6 Şubat 1937 CUMHURÎYET Eserlerimiz Yunan gazeteleri tarafından büvük bir alâka ve takdirle karsılandı Atinada çıkan Proiya gazetesin den: «Parnasos'ta açılan Türk resim ve kitab sergisi yeni Türkiyenin manevî cephedeki terakki sini şimdiye kadar tammıyanlar için büyük bir hakikati ifşa etmektedir. Teşhir edilen resim levhalan, kitablar, gazeteler, haritalar, elyazılan ve her nevi matbua bize Türkiye halkımn şim diki manevî vaziye Türk ressamlarımn eserlerinden birisi tinin heybetli bir tasvirini göstermekte ve son zamanlara bir sevinc ve bir kuvvet saçıyor. Köylü kadar tazyikı altında bulunduğu Orta hayatına can vererek millî imanın remziçağa mahsus teokratik hükumetin zin ni yükseltiyor. Bu suretle san'at ve hacirlerinden kurtularak millî vicdanı ikti yat çok sevimli ve çok nikbinlikle in'ikâs sab için yapılan kahramanca savaşlan ettirilmis oluyor. En güç levhalarda ve hahrlatmaktadır. Türk milletinin bu zin en büyük terkiblerde gen ressamların cirden kurtulmak için yaptığı savaş bil" gösterdikleı\cesaret eserde geçmiş bir olhassa resimde göze çarpmaktadır. Baş gunluk manzarası gösteriyor ki bu yeni tanbaşa yeni Türkiyenin matlubuna kay Türkiyenin kendi maddî ve manevî kuvdedilmesi icab eden «hiçten» bir hakikî vetlerine itimadmın toplu bir aksinden varlık yaratılmıştır. başka birşey değildir. Türk ressamlarımn üzerinde yabancı Ortaçağa mahsus deryalar içinde bo ğulmakta bulunan eski müstebid Osman san'atkârlann tesiri zahir ve sebebi lı împaratorluğu Türk ırkının diğer bir nin anlaşılması da kolaydır. Bunlardan çok yaratıcı liyakatleri arasında resim ve pek çoklan tahsillerini haricde ikmal ether türlü güzel san'atlardaki inkişaf ve mişler ve bu suretle san'atm bütün asrî tezahürlerini boğmakta idi. Müfessirler cereyanlarına vâkıf olmuşlardır. Fakat şer'î nizamm tasvir yapmağı menettiğini bu yabancı tesirini körkörüne bir taklid telkm ertikleri için eski Türk ressamlan seklinde kullanmakta değilllerdir. Bugün zekâvet ve istidadlarını zamanın karan bütün insaniyetin san'ata aid müfekkirelığı içinde kaybederek gecikmekte olan sini hissederek tatbik ediyorlar. Türk rönesansmı beklemekte idiler. Ve bu, Türk ruhunu temelinden saran Kemalizmin istikran ve Türkiye Cumhuriyetinin esaslanmasile başlıyan bu rönesans bize Parnasos sergisinde ilk mahsulünü güzel san'atlar sahasında meydana çıkarmıştır. * * * Pernasos'ta levhalan teşhir edilen Türk ressamlarını hemen hepsi genctirler. Güzel san'atlar ibdaında genc ol dukları gibi yaşça da gencdirler. Bunlar arasında Türk san'atını en güzel temsil edenlerden pek vakitsiz vefat eden İsmail Namık ile İbrahim Çallı, henüz ancak 23 yaşında bulunan Bedri Rahmi, gene pek genc olan Turgud, Şerif Ziya ve sairenin levhalan vardır. Hemen hepsi henüz ilk tahkik ve tefahhus vaziyetinde bulunduklanndan hepsinin ayni bir mektebe ve yahud ayrı ayn mekteblere malik olduklan söylenemez. Fakat arzettikleri bazı müşterek karekterlere bakarak ileride tertemiz bir Türk san'atinin tebellür edeceği görül mektedir. Teşhir edilmiş levhalann güzellik ve cazibesi ne san'at ve ne de ehliyet cazibesinden ileri geliyor denemez. Ancak daha derin, çok derin bir ruh bir maneviyet sanki herkesi çekip hükmünün al tına alıyor da hayran bırakıyor. San'atkârlar kendilerinin hissettiği san'at ve hayat imanını levhalarına nefhetmişler dir. Her biri cesaret, sebat ve metanetle tezlerini ikmal ediyorlar ve Türk Cumhuriyetinin temelini teşkil eden «yeni ruh» a olan itimadlarını izhar ediyorlar. Atatürkün misal muhibbi bulunduğu Avrupalılasmak delâletinin güzel san'atlar sahasında tatbikından ibaret olan ruhtur. Bugün Parnasos'a tasvirini aksettirmiş olan gördüğümüz ruh ta bu ruhtur.» * * * Akropolis gazetesinden: Parnasyos salonunda açılan Türk resim sergisini bütün san'at dostlan zıyaret etmektedir. Türk san'atı gıptaya şayan bir mükemmeliyete vâsıl olmuştur. Teşhir olunan kitablar da çok mükemmel ve herkesin alâka ve hayretini uyandır mıştır. Türk terakkiyatı Yunanlılan memnun etmiştir.» * * * Yunanistanda teşhir edilen Türk tabloları • ((Times)) e göre Türk Alman ticaret münasebetinde son vaziyet Dün şehrimize gelen Times gazetesi nin îstanbul muhabiri Türk Alman ticareti hakkında ne dereceye kadar doğru olduğu bizce malum bulunmıyan bir haber vermiştir. Gazete diyor ki: «Ankaradan haber verildiğine göre hükumet Türk Alman klering anlaşmasını feshederek başka esaslara dayanan yeni bir mukavele akdini teemmül etmektedir. Şimdi mevcud klering anlaşması dolayısile Türkiyenin Almanyada 20 milyon lirası bloke kalmıştır. Bunu geri alabilmek için Türkiye, başka pazarlarda daha ucuza tedarik edilebilen mamul eşyayı Almanyadan mubayaa vaziyetinde bulunuyor. Almanyanm Türkiyeden aldığı birçok mahsulleri, Türkiyenin doğrudan doğruya satış yapmak imkânı mevcud memleketlere devren satış yaparak Türk mallarını bu pazarlara arzdan dolayısile menetmiş olması, vaziyeti bir kat daha güçleştirmektedir. Almanya, başka memleketlere devrettiği Türk mahsullerinin mühim bir kısmı üzerinden Türkiyeye hâlâ borclu bulunmaktadır. Diğer şayanı dikkat bir nokta da Almanyanm, bu şekilde hareketle Türk haricî ticareti üzerine daha sıkı bir kontrol vazetmekte olduğudur. Geçen sene zarfında Türkiyenin ihracat emtiası beşte üç nisbetinde Almanyaya gitmiştir. îşte bu mahzurlardan dolayıdır ki Türkiye Almanya ile yeni bir anlaşma esası aramaktadır.» Oval, ovul, ovar, ovarit [Atatürkün yüksek takdirine mazhar olmuş bir etüd] Yazan: ismail Müştak Mayakon IBattarafı l tnci sahifede] kültür terimologisine bu derece uygunsuzluğu olmuştur. Bu hataya tekrar düşmemek içm türkçenin zaman içinde ve diller arasında oynamış olduğu kaynaklık rolünü ilmin bütün incelik ve derin liklerile, irdelemeliyiz. *** Araştırma konumuz olan grupu diksiyonerler lâtince ovum «yumurta» sözünden getirilmiş gösteriyorlar. Avrupa dilleri bu «ovum» un etimolojisini ne dereceye kadar aydmlatabili yorlar? Bu sözün türkçeye nisbeti nedir? Bunlan araştıralım. * * * Almancada: a y Slavcada: (a) y Ermenicede: (V.) y Farsçada: (V.) h Bütün bu prensipal köklere (V. ğ) ana kökünden geçilmiştir. Burada ana kökün ifade ettiği anlam güneşin «yaratıcıljk faaliyeti, hayat vericiliği» dir; prensipal kökler ana kökün yerine geçerek semantik mümessili olurlar, yani prensipal kökler de, burada «yaratıcılık, hayat vericilik) anlatırlar. Şimdi prensipal kokten sonraki unsuru irdeliyelim: Gördüğümüz sözlerin bazılannda bu unsur «V. v), veya «v. b», bazılarında «v. y» ve birinde «v. g» dir. Bunlarm konson unsuru olan «v, b, y, g» orijindeki «ğ» den gelişmiştir. Şimdi, yumurta anlamlı sözlerin etimolojik gelişimini gösteren formülleri daha iyi anhyabiliriz: Tetkîkler GünesDil teorisile > Saadetin bir taraflı ve yeni bir tarifi aadet, herkesçe bilindiği üzere, gönül hoşluğundan ibarettir. Socrates, kendimizi bilmekliğimizin hakikî saadet olduğunu telkin ederdi. Onun düşüncesine göre kendini bilmek, «fazılet» sahibi olmak demekti. Fazilet, iyi olmayı ve iyi olmak, saadetd intac eder. Socrates'm talebesinden olup Kelbiyye mezhebi kuran ve Diogenes'i 'yetiştiren Antistenes «saadetin her türlü Ihtiyacdan uzak kalabılmek» olduğunu söylüyordu. Aristippe, hakikî saadetin zevk olduğunu iddia etti. Epicure, saadetin özü «lezzettir» dedi ve bu hükmünü izah ederken: «Şunun bunun işine, dünyanın gidişine karışmayıp günü hoş geçirmek» lüzumunu ileri sürdü. Bütün bu adamlar, «değişmez» bir saadetin hulyasını yaşamışlardı, mutlak bir saadeti tasavvur ve tasvir edebilmek için dıdinip durmuşlardı. Zamanımız filozofları böyle bir hayalle uğraşmayı gülünc bulmuşlar ve herşeyin insan için nisbî olduğunu kabul ederek saadeti de «mümkün olmak» bakımından tahlil etmişlerdir. Fakat nisbî ve mümkün olan bir saadetin tam bir tarifini yapamamışlardır. însan muhtelif felsefî mezheb üstadlannm saadete kavuşabilmek için düstur mahiyetinde ortaya attıkları hükümleri gözden geçirdikçe bu davanın bizim gömlek hikâyesinde daha cezrî olarak hallolunduğuna inanmak zorunda kalıyor. General Dr. Süleyman Eminin 3 üncü ölüm yılı 3 sene evvel bu gece General doktor Süleyman Emini kaybettik. Süley man Emin vatanını çok sever, Türklü ğile iftihar eder fa ziletli ve bu vatana bidayette temiz genclik hislerile, sonra bilfiil çok hizmet ler etmiştir. 1892 de ®mMStomW Û Tıbbiyeyi ikmal e Merhum Süleyman ,. . . . . . ; Emin dınce kendısını meşhur Nikolun bakteriyoloii lâboratuarın da ve sonra Gureba hastanesinde bulu yoruz. Tıbbiyede ilerliyen hürriyet cereyanının başmda çalışıyor. Nihayet hürriyetperver bir arkadaşının Avrupaya kaçınlmasmda kendisine muavenet istenildiği duyulunca Şeref vapurile, 80 arkadaşile Trablusgarba sürüyorlar. Bu zamanki hayatmda çektiği işkenceler kendisinde elîm bir hatıra bırakmıştır. Meşrutiyete kadar orada kalmış, Receb Paşanın valiliği zamanında orada sıhhî teşkilât hususunda hüsnü hizmeti görülmüştür. 1908 de Almanyaya gönde rilmiş ve orada tetkikatı sıhhiyede bulunmuştur. Avdetinde sırasile Balkan Harbinde ve Harbi Umumide büyük hizmetleri vardır. Mütareke devri kendisinin en filî ve en şerefli zamamdır. Daha ilk gününden itibaren Kuvvayi Milliyeye i'tihakla bilfiil cephede çalışmış, Türkiye Cumhuriyetinin uzun seneler ilk sıhhiyei askeriye reisliğini yapmış ve nihayet Şurayı Devlete aza seçilmiştir. Her yerde temiz ahlâk ve vicdanile teferrüd etmiş ve faaliyetile cümleyi memnun kılmıştır. Daha çok hizmet edecek bir sinde vefatı çok acı olmuştur. Kendisi Türk hekımliğinin çok uzun asırlardanberi devam eden asaletinin hakikî bir timsaliydi. Ernout Meillet lugati (Sah. 684) ve Alois Walden'in Mukayeseli lugati (I. Sah. 2122) lâtince ovum yumurta sözü üzerine yapılmış olan bütün tetkikleri gözden geçiriyorlar, fakat aralarını telif edemiyorlar. Bir çok lengüist bu sözün ve kuş manasına gelen lâtince avis in etimo(D (2) (3) lojilerini birleştirmeğe çalışmış, fakat Grekçe: oveon: oğ ")" ov+ e(ğ) + «yumurta = kuşun yaptığı» mı, yoksa (4) «kuş = yumurta yapan» mı demek olduon (oğ) ğunu kesrirememişler, etimoloji sahasmGrekçe: ovion: oğ + ov + i (ğ) + da da «tavuk mu yumurtadan, yumurta on (oğ) mı tavuktan» çıkmazına batıp kalmışlarAvesta: âvaya: ag f a v f ay fdır. Ittifak edemedikleri birmci nokta ovum ile avis için müşterek bir hindoöröpeen kök tayinindedir; ileri sürülen temler (onlarca kökler) şunlardır: (1) ouey, (2) ouy, (3) auy, (4) oyo, (5) uges, (6) yoyo, (7) ayya, (8) a uey, (9) uey dir. İkinci ihtilâf noktası da bu temlere gelen eklerin mahiyeti üzerinedir: Kullanılmış olan ekler, tespit edilmiş olan kaidelere, uygun düşmüyor. Bu iki noktada ihtilâf olunca, Avrupa etimolojistlerinde edebileceğimiz istifade ancak muhtelif hindoöröpeen dillerde bulup kaydedilmiş ol dukları yumurta Te kuş isimlerinden ibaretti. Yumurtaya verilen îsimler şunlardır: Grekçede: oveon (veya oğeon ve obeon; eski şekil: Hesiş), ovion veya oğion lesbien şekli), oğion ve oğon (atiki şekli) oğ ile uzun o «omega» yazılmıştır. Germantikte: Eski islanda gibi: egg, anglosaksonca ag (ög); Eski almanca: « (ay), bugünkü al manca Ei ( a y ) ; Eski gotça (Krimgot) ada Keltçede: Orta Irlanda og, genitifi ug (a) e; Ermenicede: ju Avestada (mürekkeb apâvaya = enenmiş sözünde) âvaya = (yumurta ve husye) ; farsçada hâya «yumurta ve husye» Slavcada: Eski slavca ayiçe, sırbca yaye, rusça yayço Bütün bu (kök ve eklerdeki) şekille rin izahını ancak Güneş Dil teorisinin prensipleri verebilir. Evvelâ, diyalektal icablarla, muhtelif şekiüere giren prensipal kökü ayıralım: Avestada: a g (â) Keltçede: eg Anglosaksoncada: ög Eski İslanda dilinde: eg Grekçede: o ğ (6) Lâtincede: o ğ (6) başka kimse olamıyacağım biliyormuş gibi gelmişti. «Beni biliyor diye düşündü, herşeye rağmen beni öldürebileceğini söyledi.» Onun hakkı var mı? Bir baba kıskanclığma, yıkılmış bir adamın dayandığı son ümide hürmet lâzım mı? Artık bunlan düşünmek istemiyordu. İhtimal onu hakikaten seviyordu. Dayanacak başka bir yeri olmadığı için sevildiğini, ihmal edilmediğini görmek onu hayata yeniden bağlıyordu. Fakat, öyle görünüyor ki, o sevilmekle kanmıyordu. Yalnız kendisine aid, her zaman gözlerinin önünde, yalnız kendisinin olmasını istiyordu. Elinden alıp götürmesinler, her zaman gözlerinin önünde bulunsun diye onu düşmanına bile teslimden çekinmiyordu. Demir, bunlan düşündükçe nefreti artıyor ve içteniçe isyan ediyordu. «İmkânı yok!» diye söylendi, imkân yok bu sevgi değildir! O kendisinden başka kimseyi düşünmüyor. Yalnızca bir hazineye sahıb olmak, bir servete dayanmak, mes'ud olmak isriyor. Bu bir çiftlik, bir şöhret, bir ünvan olmıyabilir. Bu sadece «benimdir!» diyebilmenin verdiği gururu tatmin eden bir evlâd olabilir. Bu yalnızca, karşısında görebilmek ve tebessü münden saadetini çıkarmak istediği bir Vradini gazetesinden: «Türk resim sergisi, büyük inkılâpçı ve kuvvetli iradeye malik Önder Ata • türk sayesinde Türkiyenin her sahada yaptığı terakkinin canlı bir örneğidir. Bu sergide görülen herşey, yeni mukadderat yaratan kuvvetli iradenin gem almaz ruhunu göstermektedir. An'anat denilen Lernea ejderinin kafalanm ezen, kadim idolleri yıkan ve bunlarm yerine yeni perestiş mezbahalan kuran ve kuvvet sayesinde, bugün Türkiye Cumhuriyeti ilim, fen, san'at ve edebiyat sahasında şayanı hayret terakki eserleri göster mektedir. Türk san'atkân eskiyi tamamile t e r ketmiş, işin neş'eli kuvvetile meşgul ol muş ve çalışmanın kudesiyetini terennüm etmiştir. Bütün bu eserler Türk san'atı Bu yeni ruh ekseri levhalarda en ince nin pek yakında, millî karakterine ula san'at teferrüatını göstererek her tarafa şağını gösteriyor.» a(g) Eski slavca: ayiçe: ağ + ay f" iç " f ^e(ğ) Sırcca: yaya: ağ + ay + ay "+ (a) ğ Ermenice: yu: uğ f uy f u (ğ) Almanca: ay ( E i ) : ağ f ay Bu sözlerin, ana kökten sonraki inki şafta, bir, iki veya üç unsurlu olmaları neden ileri geliyor? Prensipal kökle ikinci unsurun mevcud olması zaruridir: Çünkü prensipal kök güneşin yaratıcılığını, hayat vericiliğini anlatan ana kökü temsil eder; ikinci unsur ise yaratıcıhğın bir obje veya süjede tecellisini ifade e der; bu iki unsur olmadıkça yumurta mefhumu ifade edilmiş olmaz. Son unsur isimlendirici ve sinslere ayıncı bir rol oynar; bu unsuru bazı diller ya kaybetmişler veya hiç geliştirmemişlerdir. Almanca ay (Ei) gibi tek unsurlu olanlarda ise bir zayıflama ve bir kontraksiyon mua melesi görmek lâzımdır; yani eski bir «ağ ağ» dan «ağ» ve daha sonra «ây, ay» çıkmıştır. (Alois Walden'in göster diği eski cemi eigir sözündeki eig temi bu gelişimin geçirdiği muameleleri mey dana koymaktadır.) a (ğ) Lâtince: ovum oğ + ov j fHikâye, çok meşhur olmakla beraber, nm (uğ) sadede münasebeti dolayısile yazılmağa Anglosakson: eeg: oğ + eğ + g '+ değer: Zengin bir hastaya mes'ud bir aEski islanda: egg: eğ "+ eg + .g damın gömleğini giydirmek suretile şifa Farsça: haya: ağ + ah = ay + temin olunmak icab etmiş ve her tarafa memurlar çıkarılarak gamsız, gussasız ve daima şen, daima şatır bir adam aranlmıya başlanmış. Fakat bütün emekler boşa çıkmış. Çünkü gülen yüzlerin altında hep elem gizlendiği ve her kahkahanın ıstırab örten bir maske olduğu görülmüş. Memurlar, böyle bir netice elde edip hastanın bulunduğu yere dönedursun. Içlerinden biri bir çobanla karşılaşıyor ve herifin sırtmı ağaca, gözlerini dereye çevirip boyuna kaval öttürmesinden ümide düşerek bir kere de onunla görüşmek isriyor: Arkadaş, diyor, halinden memnun musun? Elbet! Bir eksiğin, bir dileğin yok mu? Vücudca nasılsın, ağrın sızm var mı? Arasıra canın sıkılıyor mu? Çoban bu soruların hepsine menfi cevab verdiğinden memur, yeryüzünde mes'ud bir adam bulunduğuna kanaat getiriyor ve sevincli bir tehalükle ondan gömleğini satmasını rica ediyor. Fakat çobanm gömleksiz olduğunu görünce şaşırıyor.. İnce düşünülürse saadete verilecek hakikî mefhum budur. Biz faniler: «Van, yoğu cihanın hep emri i'tibarî» demedikce, diyemedikçe saadete eremeyiz. Bunu diyebilmek için ise tımarhanede karar kılmak gerektir. Bir röportaj münasebetile münevver ve muhterem bir bayan saadetin bize yeni bir tarifini vererek bu kanaatimizi değiştirttı. Onun kadınhk bakımından saadete verdiği mana, kendi ağzından çıkan, şu vecizede mündemic ve mündericdir: «Bu buhranh günlerde bir kocaya malik olmak «saadet» rir!» Filozoflann kulaklan çmlasm, erkeklerin de koltuklan kabarsm!.. (Arkası yarvn) hmail Mihtak MAYAKON Çocuk Esirgeme Kurumu balosu Çocuk Esirgeme Kurumu İstanbul merkezinin senelik balosunun bu sene de parlak bir şekilde olmasını temin için memleketin yüksek sosyetesine men sub hayırsever birçok bayan ve baylardan mürekkeb balo komitesinin toplandığı ve 13 mart 937 cumartesi akşanu bu balonun Tokatlıyan salonlarında verilmesine karar verilerek faaliyete geçtiği haber alınmıştır. insan olabilir. Fakat, bu hakikî sevgi değildir. Bu, insan emeğinin ve tabiatin çalınmasmdan daha ağır, daha çirkin birşey, insan kalbinin çalınmasıdır. Fazla tahammül edemiyeceğini hissediyordu. Biraz sonra yerinden fırlayıp bunlan haykırabilir, bütün hmcmı döktüğüne kani olarak çıkabilirdi. Buna meydan vermemek için kalkıp gitmeği düşündü. Tam bu sırada Bekir Bey, nasıl olup ta sakinleştiği bilinemiyen munis bir sesle: Nuriyelere gidelim mi? diye^sordu. Demir, bunun karşısında bütün şiddetli aksülâmel tasavvurlarınm gevşediğini hissetti. İhtiyarsız gülümsedi. Mukavemet için yeniden cebrî kaşlannı çath: Mazur görün! Bu akşam yorgu num. Ufaktefek işlerim vardı. Nerdey se çıkmayı düşünüyordum. Zeki Bey: FCabil değil. Başka yerde kalmanıza müsaade edemeyiz, diye karıştı. Kurdoğlu onu teyid ediyor, ve buna imkân olmadığını söylüyordu. Dr. A. S. Ü. ondaki bu değişikliği hayretle, hatta yavaş yavaş bir nevi taaccüble takib edi yordu. Artık ona acıyacak yerde içten içe öfkeleniyordu. Tarif edilmez bir his değişikliği ile biraz önceki muhabbeti, kine inkılâb etmişti. İhtiyar bunları haşin, hatta mütecaviz bir emniyetle söylerken, Demir cebindeki tezkereyi düşünerek acı acı güldü ve onu kızdırmaktan hususî bir zevk alıyormuş gibi ısrarla: Bununla beraber, gene yaparsa.. Bekir Bey, garib, şüpheli, vahşi bir bakışla Demiri süzdükten sonra birdenbire insanı korkutan mevsimsiz ve korkunç bir kahkaha artı: Onu da, sebeb olanı da • Allah kahretsin!.. Sonra Demire doğru yaklaşarak, gözlerinin içine bakarak kısık bir sesle: Gücüm yetse, bu adamı ellerimle boğanm! diye ilâve etti. Demir, artık onun yüzüne bakamıyordu. İçinden bir ürperme geçti. Boğazının kuruduğunu, damarlannm gerildığini hissetti. Şimdi içinde ona karşı kinden başka birşey duymuyordu: Yanına yaklaşıp gözlerinin içine bakarak: «Onu ellerimle boğanm!» dediği zaman adeta bu adamın kendisi olduğunu, kendisinden M. TURHAN TAN Cumhuriyetin ictimaî romanı: 112 Yazan: Hilmi Ziya Son günde eline geçen mektubu dü şündü: Ya onu da cepheye götürebilmiş olsa, hatta ya daha şimdi bu zorla düzeltilen yuvanın içinden onu koparıp almış olsaydı, ömrünün son ışığı elinden giden ihtiyar, bütün varlığı ile ona bağlanmış olan bu adam ne hale gelirdi? Artık tehlikeyi göze almadan hiçbir şey kabil olmadığını görüyordu. Bu eve yeniden ayak bastığı zaman'danberi onu çıldırasıya sevdiğini anla mıştı. Her ne pahasına olursa olsun, onu bulmayı ve birlikte gitmeyi gözüne kestiriyordu. Bununla beraber karşremda çiğnenecek bir düşman değil, fakat ona dostça €İ uzatan Kurdoğlunu gördüğü za man ıstırabı son haddine vardı. Bir aralık kendini lüzumsuz kuruntuya düşmekle itham etmek isredi. Zeki Beyin büyük bir tabakla yemişler getir diğinden, onları masa başma çağırdığından tamamile habersiz görünüyordu. Vakıâ bütün hayatını gözönünden geçirdikten sonra ona «hakkı var! Ne yapsm?» Dememek kabil değildi. «Fakat bu kadar da hotkâm olması doğru mu? diye söylendi. İhtimal ben fazla büyültüyo rum.» Ve bu suretle düşünerek Zekinin döndüğünü tamamile unutmuş, sanki ona sormuyormuş ta kendi kendisile konuşuyormuş gibi: Ya Nur, böyle birşey yapmış olsa?.. diye mırıldandı. Bekir Beyin gözleri yuvasmdan fır ladı. Yüzüne kan çıktı. Öfkenin nihayetine vardıktan sonra kendini tutmıya çalışan bir insan tavrile: Neuzübillâh! dedi. Yapmaz, yapamaz. Hiçbir zaman yapmıyacaktır. O beni sever, benim kendisini nekadar sevdiğimi, onsuz yaşıyamıyacağımı bilir! İmkânı yok, ben onu çok iyi tanırım! Söyledikçe hiddetini yenemiyor, sesi gitgide yükseliyor, rengi dönüyor, ve bütün tekrarlarile kendi kendisine emniyet verdiğine inanır görünüyordu. Demir, Bey: Bu akşam için hakkınız var! Dinlenin. Fakat başka bir gün, meselâ yann dar sevinecek! «Hocam» diye hiç dilîn mutlaka gideriz, dedi. Sizi görünce ne kaden düşürmez. Doğrusunu söylemeli, onun zihnini siz açtınız. Hakikati gösterdiniz. Sizden önce o neydi? Çocuk.. Biraz da şımank, erkek tavırlı.. Değil mi Zeki Bey? Fakat o daima metin karakterli, daima iyi insandır. Doğrusu, söylemeden geçemem. Onu olgun bir insan haline siz getirdiniz. Ne diyordum. Sizi görünce hakikaten sevinecek. Bunu bil melisiniz! Şimdi istirahat edin. Yann akşam, sakın unutmayın, mutlaka beklerim. Demir, geceyi bu evde, kitab odasınm sedirinde, onu teselli ettiği, dizinde hiç kınklannı dindirdiği yerde geçirdi. Sa bahleyin erkenden çıktı. ıi Akşama kadar şehri dolaştı. Ezberden bildiği sokaklardan tekrar geçmek, Çe kirğeye giden yolu, söğüd ağaclarım, matbaa semtini görmek emelile Yunanlılar tarafmdan ele geçmek tehlikesini unuDemir, hâlâ mukavemet ettiği halde tuyordu. Tanıdık yüzlere rasladıkça sakonlar alıkoymak hususunda hep birden lanıyor ve uzaktan onlara hasretle bakı\Arkası var} harekete geçmiş görünüyorlardı. Bekir yordu.