30 Birinci kânun 1938 CUMA lr Bv Amon sarayının yanı - başındaki meydanda küçük bir dağ yavrusu heybetinde duran bu büyük” kaya parçası üzerinde bir takım garip hayvan resimleri vardı. İsrail muha- ripleri bu resimleri Amon sarayını muhasara ettikleri gündenberi me - rak ve hayretle seyrediyorlardı. İsrail muhariplerinden biri, bu. tılsımlı taş hakkında arkadaşlarına şu heyecanlı hikâyeyi anlattı: e— Bu tılsımlı taş esrarı nedir bilir misiniz? Ben vaktile Amona kumaş getiren bir kafile ile birlikte gelirken, kervanımız bu taşın önün- de konaklamıştı. Ortalık kararınca © gördüğümüz taş yığınları üzerin- de bir takım gölgelerin hareket etti- ği görüldü. Herkes birdenbire yer- lere yatarak: «Rab! Sen bizi kurtar şu cinlerin şerrinden!> diye bağrış- mağa başladılar. Ben cinlerden kork- muyordum. Başımı kaldırdım.. Taş- ların üzerinde dolaşan gölgelere baktım.. Bunların hepsi de kraliçe Nâyanın adamlarıydı. Acaba bu taş ların üstünde bu adamlar ne arıyor- lardı? Diye düşündüm.. Yerlerde sü- rünerek kayanın dibine kadar sokı dum. Burada ne gördüm bilir m niz? Kayanın etrafına biraz su ser- pilince, bir ateş yığının yağ dökül- müş gibi, birden her tarafa alevler uzanmağa başlamıştı. İşte bu kaya- nn sırrı. Kraliçenin bütün ümidi bu kayadadır. O geçen yıl burada konaklıyan bir göçebeyi de bu kaya ile kaçırtmağa muvaffak olmuştu. Göçebeler Amon kralını tehdide gelmişlerdi. Amon askerleri şimalde başka bir kabile ile harbe gitmişler- di, Kraliçe yalnızdı. Göçebeleri as- kerle, kuvvetle püskürtemiyeceğini anladı. El altından tılsımlı kayaya adamlarını gönderdi. Bu adamlar Peygamber Süley manın Sarayında KUDÜS KIZLARI Yzana: İskender FahrettinSertelli A — Böyle bir şey düşünmediğim için öğrenmeğe de lüzum görmedim. Sadece şu kadar söylemek isterim ki, İsrail orduları ayak bastıkları yer- 'den hiç bir zaman mağlüp -olarak dönmemişlerdir. Nâya bu bahsi kapatmak kasdile tekrar gözlerini Şaona çevirdi: Demek beni seviyosunuz? Fa- kat, neden bana karşı bu kadar sert davrandığınızı sorabilir miyim? — Ben bir askerim, kraliçem! Daima sert konuşurum. — Gerçek Süleymanın muharip- leri birer kaya gibidir. Kolay kolay ezilmez derler. Doğru imiş, Fakat, seven insanın sevgilisi karşısında bu| kadar granitleştiğini görmemiştim. — Karşınızda bir bardak şu gi- bi çarçabuk eriyip dökülecek deği- lim ya. Hakikaten bir noktayı tekrar söylemek isterim. — Siz güneşten daha sıcak.. Yıl- dızlardan daha parlak bir mahlük- sunuz! Sizinle görüşmeğe başladı- ğım dakikadanberi içimde tutuşanbir yangının vücudümü sardığını duyu- yorum. Fakat, emnim ki, beni kolay kolay yenemiyeceksiniz. Ne kadar yanarsam yanayım, içimdeki yangın, ne kadar büyürse büyüsi ayağı- nızın dibine bir avuç kül halinde dökülmiyeceğim.. Kraliçe Nâya, İsrail orduları ku- mandanını çok beğenmişti. Şaon İsrail ordusunun en güzel, en yakışılklı erkeklerinden biri idi. Nâya, Şaonu elde etmeğe karar vermişti. Şaona döndü: — Amon şarapları çok nefistir.. Süleymanın bizim şaraplarımızı iç- tiğini duyuyorum. Siz içtiniz mi bi- zim mis kokulu şarabımızdan?. — Hayır.. İçmedim, - kraliçem! Geçen yıl bir gece hükümdarın sof- (ANADOLU) y > eee İ|dim ki, Mirbanın mahlükudur. Elindeki tası midesine - boşalt Süzgün bakışlarile kraliçeye ü: — Filistinde İsrail çocukları bile şarap içerler. Fakat, bu çocuklar hiç bir zaman mabetlere gitmezler. —Demek ki, insan oğlu (sarap) 1 mabutlardan önce tanıyor. — Şüphesiz.. Ben beş yaşımda içtim. Hastalanmıştım. Babama si- hirbazlardan biri: (Oğluna şarap içir!) demiş. Ba- bam eve bir küp şarap aldı. Bir yıl su yerine şarap içtim. — Hastalığınız geçti mi sonra? — Evet, Bir yıl sonra şişmanla- dim. Neşelendim.. Somurtganlığım dan, hırçınlığımdan eser - kalmadı. O gündenberi şerabı severdim ve i- çerdirn.. Şaon artık yerinden kalkamıya- cak kadar sarhoş olmuştu. Bir ara- hk elini kraliçeye uzattı. Nâyanın elini tuttu. — Avucunuzun içinde ateş mi var Nâya? n- d kayaya su serpmeğe başladılar. Ve|rasında baş döndürücü nefis bir ko- bir anda kayanın üstünde ve etrafın-|ku duymuştum. Süleyman: (İşte da gök yüzüne doğru alev sütunları| size en uyuşuk kanları bile kolaylık- yükseldi. Gö, bunu görünce|la tutuşturan bir ateş yığını!..) diye- korkup kaçtılar — ve bir daha saray|rek hepimize birer tas şarap ikram önüne sokulmağa değil, o civardan'etmişti. O zamandanberi tadını u- — Hayır. — Ne kadar sıcak eliniz?.. — O, benim sıcaklığım değil, Sa- rabın harareti.. Nâya gülümsedi: — Senin elinde ayni harareti du- yuyorum. — Bu iki ateş bir yangın çıkara- cak diye korkuyorum. Nâya artık bana müsaade et te gideyim Başım dönüyor. Damarlarım yamıyor. Vü- cudüm alevler - içinde.. Sulh işleri hakkında konuşmağa muktedir de- | Dünyanın en şık adamı «Dünyanın en şık erkeği> ismi, bu gibi anları hernen daima alan artistlerin elinden kurtarılmış ve bir siyasiye verilmiştir. Malümdur ki, eski İngiliz hariciye nazırı Mister Eden çok şık giyinmesi ile tanınmıştır ve kadınlar arasın- 'da kendisine ne kadar hayran bulun- duğunu son Amerika seyahati ispat etmiştir. Eden iki hafta kadar evvel Nov- yorka gitmişti. Demokrasi memle- ketinde halkın büyük teveccühünü kazanmış olan Eden orada da coş kun tezahüratla karşılanmıştır. Fakat, eski İngiliz hariciye nazı-) rını karşılıyanlar arasında bilhassa kadınların ve genç kızların büyük bir yekün teşkil ettiği görülmüştür. Nevyork operasına mensup — yirmi beş koro kızından mürekkep bir gu- rup Edeni hep Bir ağızdan şarkı söy- liyerek karşılamıştır. Bundan başka, Eden Amerikada bulunduğu bir hafta kadar kısa bir müddet zarfında, on bin mektup al- mıştır. Bunların ekserisi kendisine bayran kadınların mektupları teşkil etmektedir. Yalnız, şunu da hatırlatalım ki Mister Eden evlidir ve bir çocuk sa- hibidir. gilim Nâyal Amon kraliçesi: — Gidebilirsiniz, dedi, fakat çok rahat olacaksınız! Ayakta dura- bileceğinizi sanmıyorum. İsterseniz şu yandaki odada istitahat ediniz. Şaon bindenbire kalkıp yürümek istedi.. Yerinden kımıldayamadı. Onu sanki bacaklarından olduğu ye- re bağlamışlardı. Başı sersemleşmişti.. Gözleri kapanıyordu.. Şaon, birdenbire kollarını krali-|” çenin omuzlarına attı: — Devam edecek — İspanyadaki harb: Şehirleri bombalıyanlar kimlerdir? geçmeğe cesaret edemediler. Bent İsrail ordusu muhariplerin- den biri bu hikâyeyi merakla dinle- dikten sonra arkadaşına sordu: — Peki amma, bu kayadan çıkan alev insana ne zarar verebilir. ki, koskoca bir ordu bundan korkup ta kaçsın?! — Tehlike senin düşündüğün gi- bi basit ve ehemmiyetsiz değil. Bu kayadan çıkan Ve yükselen alevler gök yüzünden büyük ateş parçaları halinde tekrar yere düşüyor ve ü- zerine küçük bir kıvılcım düşeni der- hal öldürüyor. Bunun için Amonlu- lar bu taşa (ölüm taşı), Filistinliler de mahiyetini bilmedikleri için (tıl-, sımlı taş) deyip geçerler. Halbuki bu taş yerinde durdukça Amon sara yına zorla girmek imkânsızdır. Kra- liçe taşa su döktürdüğü zaman bü- tün dünya alevler içinde kalır. — Ya saray?. Kraliçenin sarayı- na bir şey olmuyor mu? — Hayır. Çünkü bu taş buraya bir mabut tarafından bırakılmış ve kraliçe Nâya © mübuda ber yıl on kurban verdiği için, onun himayesi- ne mazhar oluyormuş (1) Bent ferail muharipleri kapının önünde konuşurlarken, odada baş başa veren kraliçe Nâya ile Şaon a- rasında da mühim konuşmalar ge- çiyordu. Anlaşma maddelerine geçmeden önce, kraliçe Nâya, Şaonun mektu- bundan bahsederek — Beni sahiden seviyor musu - nuz? Diye sordu. — Şaon, kraliçenin ateşli gözle- rine baktır — Sizi sevmeseydim, surları aşıp bu tarafa çoktan geçmiştim. Dedi. Nâya gülümsedi: Z — Surları, ordunuzun . başında —— Evet. Bunu yeni mi öğreniyor- e$ sunuz ? (1) Amonların eski bir efsanesin- den... nutmadım.. Fakat, bir daha - fırsat| bulup ta içememiştim. Nâya ellerini çırptı: — Odaya giren bir cariyeye ses- lendi: — Bize Arnon şarabı getir. Ve biraz sonra toprak bir desti içinde gelen şarabı içmeğe başladı- lar. Nâya yudum yudum' içiyordu. yıl hükümdarın sofra- şarap.. Diye mırıldandı. İsrail kumandanı bir ağzına şarap koymamı Şaon iki tas şarabı üst üste içti. Gözleri parıldamağa başladı. — Bu şarabı içen insan neden çarçabuk istirabımı unutuyor? — Mirba böyle istemiş.. Şaon hayretle sordu: — Mirba kimdir, kraliçem? — Amon üzümlerini “yaratan mabut.. Şaon güldü: — Mirha bence bütün mabutlar- dan daha değerli ve faydalı bir şey yaratmış.. Hiç bir mabudun -insandan son- ra- üzüm kadar güzel bir eseri yok- tur, Nâya şarap 'taslarını doldurdu: — O halde içelim.. — Mirba bizi affetsin, kraliçem ! içelim. Saonun sözleri dönüyordu. Damarlarında tutuşan bir ateş vardı. Bu ateş, saatlar geçtikçe bü - tün vücudünü sarıyordu. Şaon şen bir — Mirbanın üzümden başka mahlüku yok mu? —Hayit, » — Ne garip şey! Tek mahlâklu tek eserli bir mabut.. — Ben Rab'be taptığım kadar, Mirbanın huzurunda da - iğilirim. Bence ona tapanların sayısı, bütün mabutlara tapanlardan daha çoktur. Şaon elindeki şarap tasını öp - tü — Doğru söylüyorsun, kraliçem! Ben Mirbayı tek eserli ve tek mah- Tüklu bir sanmıştım. Aldan - mıişı aydanberi Tayyarecilerin hepsi de 20-25 yaşında gençlerdir. Hiç biri; uğrunda ölüme atıl- dıkları milleti tanımıyorlar! İspanyada hükümetçiler - tarafın- | çağına girince tayyareciliğe ayrılmış. dan esir edilen Franko tayyarecile-|1987 senesi birincikânunda Bologyna, rinden bir çoğuyla konuşan bir gaze- Gino tayyare meydanında tayyaresi- ci, sivil hakla meskün şehirleri hâk ile yeksan eden bu adamların ne tip ve karekterde insan olduğunü göste- ren ve Frankoya yardım eden gönül- lülerin psikolojisini aksettiren ente- resan bir yazı yazmıştır. Bu yazıyı aynen Muharririn ağzından okuyu- enlarımıza naklediyoruz : «Barselonun tam göbeğinde bir sürü kırık dökük ev var, Merdivenler istinataız, yarı muallâkta — duruyor- lar. Bir çoklarının yıkılmış harici dı- varları sokaklarda öbek öbek tuğla ve kireç yığınları teşkil ediyor. So- kaktan geçenler sanki bir tiyatro sahnesine bakıyorlarmış gibi bu bi- naların içinde ezik bir karyolu, bir etajerin Üstünde bir saat, bir çocuk iskemlesi görüyorlar, Geçenlerde, bu sahnelerden mesul olan kimselerle, yani hükümetçilerin esir ettiği İtalyan ve Alman tayyare. eilerle bir bütün gün geçirdim. Bun- lardan bazıları çal çene budalalar, bazıları hayata istihkar ile bakan kimseler. İtalyanlar gayet — geveze düşüncesiz ve iyi huylu. Ezberledik- leri bir kaç cümleyi alelâcele tekrar- ladıktan sonra muhavereyi hava ve kızlar bahsine çeviriyorlar. Alman- lar ise daha metodik ve kemiklerine kâdar propaganda işlemiş insanlar. Bu basit ve mutaassıp insanları bir. arada tutan, birleştiren tek bir gaye var: Hepsi İspanyollaarla harbetmeğe, İspanyollara yardım etmeğe — gelmiş bulunuyorlar. Bunlardan hiç — biri, uğrunda canlarını tehlikeye koyduk- ları millet hakkında ufacık olsun bir fikre sahip değil. İçlerinde bir tek İs- paayol muharirin yazısını okumuş o- lanı bile yok. İspanyanın tarihi onla- rı alâkadar etmiyor. Gino Uezzi yirmi iki yaşında, şen, ni muavene ederken hemen Romaya hareket emrini alıyor. Ailesiyle vedalaşmağa bile vakit bulamıyor. Romadan Macorkaya, o- radan Sevile oradan da Logranoya gönderiliyor. Logronda, kendi gibi sevkedilmiş otuz İtalyan pilotuna il- tihak ediyor. Başlarında Üniticelli a- dında bir İtalyan albayı var. Ondan İsonra gece uçuşları ve şehirlerin bom balanması başlıyor. Ginoya soruyorum: Doğrusunu söyle, hoşuna gidiyor mu; ve çocukların öld duyuyor muydun? Gino başını sallıyor: — Hayır, diyor. Bu işi hepimizi ma alkirafe yapıyorduk. Hattâ albay iyorum, bu iş u? Kadınların ülmesinden zevk Biraz sonra müzik fasıla vermişti. Pari, yavaş yavaş, yeni vazilesi- nin ruhunu ve inceliklerini kavramış bir zekâ ile harekete geçti. Tekrar İspanyol kitaracıya baktı. Bu bakış- ta, bir nevi duvet vardı. Kitaracı, em- niyetli adımlarla ona doğru gelirken, Pari, onun daha ziyade bir asker gi- bi yürüdüğünü hissetti, Celdi, selâm verdi: — Bendeniz Alfons.. Rahatsız etmiş olmivayım.. Pari, başını iki tarafa salladı: — Hayır... Bilâkis.. Benim ismim de P: Vaktiniz varsa, beraberce birer viski içeriz. İspanyol kitaracı, çok heyecanlı ve sevinçli görünüyordu: — Masanızda yer almağı bir şe- ref telâkki ederim. Akşam, başka bir akadaşınızla gelmiştiniz. Pari, gözlerini süzerek — manalı, bir şekilde cevap verdi: — Evet, fakat bu akşam yalnız gelmek istedim. Ona haber verme- dim. Çaldığınız parça çok güzeldi. Gerçi İspnyolca bilmem amma.. Biraz sustular. Pari, iki viski da- ha söyledi. Kitaracı, masanın üstünde iğilerek hafif bir sesle; — Dün akşamdan beri o kadar he- yecandayım ki!.. Dedi. Pari cevap vermedi. Alfans devam etti: Buraya gelişiniz, hayatımı de- ir gibi oldu. Pari, sigarasını silkerek verdi — Buna sebep göremiyorum. Kitaracı, daha heyecanlı, daha biraz cevap İrmili B a İ v hararetli bir sesle: — Sebep mi tetkik ediniz, kâfidir. Alfons, çarçabuk maksada gir- miş oluyordu. Binaenaleyh, muka- vemet etmek lâzımdı. Onun iştiya- kını artırmak, onun arzularını ü - mitsizlikle ümit arasında bucalat - mak zamanı gelmişti. — Gözlerimde bir şey var? — Var, hem de büyük bir sihir ve füsun var. Dayanılmaz bir ateş ve cazibe var, Pari, başını salladı ve içini çeke- rek garsona döndü: — Bir viski daha!. Alfons atıldı: — Fakat daha evvelce de İçmişe benziyorsunuz. — Evet, bu akşam müthiş bir can sıkıntısı içindeyim. Zavallı ba- bam, gene romatizmadan mustarip.. Balkan harbinde karlar içinde kal- mış, hâlâ çekiyor.. — Evet, mütekait bir general.. Bir sağır hizmetçimiz var, onunla be. beraber kaplıcalara gittiler. — Şu halde yalnızsınız, demek, — Evet.. Fakat benim de garip itiyadlarım vardır. — Yalnızlıkta ne — yapacağımı bilmemi. Alfons güldü: z — Meselâ arkadaşlığımı kabul etseniz. — Arkadaslığınızı mı?. Fakat işte burada oturmuyor muyuz? — Yalnız o kadar değil.. Pari, dalgın dalgın Alfonsa bak: bız — Bu kadarı kâfidir.. Güzel te- ganni ediyorsunuz, güzel çalıyorsu- GPLÜNEZ GA ERİİNE diyor. Onun gözleri sade İspanyol kızla- rına değil İspanyanın her şeyine ka- pah. Burgosdaki Alman — karargü- hından ayrılmıyor. Orada yenen yemekler bile başlıcası tuzlu patates olmak üzere Alman ye- mekleri, Faşizm mi? Demokrasi mi? Hiç biri diyor. Tuzlu patatex ve ayda yüz elli mark. Willy Hesse Dresdenli. Babası bir simsar imiş. İspanyaya ta bidayette, larinı okuyor. Onun en hoşuna giden şey uçmak. Önce sivil pilotmuş, Son. ra kendisine sormuşlar: — Askeri pilot olur musun? De- mişler. Kendisine, harpten sonra Se- il le Kanarya adaları, arasında te- essüs edecek hattın pilotluğu teklif edilmiş. Bu vaat willy'yi cezbetmiş, ondan sonra Heinkel markalı tayya- resi ile her sabah İspanyol şehirlerini bombalamağa başlamış. Alford tay- yare karargühında otuz Alman pi- lotu varmış. Şimdiye kadar bunlar- dan hiçbirine birşey olmamış. VVill- ynin makinesindeki bir ârıza onu karaya inmeğe mecbur etmiş, willy böylece esir edilmiş. O, okumağa alı. şık değil. Şimdi esaret hayatında bul duğu, bol vakit ona okumak ve hat- ta düşünmek fırsatını veriyor. Şimdi Vinticelli bile büyük bir azap duyu- iyordu. Sonra muhatabımı derin bir düşün- ce alıyor. Çocuk siması — ciddileşen, alnında — kırışıklıklar - hasıl — oluyor, sonra birdenbire haykırıyor: — Bütün bunlar büyük bir. hak. sızlık diyor. Heinz Klavery yirmi üç yaşında. Halbuki on sekizden fazla göstermi- İyor, Kıvırcık saçlı, mavi gözlü bir Berlin çocuğu, mürettipmiş, lüâkin Ber linde İşsiz mürettiplerin adedi' git- tikçe artıyormuş. Onun için Heinz gece derslerine devam etmiş ve rad- yocu olmuş.. Bir müddet sonra ken- disine İspanyaya gitmesi için bir tek- Hi£ yapılmış. Peşin olarak verilen 50 mark onu bu teklifi kabule sevket- miş. Bu işi, üzmemek için evinden saklamış. Bir Alman vapuriyle Liz- bont, oradan da Burgosa gelmiş. Her| ay kendisine 150 mark vermeğe baş- * Jlamışlar. Bu genç ömründe politika ile uğraşmamış, hatta gazete bile o- 'er yüzünde dudağına şarap| makul bir genç. Bir avukat oğlu imiş.|kumamış. Berlinde bir nişanlısı var. k .W&w;—m Mw Tlnf'ş.şıkuu mezünu. - Askerlik |İspanyada hiç kızlara bakmadimı, — Devamı 10 uncu sayfada — içini çekiyor ve: — Ben pilottum. Hiç bomba atma- dim, Ben sadece tayyareyi —üçürü- (yordum. Bombayı başkaları atıyordu, diyor. Alfons Caraceloli üç hafta evvel esir edilmiş bir İtalyan. İspanyaya ancak 1938 şubatında gelmiş. Baba. sının Napoli civarında bağları var. Alfonso hukuk tahsili etmiş fakat başka hülyalar kurmuş bir genç, - Meşhur bir tayyareci olmak iz- tedim. Tayyarecilikte ise harpsiz ilerlenmiyeceğini — düşündüğümden buraya geldim, diyor. Kendisine soruyor — İspanya hakkında bildiğin bir. şey var mı? — Elbette, boğa döğüşleri, sere. natlar.. — Müdafaasız şehirlerin bomba- lanmalarına ne diyorsun? Alfonso gülümsüyor. — Bir insan sıfatiyle bunun sley- hindeyim. Bir tayyareci sıfatiyle!.... PerciloBoruffi nüfuzlu bir İtalyan nuz. Ben de musikiden zevk alan bir genç kızım.. Size hürmet ediyo- rum.. Esasen san'atkârları da tanı- mak istemekten kendimi - alamam, Fakat daha ötesi.. Alfons, viski kadehini boşalttı: — Rica ederim, devam etmeyi- niz. Çok mustarip, hattâ masanıza geldiğime pişman olacağım. Pari, bu sırada Alfonsun sol bi- leğinde bir yara gördü. Kapanmış, âdeta şarapnel yarasını andıran, bu- ruşuk, morca bir eski yara.. Çok tabif ve sammi bir şekilde sordu: — Mutlaka yaralanmış olacaksı- nız.. Zaten bugünkü nesilden” böy- le harp yaraları almıyanlar var mı? Alfons; — Evet -dedi- vurulmuştum. Fakat sözüne devam etmedi. Pa- ri, canı sıkılmış gibi, ayağa kalktı. Alfons da doğruldu: y — Gidiyor musunuz? — Tabii değil mi ya? — Kimbilir, hangi genç -bahtiyar, kalkalbinizi.. ç — Pari, ona baktı — Yanlışsınız dostum, çok yan- lış.. Ben o bedbahtım ki, henüz hiç kimseyi sevmedim, hiç kimseye karşı en küçük bir temayül duy - madım. ğ Garson gelmişti. Pari, hesabı a- yakta gördü. Sonra Alfonsa baktı ve elini uzattı: — Allaha ısmarladık döstum! — Bu geceyi unutmıyacağım.. Sizi, hiç bir zaman, buradan bir yerde görmek saadetini elde ede- miyecek miyim? — Maalesef.. Yalnız bazan sizi dinlemeğe gelirsem konuşuruz. —— Pari, cevap beklemeden ağır a - dımlarla ve etrafına hiç bakınma - dan yürüdü. Alfonsta istediği tesiri yaptığına emindi. Sokağa çıktığı vakit, temiz, sakin bir gece üstünde yükselen yıl. (dızlı, işıklı gök yüzüne baktı ve de; rin derin nefes aldı. $ Saat henüz bire geliyordu. Doğruca, gene Eleniye gitti. Ora- da kalabalık kısmen azalınıştı. Eleni onu görünce, bir zabitle oturduğu masadan fırladı ve koşarak geldi: — Ok, oh, ne iyi ettin de geldin. Nasıl, vaziyet yoluna girecek mi? Pari, güldü ve gözlerini kırparak, kaşlarını kaldırarak cevap verdi: — Evet.. Şimdiden kanaatimi söyliyebilirim. Bu adam, bir asker- idir. —Devam edecek-