Ömer Ağa, köşkün su hazinesini doldurmak için tulumbanın kolunu işleten Samiyi çağırıyor; şef garson Seyfi hademe Büyük Aliye sesleniyordu. Telefonun uzun uzun öten çmgırağı biîe Melikeye, yabancı gelmiyordu. Kapıdan girerlerken hemşire Saba hatle karşılaştılar. Gene hemşire, yüzü birden kızararak gülümsemişti: Hoş geldiniz, efendim... Nerede kaldınız? Doğrusu, merak etmeğe başlamıştık. Bu samimiyet, ve sükun havası, Melikeyi mes'ud edebiliyordu; dünyada, samimiyetin, sükunun, ve iyiliğin de mev cud olabileceği ihtimaline inanmak, riya ve yalanlarla içi üzülmüş bir insan için, kâfi bir teselliydi. Viyanalı hemşire, dili döndüğü kadar anlatmak istedi: Hemşire Seniha, buradan çıkmak.. Yok izin çıkmak... Buradan büsbütün çıkmak... Melike, buna üzüldü; çünkü, tanıdık insanlan görmek, ona, oradaki yalnızhğuıı ve garibliğini unutturuyordu. Bir gün sonra, arkadaşı Samıyenin de, ev»ne gittiğini öğrenince büsbütün garibsedi. Melike, «kimyager hanım» ı merak ediyor, fakat sormağa cesaret edemiyordu. Birkaç gün sonra, şüvester Emma, derece alırken, Melikeye: Kimyager hanım, çok hasta, dediGene kadınm, yüreği sızlamıştı; bir şey söylemeden hemşireye bakıyordu. şüvester Emma, sesini yavaşlatmıştı: Kimyager hanım, çok ağlamak... Melike, yalnız ümidsizlerin değil, ağzmdan bir parça kan gelen, ateşi çıkan bütün hastaların ağladıklarını biliyordu; o da, sesini alçattı: Çok mu hasta? Şüvester Emma, anlatmak istediği şeyi söyliyebilmek için kelimeler arıyor, yü zünü buruşturuyor, kekeliyordu: Kimyager hanım, hep çok hasta... Amma, yok hastalık ağlamak... Evden, beni unutmak, diyor... Yok evden gel mek, aramak... Ben, ölecek, yok ara mak, diyor... Çok ağlamak... {Arkast var)