27 Birincikânun 1936 CUMHÜRIYJST V Tarihten yapraklar Kral Edward'a yapılan hücumlar York piskoposu da tenkidlerde bulunuyor Dün şehrimize gelen ingilizce gazetelerde okuduğumuza göre, Canterburry ve Bradford ve York piskoposları Se kizinci Edvard'ın istifasile neticelenen hücumlarına son vermiş değillerdir. Bunlardan Camterburry Başpiskoposu Lang pazar günü (bugün) Londra radyosunda sabahleyin vereceği vâzında doğrudan doğruya son hâdiseye temas etmiyecekse de İngilterede dine daha ziyade ehemmiyet verilmesini istiyecek ve bütün cihan milletterinin de bu barekete iştiraklerini taleb edecektir. Asıl buhrana sebeb olan Bradford piskoposu Dr. Blunt yazmış olduğu bir tamimde gene sabık Kralı kabahatli çı kararak töhmet altında bırakmakta r e şunları yazmaktadır: <Mesele Kral Edvard tarafından or taya atılmıştır. Bunda bizim dahlimiz yoktur. Maamafih bu izdivaç gerek Ingiltere, gerekse dominyonlarda büyük bir iğbirar uyandıracak ve bu hareke tile Sekizinci Edvard, İngiltere tacınm nüfuzunu iyiden iyiye kırmış olacaktı. Maamafih olan oldu ve bu insanî facia da bugün iktiran etmiş bulunduğu şekilde halledildi. Esasen en iyi hal şekli de bu idi. Fakat gene yazık oldu, demek icab ediyor.> Diğer taraftan York piskoposu Dr. Femple de demiştir ki: « Buhrandan İngiliz kanunu esasisinin muzafferane kurtuluşu çok hayırlı bir neticedir. Biz an'anevî hürriyeti muhafaza etmek mecburiyetindeyiz. Eski Kralın tahttan feragatinden ve onun parlak vasıflarmdan istifade ede miyeceğimizden keder duyanlar şunu hatırlamalıdırlar ki o, bunlara fırsat vermemeliydi. Bir çok erkek, hayatlarında başkalannın zevcelerine âşık olmak bedbahtlığında kalmışlardır. Fakat işte asıl böyle anlarda karar vermek ve aşk bir ihti ras şeklini almadan evvel bu kadını bir daha görmemek suretile önüne geçmektir ki aşkla vazife arasında bir tercih vesilesi olsun. Böyle kararlar çok defa namuslu erkekler tarafından alınmıştır. Şahsî cazibe, bilhassa bir tacın şaşaasına makes oldu mu, ahlâkî mecburiyet bir kat daha muacceliyet kesbeder. Her nekadar yeni Kral ve Kraliçe millete Sekizinci Edvard kadar tanınmış ve sevilmiş şahsiyetler addolunamazsa da milletin iti mad ve muhabbetini celbetraişlerdir. Seneler geçtikçe bu muhabbet ve itimadın kuvvet bulacağı şüphesizdir. îstikbale daha memnuniyetle bakabi Pehlivan Vezir Ihtiyar Sadrazam, Padişahm önünde Ibrahim Paşayı belinden kavradı ve «Gel bakalım Paşa karindaş, bir tutuşalımî» diye haykırdı Osmanlı tarihinde büyük bir yer tutan Koca Sman Paşa gerçekten tetkike değer mevzulardandır. Frenk mü verrihleri onu Romahların Marius'üne benzetirler. Müthiş bir cesareti, bitmez tükenmez bir faaliyeti, korkunc bir tersliği ve sertlıği vardı. Yılmak bil mezdi, üşenmek bilmezdi, çalışmaktan usanmazdı. Yemeni zapteden, Tunustan frenkleri çıkarıp atan, Gürcistanı Türk bayrağı altma sokan oydu. Sinan Paşa Kızıldenizin bir ucundan Karadenizin üst kıyılarına, Afrikanın ortalarından Macaristan ovalarına ka dar gezip tozarken iki değişmez hedef takib ediyordu: Şöhret ve servet!... Sayısız harbler ve sayısız zaferler içinde umduğundan çok fazla bir şöhret ka zanmıştı. Kürenin yarısı onu tanıyordu ve birçok ülkelerde uyumıyan çocuk ları vaktile Barbaros için yaptıkları gibi onun adile korkutuyorlardı. Yalnız frenk illerindeki çocuklar değil, İstanbula gelip giden elçilerin de Sinan Paşadan ödleri kopardı. Bu tabiri gelişigüzel kullanrmyoruz: 1589 da İs tanbula gelip te kcndisile görüşen Le histan elçisi Pol Ohaniski, vergi vermek meselesinde biraz nazlandığı için Sinan Paşanm sertçe bir muamelesine hedef olmuş ve ödü koparak ölüp gitmişti. Sinan Paşa Avusturya sefirlerinden Pezen'i de, gene vergi işinden dolayı azarlamıştı. Fakat ona, Lehistan elçisi ne yaptığı gıbi öd koparan bir sesle haykırmadı, başka bir şekilde çıkıştı: Vergiyi ödemekte, dedi, niçin ge cikiyorsunuz? Bu mesele beni alâkalandırmaz. îsterseniz Viyanaya yazayrm, sorayım. Kime soracaksın? Senin gibi adi bir yazıcıyı elçi yapan Imparatora mı? Onun feraseti yolladığı elçiden belli! Pezen'in bu çok ağır söze verdiği cevab şu oldu: Padişahınız bir çobanı vezir yap tığı gibi Imparator da bir yazıcıyı elçi yapabilir. Muhavereyi dinliyenler Sinan Paşa nm köpürüp küplere bineceğini ve bir bağınşta elçinin ödünü koparacağını tahmin ediyorlardı. Fakat o, herkesin sandığından daha ziyade zeki idi. El çinin Hünkârı karıştırarak verdiği ce vaba kızarsa Hünkârın da kendine kı zacağını düşünmüştü. Bu sebeble so ğukkanlılığını korudu, hatta gülümsedi ve yüzünü odada oturanlara çevirdi: Kâfir elçi, dedi, verdiğim parayı gene o cinsten akçe ile ödedi! Işte bu ayarda bir adam olan Sinan Paşa, kovalıyabildiği iki büyük hedeften birini, engin bir şöhret sahibi ol mak bahtiyarlığını elde ettiği gibi yüksek bir servet sahibi olmak emeline de ermişti. 1596 yılında öldüğü vakit konaklarından, çiftliklerinden, hanlnrın dan, hamamlarından, atlarından, ka tırlarından başka olarak şöyle bir hazine bırakmıştı: Yirmi küçük sandık dolustı zebercet, herbirinin taneleri nohud kadar iri on beş inci tesbih, otuz büyük roza elmas, yirmi miskal altm tozu, yirmi altın ibrik, bir altın şatranç takımı, elmaslı yedi meşin sofra örtüsü, on altı altın siper, on altı eyer, otuz dört altm üzengi, kıymetli taşlarla süslenmış otuz iki altın kalkan, yüz kırk altın miğfer, yüz yirmi altın kemer, som elmas on altı bilezik, on düzine altm sahan, altı yüz samur ve altı yüz vaşak kürk, otuz siyah tilki kürkü, bin yetmiş beş top sırmalı Hind kumaşı, dokuz yüz yirmi orta kıymette kürk, altmış bir ölçek inci, iki elmas gerdanlık, inci işlenmiş otuz eyer. altı yüz bin düka altını, iki milyon dokuz yüz bin akce!.. Bu çok meşhur ve çok zengin vezirin tarihte yer alan bir hareketi de şudur: Kendisinin dördüncü defa sadrıazam lıkta bulunduğu sırada işler çok ters gitmişti. Eflâk ve Macar hududlarında boyuna bozgunluklar vukua geliyordu. Bu askerî felâketleri bir takım acıklı tabiat haileleri takib etti. Büyücek zelzeleler oldu, köyler yıkıldı. Parçinli köyünde de yer yarıldı, bu yarıktan bir su fışkırdı. Suyun içinde gözsüz balıklar vardı. Manisa yolunda ve Hermas köprüsü yakınlarında bir kaynak peyda oldu, suyu simsiyahtı. Bu sebeblerle ve halkın dedikodusu nu bastırmak fikrile Sinan Paşa sadrıazamlıktan azlolundu. Kendisine gös terilen sebeb ise ihtiyarlığı idi. Fakat yerine getirilen adam, üç gün içinde ölüverdiğinden gene bu doksanlık ve zir sadaret makamına getirildi. Sinan Paşa kendisine ihtiyar ve işe yaramaz denifanesini bir türlü unuta mıyordu. Bu töhmeti isnad edenlerin başında da vezirlerden Ibrahim Paşa nın bulunduğunu öğrenmişti. Beşinci defa sadarete geçer geçmez divanda ve Üçüncü Sultan Mehmedin önünde bir sırasını düşürdü: Şevketlu Hünkâr, dedi, bana şu adam ihtiyar diyormuş, elimin kolumun tutmadığını söylüyormuş. îzin verirsen bir sınayalım. Bakalım ben mi yiğitim, o mu? Ve Hünkârın cevabını beklemeden Ibrahim Paşanm belinden yakaladı, heyecanlı bir pehlivan gibi haykırdı: Gel bakalım paşa karindaş, bir tutuşalım! împaratorluğun siyasî, askerî, idarî, malî bütün işlerini kucağmda toplıyan Kubbealtı o gün iki vezirin güreşmesine şahid oluyordu!.. Av yerine çıkarken Yazan : Bedri Ziya Aktuna Şimdi, benim de kendi arkadaşlanmı Bayan Yıldıza tanıtmak sırası gelmişti. Yaş itibarile en kıdemlisinden başladım: Said Bekâr dedim. Her iki manasile de mütekaiddir. Bütün ömrünü ava avcılığa vakfetmiştir. Şu zat ta Ali Rıza Tülbendci. Öteki avdaşımız da Sami Ozan. Uç arkadaşım da Yıldıza karşı birer defa hürmetle eğildiler. Herkes yerli yerine oturmuş ve bittabi gene av bahisleri hararetlenmişti. Yıldız, büyük fincanla önüne gelen çayına, boynundan kalçasına doğru sarkan çanta gibi matara şeklindeki bir şeyden aldığı konyak şişesinin hemea hemen yansını boşaltırken yanıbaşımda otaran Said, eğilerek kulağıma: Tamam, dedi. Bu da bizden... Artık hava, tamamile ağarmış, ava çıkmak zamanı da gelmişti. Isminin «Doğan» olduğunu yeni ö'ğrendiğkn yanaşma av refikimizle henüz nisanlı olduklannı gene kendi ifadelerinden anladığım eşi Yıldız, iki gecedir yattıklan köy odasındaki esyalarını toplayıp bizim eşyalann yüklendiği arabaya koymak üzere yanımızdan aynldılar. Onlar, kapıdan çıkar çıkmaz, bizim Sami, telâşla ayağa kalkarak: Ben, teslim bayrağını çekiyorum. Dedi. Sağ elile kalbinin üstünü basbrarak: Hem de fena halde... Na, şuradan... Adamakılh yaralandım. Ve ilâve etti: « Av uğruna bak, av oldu Sayyad!» Benim Said, durur mu? Tehlikeli bir ava çıkıyoruz arkadaşlar, diye başladı. İstanbula hepimiz birer yara ile avdet edeceğiz. Şimdi ava çıkınca bunun karşısında göğsümü, bağrımı açarak şu bayram gunünde: «Kanım, sana helâl olsun!» diye keklik yerine ben duracağım. Eyvah! Bu yaştan sonra, bu da mı baştan çıktı? Yapma> canım Said, sana, bana yakışır mı, hiç? Diyecek oldum. Kızdı. Ve hiddetle: « Ta'neden dinimize bari Müslü man olsa!..» Mısraını yüzüme karşı fırlattı ve arkasını da: « Nevcivan sevmekte ben piranı tayib eylemem.» «Hüsnolur kim, seyrederken ihtiyar elden gider!» Meşhur müfredile tamamladı. Bu sefer de öteden Tülbendci, gayet yumşak ve adeta bitik bir sesle: Şuna, hepimizin imzasile ve bütün avcılar namına bir arzuhal versek... Sami, hayrerfe sordu: Ne demek bu? Ne gibi arzuhal? Meselâ: Şöyle bir şiirle başlasak: (Avcılık Hepimiz etme, yazık, çantada kıyma bütün avcılara... keklik gibiyiz destinde!) Orümcek ve Ipek böceği a Fontaine'in örümcekle ipekböceği hikâyesini hepimiz biliriz. Eski şairlerimizden biri, bütün dünya ilkmekteblerinde okutulan ba manzumeyi şöyle bir başlangıcla dilimize çevirmişti: Ankebut dudi harire bir gün Dedı fahr eyliyerek: Sen ne içün Ağım böyle ağır örmedesin Çok zamanda pek az iş görmedesin Bu ne miskin çalışıştır sende Gel de bir sürati seyret bende Az zamanda ne çok isler yaparvm • Koca dîvart ağımla kaparım L Ipekböceğinin verdiği cevab ise manzumede şudur: İşimi az yapar enfes yaparvm. Çalışıp gizlice canfes yaparım M. TURHAN TAN ŞEHÎR IŞLERl M. Proust, Ankaradan geldi Istanbul plânı hakkında alâkadar Vekâletlere izahat vermek üzere Ankaraya giden şehir mütehassısı Proust şehrimize dönmüştür. Belediye Fen heyeti müdürü Hüsnü, Imar müdürü Ziya ve Fen müşaviri Mustafa Hulki Proust'la beraber bir toplantı yaparak mütehassısın Ankaradaki temasları ve bu te maslar neticesinde edindiği fikirler hak kmda görüşmüşlerdir. Yeni tramvay arabaları iki kapılı olacak Tramvay şirketinin yeni yaptırdığı tramvay arabalarının yalnız bir tara fında kapı bulunduğundan bunlar bü tün hatlarda işliyememekte, ancak Şişli ile Beyazıd ve Sirkeci arasında sefer yapmaktadırlar. Belediye bu arabaların ve bu tipte yapılacak diğer yeni arabaların diğer hatlarda da sefer yapabilmeleri için kapılarının iki taraflı olarak inşasmm mümkün olup olmadığını şirketten sormuştur. Her iki taraftan kapı açmak mümkün olduğu takdirde bu arabalardan yeniden yaptınlacak ve bütün hatlara tevzi edilecektir. ; Gazi Köprüsü inşaatı bittikten sonra tramvay hatlarında yük arabalan da işletilecektir. Sundringham şatosuna giden Kral ve ailesile küçük Prenses Elisabeth'e gön derilen hediyeler arasında Viyanadaki amca David'den gönderildiği üzerlerinDüke gelen hediyeler de damgalarından anlaşılan paketler Dün şehrimize gelen Daily Express vardır. gazetesinin Enzesfeld muhabiri gaze Kral ailesinîn Noel bayramt tesine şunlan bildirmektedir: Londra 26 (A.A.) Kral ailesi, Noel <Windsor Dükünün 18 senedenberi şoförlüğünü yapmakta olan ve bir ağır yortusunu Sandringham'da sade ve sasiklet boks şampiyonunu andıran Lad mimî bir hava içinde geçirmiştir. Kral. brook, Enzesfeld'deki hanm kahvesine Kraliçe. Elisabeth ve küçük Prensesler, kasabanın kilisesinde dinî ayinde bu gelerek bize şunları anlattı: « Dük bana artık yalnız Noel müna lunduktan sonra aile ikametgâhına dönsebetile değil, uzun bir zaman için izin müşler ve orada Valide Kraliçe Maryverdi. Londraya ve aileme dönüyorum. den Kral hanedanından yeni bir pren 18 senelik patronumdan ayrılırken çok ses dünyaya gelmiş olduğu haberini almüteessir oldum. Çünkü o hakikî bir mışlardır. Bundan sonra Kral, Kraliçe Elisabeth, centilmendi. Bana istikbalim hakkında Valide Kraliçe Mary, Dük ve Düşes de hiç endişe etmememi tenbih etti. Dük, bence son 6 haftadanberi gözük Gloucester Kont ve Kontes d'Athlone, tüğünden çok daha iyidir. Onu terke an'anevî Noel ziyafeti masasımn etra derken çok iyi bıraktığıma memnunum. fında toplanmışlardır. Ruzbif, hindi kızartması, üstüne bir Sıhhati ve neş'esi yerindedir.> çoban püskülü dikilmiş olan Puding. Windson Düküne iki araba dolusu Şatonun büyük salonunda muazzam Noel hediyesi gelmiştir. Cannes (Kan) bir Noel ağacı yapılmıştı. Kral hanedadan, Londradan ve dünyanın her tarafından gönderilen hediyeler bunlar a nı, bir müddet sonra malikânelerindeki rasındadır. Düke gönderilen tebrik tel hademeyi, çiftlik amelesini kabul et graf ve kartlannm mecmu sikleti 250 mişler ve kendilerine hediyeler vermişlerdir. kiloyu bulmuştur. Evvelki akşam, geceyarısından biraz Şatonun yevmî telefon masrafı (40) evvel, Dük de Windsor, telefonla Valide îngilizi bulmaktadır. Kraliçe Mary ile Kral hanedanınm di Edvard amcanın hediyeleri ğer erkâmna tebrikât ve temenniyatta Noeli geçirmek üzere Londradaki bulunmustur. geçirmiş, boğucu hava yüzünden hayli yorulmuştu. Demirin beraber gelmediğine seviniyordu. Bıraktığı yerden alıp eve götürürken göğsünün iri bir ateş körüğü gibi soluduğunu işitiyordu. Ne garib! îhtimal bu buhran yüzünden her şeyi unutmuş görünüyor; yanından bu kadar zaman sırf matbaayı görmek için aynldığı halde ona hiçbir şey sormuyordu. Eve döndükleri zaman Demir artık bir kelime konuşamıyacak hale gelmişti. Kendini daradar odasına attı. Cemal sabaha kadar sinirli adımlarla dolaşarak sigara içti. Sanki ona yardım edecekmiş gibi, bir türlü gözüne uyku girmiyor. Içerden boğuk hınltılar, ve bazan yükselip alçalan sesler geliyor. Bununla beraber, ona en ufak yardımda bulunmak için elinden hiçbir şey gelmediğini, ve tütsünün anî tesirine rağmen güneş doğuncıya kadar vakit vakit krizin kemirdiğini görüyordu. Demir sabaha doğru seslendi: Hâlâ uyumadın mı? Biraz.. Seni rahatsız ediyorum. Beni düşünme. Bugünkü hâdiselere sinirlendim de.. Vakıâ grevle yangının ayni zamanda oluşuna akıl erdiremiyor; burada tesadüften fazla bir şey, iki vak'a arasında sıkı bir münasebet görüyordu. Fakat onu asıl düşündüren, şüphesiz, Demirin hastalı ğıydı. Aylardır, hayranlıkla seyrettiği ateşli hayatı temelinden çöken bir bina iskelesi gibi gözü önünde birdenbire yıkılmıştı. İki gündür yanıbaşında içine gömülmüş bir hasta adam, bir meyus vardı. 11 Sabahleyin erkenden, Demir şehirden çıktı. Her zaman uğrayıp ayaküstü bir kaç kelime konuştuğu kahvelerin önün den, kimseye raslamamak için hızla geçiyordu. Cemalin bahsettiği iki vak'a arasındaki münasebetle, bu münasebetsiz münasebetle meşgul olmamak istediği halde, ne zamandır zihnini kurcalıyan yalnız o idi! Yahudilerden Misi köyüne giden yolu tuttu. Ayaklan tozlu ve kaç gündür esvabı ütüsüzdü. Her sabah itina ile düğümlediği kıravatını ihmalli bir şekilde bağlayıvermişti. Kendini, etrafını unut muşçasma dalgın, yolun ortasından öl * çüsüz adımlarla yürüyordu. Gözleri nin yandığını, dizlerinin krizden kesildi ğini bilmiyormuş görünüyordu. Yol boştu. Yanı sıra, küfeleri yüklü bir e§ekle Artık şaşırmıştım. Ne oluyorduk? «Celâliye» köyünün şu kahvesi, Tavukpazarı saz şairlerinin, meşhur ve tarihi kahvehanesine dönmüştü. Şimdiye kadar şiirle hiç te alâkaları «olmıyan bu eski arkadaşlanm, fitili almışlardı. Aşk olmazsa meşk olmaz dedikleri ne ka,dar doğru imiş... Diiştüğüm şu hayret ve düşünceler içinde iken arkadaşlanmız da avdet etti. Her şey tamamdı. Tuttuğumuz araba, beş avcınm eşyasmı yükliyerek yola çıktı. Biz de, refakatimize aldığımız birer çantacı ile beraber köyden hareketle «Bayramdere» ye müteveccihen ayn yollardan keklik aramağa başladık. Çantacılanmız «Celâliye» nin yerlilerinden olduğu icin «Bayramdere» ye giden yollan, keklik tutan dere ve tepeleri biliyorlardı. Yanm saat sonra, artık hiçbirimiz, birbirimizi göremiyor, yalnız uzaktan tüfek seslerini işitiyorduk. Cumhuriyet bayramı olan o perşembe günü, îstanbulun gösterdiği havayi' bil mem. Fakat, avlandığımız Celâliye, Bayramdere ve civan, yakıcı, bunalhcı bir sıcak içinde yanıyor, kavruluyordu. Arkamdaki caketi, yün fanilâyı filân çıkararak çantacıya yükledim. Bu civar, Alpulluya yakın oldugundan köylülerden büyük bir kısmının pancar tarlalan içinde meşgul olduklan görülüyordu. «Celâliye ile «Hacıfakı» arasında bir «Osmancık» köyü var. Buraya gidinciye kadar topu topu bir sürü kaldırdım. Köpeklerin önünden uzak fırladılar. Vurmak için değil, sürüyü korkutup sindirmek maksadile havaya iki el patlattım. Benim, ötedenberi meslek ve adetim bu dur. Arkalanndan atılan silâhlarla kekliklerin çok uzak gidemiyeceklerine, korkarak, dağılarak sineceklerine kanaatim vardır. Filhakika, bu keklik sürüsü önümüz deki dereyj aşarak süzüle süzüle karşı mızda bir yamaca kondu. On daki kalık sıkı yürüyüşten sonra sürünün sa nldığı yamaca vanr varmaz benim kö peğin bir tanesi fermaya dikildi. Orada ve durduğum yerde yedi kek lik kaldırdım ve ancak beşini vurabildim. Zaten bu noktaya gelinciye kadar bir de tavşan tepelemişthn. Burada vurduğum keklikler, bıldırcın gibi sinmiş ve hep köpeklerimin fermalarile kalkmış olduğu için bana büyük bir zevk vermıjti. Os mancık köyüne, yorgun, bitab, adeta bi tik bir halde düstüm. Ve bizim Bayan Yıldızı da orada intizar halinde buldum. On yedinci formasını da derin bir hâz ile ve istifade ede ede okuduğum Türk Şairleri adlı eser bana, çocukiukta bellediğim bu manzumeyi hatırlattı. Hazin bir hakikat te olsa itiraf etmek lâzımdır ki bizde yazıcılık biraz örümcek işi olmuştur. Çok, fakat özsüz yazıyoruz. Sahifeler değil, cildler dolduran yazılanmız kuvvetlice silblse ortaya kelime kınntılanndan başka bir şey düşmiyecektir. Çünkü o cildleri sadece parmaklanmız işlemiştir ve bu iş yapılırken malzeme olarak kelime kalabalığı kullanılmıştır. Herhangi bir mevzuu teşrih için kitab kanştırmaktan, kitabhane kitabhane dolaşmaktan adeta tehaşi etmekteyiz. Kafamız müsterih ve yalnız parmaklanmız meşguL Bu suretle eserlerimiz ekseriyetle su üzerindeki kıvrak nakışlara da benzemiyot, manasız ve kıymetsiz ağlara dönüyor. «Türk Şairleri» ni yazan Sadeddia Nüzhet, ekseriyetin örümcekler gibi çalışmayı tercih ettiği bir devirde ipekböceğini örnek tutan sayılı muharrirlerden biridir. O, az da yazmaz. Lâkin ne yazarsa mutlaka özlüdür, değerlidir. Çünkü malzemesini kitabhanelerden toplar, kalemini irfanına bana bana kullanır ve her satınn içine uzun bir emeğin hulâsasını yerleştirir. «Türk Şairleri» de işte bu ince ve derin çahşmanın mahsullerindendir, gerçekten kıymetli bir eserdir. Çalışmanın ne demek olduğunu, kitablar arasında nasıl dolaşılacağını, toplanıan fikir malzemesinin ne şekilde kullanıacağmı çok iyi bilen Sadeddin Nüzhet, bütün Türk şairlerini bize tamtmak için sayısız eserler gözden geçirmiş ve geçirmekte bulunmustur. Birçoğu yazma olan bu eserleri aramızda okuyanlar değil, hatta onlann adlannı duyanlar bile parmakla gösterilecek kadar azdır. Fakat çahşkan muharririn kazancı nedir?.. Ben bunu hesablamağa çalıştım ve şu neticeye vardım: Yorgunluk!... Bu, belki de her ciddî muharrire mukadder olan bir akıbet olmakla beraber idrake dokunmaktan gene geri kalmıyor. Büyük emekler, büyük takdirler görmeliydi. M. TURHAN TAN Seyyahlar için bir talimatname yapılacak Belediye Iktısad Müdürlüğü, şehrimi;e gelecek seyyahlarm kolaylıkla şehre çıkmalarmı ve mümkün olduğu kadar ucuz bir masrafla gezmelerini temin için bir rapor hazırlıyarak Belediye ri yasetine vermiştir. Beledij'e reisi bu raporu tetkik ettikten sonra muvafık görürse teklif edilen esasların bir talimatname şeklinde tesbiti için Şehir Meclisine sevkedecektir. Seyyahlar için talimatname ile te min edilemiyecek kolaylıklar, bilâhare talimatnamenin tatbikatı sırasında idarî bir şekilde hallolunacaktır. besfkalabilmek içb adımlarma son hızmı verdi. Ağaçların yanından uçarak geç • tiğini gördükçe göğsü genişliyor, üstün deki tazyiki silip atmak için bu sonsuz ve geniş toprakta hududsuzca bağırmak istiyordu. Adımlarınm ölçüsünü büsbütün kaybetmişti. Yolu bıraktı. Ardından atlılar kovalıyormuş gibi ovanın içinde delice koşmaya başladı. Son haddine çı kan bu sinir gerginliği kopacak hale geldiği zaman, insanm vücudünde müthiş bir uyuşma, bir kanncalanma başlar, her tarafını kaphyan kesiklikle dermansız, olduğu yere yığıhr kalır. Nihayet o da, bu ölçüsüz yürüyüşün sonunda toprağın üzerine çökmüştü. , Göğsü akşamki gibi gene şiddetle solumaya başladı. Bununla beraber şimdi onda ne ıstırab, ne endişe görülüyor. Kendini mutlak bir gevşekliğe bırakıp kuru otlar üzerine boydanboya yattı. Sonbaharın serin havasını ciğerlerine çekerek, genis bir nefes aldı. Tepesinde böcekler vızıldıyor, ve kuşların uçuştuğunu görü yordu. Yapraklann hışırtısına kulak veriyor. otlarla ağaçlarla birlikte nefes alıyordu. (Arkast var) Bedri Ziya AKTUNA adevrrL Cumhuriyetin ictimaî romanı: 7 2 Yazan: Hilmi Ziya Burası açıktan açığa tehlikeli ol cluğu için halk değil, tulumbacılar bile geçmiyor. Cemal iki tarafa bakuıdı. «Herhalde bulacağım!» diye ilerledi. Ne yapabilirdi? Yanmışsa gayreti boşunaydı. Yanmamışsa, onu kendi başına imkânı yok kurtaramazdı. Ne yapmak istiyordu? Bunu belki o da bilmiyordu. Fakat şimdi, her ne pahasına olsa bu geçidi aşmak ve matbaayı bulmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Yerde hâlâ yanmakta olan tahtaların arasından geçti. İnce bir yağmur, alevi yumşatarak imdadına yetişti. Hakika ten biraz yukanda matbaanm yerini buldu. Fakat burası tamamile yanmıştı: Kırmızı boyalı ahşab binanın yerinde yıkık bir temelle, geceleyin sis gibi yükselen dumandan başka şey yoktu. «Kimse yardıma gelmemiş! Hiçbir şey kurtara madılar mı?» diye kendi kendine soruyor. Bekir Bey nasıl oldu da duymadı? Acaba onlardan koşan olmadı mı? Şa şılacak şey! Matbaanm yanıbaşında bahçe içindeki ev, olduğu gibi duruyordu. Kapıda birkaç kişi vardı. Cemal hemen yaklaşıp sordu. İçlerinden biri matbaayı gösterdi: Yangın buradan başladı. Tulumba yetişene kadar bahçedeki ağaclan kesip kurtarmağa çalıştık. Ruzgâr aşağı doğru esiyordu... Hiçbir şey kurtaramadılar mı? Hiçbir sey.. Kimse gelmedi mi? Tulumba geldi amma, o zamana kadar küle dönmüştü. Cemal, ayni yoldan koşarcasına indi. Yanan evlerin içinde tulumbacılar korkusuz, telâşsız, şuursuz, fakat işını çok muntazam yapan makineler gibi çevik adımlarla dolaşıyordu. O ateşlerin arasından geçerken dönüp hayretle bunlara bakmadan ve «kahramanlık ne boş şey!» demeden kendini alamadı. Bununla beraber, küçük te olsa bazı tehlikeler ihtiyar bir köylü ve bir çocuk gidiyor. Onlann hizasına geldiği zaman birden bire dermansızhğını hatırlayıp adımlannı yavaşlattı. Konuşmadan, yanyana gidi yorlar. Sanki yakınlannda bulunmaktan kuvvet ahyormus gibi, uzun zaman yü rüdü. Çocuk, dedesine: Yangmı kundakçılar yapmış diyorlar, duydun mu? İhtiyar başını salladı: Kim dedi bakalım sana? Gâvur • lara iş çıktı! Gene yakalayıp duracaklar çocukcağızlan.. Yolun aşağısında iki sıra kavaklar, ince bir su kenarına dizilmiş yeşil sütunlar gibi uzanıyordu. Şehrin ağaçhkları bit miş, önünde göz alabildiğine uzun ve kuru bir ova meydana çıkmıştı. Otlar ku rumuş, kışın boz rengi ovayı, yukan sırtları boydan boya kaplamıştı. Bir sigara yaktı, ihtiyara tabakasını uzattı. Yanyana yürüdüğü halde, konuşmadan kaçınıyordu. Nereye gittiğini, niçin yürüdüğünü o da bilmiyordu. Şehrin kapalı havasında boğulmuş ta geniş geniş nefes almak istiyormuşcasına, bu yolda nereye gittiğini bilmeden uçsuz bu caksız yürüyüp gitmek istiyordu. Bir aralık köyleri geçti. Daha geniş, daha ser